Milli vezaifini yapmamak içun binbir türlü oyun ve tezgah kuran sahte çürük raporu alıp kendisini akıllı zanneden zavallılara atfen kaleme alınan Hasan Onbaşının hikayesini okur okumaz bu dar bütçemle yüzlerce fotokopi çektirip önüme gelen herkese dağıttım. Bir çok ortamda okuttuğum bu tarihi realitenin verdiği heyecanla in-sanlarımızın hep ağladığına şahit oldum.
Bu yazının daha çok yayılması, bu vesileyle ecdatla evladın daha kolay mukayesesine yardımcı olup silkelenip kendimize gelmemiz açısından hizmete vesile olup hıyarlıklardan içtinap etmemiz ve utan-mamız ümidiyle!...
IĞDIR’LI ONBAŞI HASAN’IN 55 YILLIK MESCİD-İ AKSA NÖBETİ
İlhan Bardakçı’nın Kudüs’te yaşadığı bir hatıra ilginç ve bir o kadar da ibret vericidir
“Osmanlı Kudüs’ten 1917 yılında çekilir.
Şehir yağmalanmasın diye de küçük bir
bölük bırakılır. İşte Hasan Onbaşı o bölük
tedir. 1972 yılına kadar nöbetini terk etme-
miştir.”
Mevki Kudüs. Mekan Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklandığı ilk Kıble’mize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu var-dır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmış-tır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır.Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladı-nız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşır-sınız.
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput,pardesü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalın-tısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam dedim?” dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi.”Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yılardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Kan mı çekti nedir?
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmüaleyküm baba.” Dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çi-zilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
-Aleykümüsselâm oğul…
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…
-Kimsin sen, baba? Dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvela biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip,asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
-Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateş-ler gibi zımbaladı:
-Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım…
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
-Sana bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
-Elbette, dedim, buyur hele…Konuştu:
-Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, bu-rayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki…
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
-Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Ko-mutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.
Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi” dersin…
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı göz
leri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küs-memişti.
YILLAR SONRA
Merhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, TV’de anlattığında zamanın genelkurmay başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister. Bardakçı sonra şunları yazar:
Hasan Onbaşı bizdendi… O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk…
İlhan Bardakçı, doğumu: 22 Şubat 1926 Burhaniye; Vefatı: 28 Şubat 2004 Frankfurt
Kaynak: Zafer Dergisi Sayı: 345
22 Ağustos 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder