22 Ağustos 2010 Pazar

FASLI HIYAR

Yine mutad bir cülus sarhoş imamlar tekkesinde mukalkale; Hen­dekli mütekaid Ali jimnastik mektebi muallimi Reis Mehmet Efendi vakti zamanında Hendek’te sabi iken yaz mevsimlerinde sabahleyin zerzevat ve hıyarat nakleden mübarek eşeklerin Arnavut kaldırımından pazara intikal ederken takır tukur takır tukur ayak sesleri ve anırma sedalarıyla Hendekliler güne başlarlarmış. Derken lafı ağzından alan Dikgezer Abhaz Adnan Efendi de bu kutsal hayvanların pa-zara taşıdıkları hıyarların nefis rayihasını hala burnunda hissettiğini belirterek nerede o bizim eski hormonsuz taze hıyarlarımız diyerek özlemini ifade etmeye çalıştı.
Saniyen tebdili mekan buyurup Karadavut Paşa Camii'nin önün­deki lostraya pabucumu parlatırken birden karşıma vakti zamanında idadide beraber muallimlik yaptığımız Papyon Fuat Efendi mahdu­mun Bendirizade Dinçses Celal Efendi çıkıverdi. Beraberinde de Kızlar Ağası Zeki Efendi vardı. Bir taraftan pabucum parlatılırken bir taraftan da sohbet koyulaşıverdi. Zamanımız varken onların da pabuçlarını parlatmaya verince Celal Efendi "hocam mühim olan pabuçların değil gönüllerin parlatılması" diyerek o güzelliğine yine damgasını vurdu. Hakikaten Celal Efendi çok güzel bir insandı. Son zamanlarda lazerle göz tedavisi olmuş, gözlerini karartmıştı. Amma onun gönül gözü açılmıştı. Onun tek bir handikapı vardı ki herkesle her kaydü şartta mükaleme yapardı. Gerçi bu da kusur sayılmazdı. Çünkü asrımızın karakteri bunu gerektiriyordu. Herkesle iyi geçinip kendini bütün belalardan alıkoymak. Ancak fazlası da bir çeşit kül­tür erozyonuydu. Çünkü tavırsız bir toplumda efkar-ı umumiye katledileceğinden naşi uzun yıllar sonra Türklükten azat olunup hümanist olmamız kaçınılmazdır. Zaten tezgah da buna göre kurulmadı mı? Globalleşme tek dünya, tek devlet, tek millet, tek fert o zaman akıbetimiz berbat olur maazallah derken Celal Efendi yine medyatik ulemadan lafa başlayıp içinden çıkılması çok zor problemler getirerek milletimizin başının belası olan bin yıllık problemlerimize, ayakkabımızı boyayana kadar çözüm ge­tirmemi isteyince ben de "bunlar kalsın sen o büyük meseleleri o büyük hocalarına götür ancak bana 17 sene önce sorduğun hayvan haklarından bahset onları ne yaptın" deyince hemen hatırlayıp gün­demi oluşturdu.
Evet, Celal Efendi ile tam 17 yıl önce eshab-ı şimal’in inisiyatifinde bulunan bir mektepte muallim iken o iktidar ile hemhal olurken biz gurebayı da zaman zemin ve azmana göre bir vesileyle gönlümüzü alırdı. Yine böyle kısa ve usuli mükalemede bana "hocam ben evin bahçesinde ev tavukçuluğu yapıyorum. On tane tavuğum var. Her gün taze yumurtalar alıyorum. Çoluk çocuk istifade ediyoruz. Ancak horoz sabahleyin seher vakti dilkeşehveran makamıyla öttüğünden ötürü komşularımızın uykusunu kaçırdığından evde horoz bulun­durmuyorum. Dolayısıyla tavuklarım cinsel tatminden mahrum kalıyorlar. Gerçi biz yumurtaları civcivde kullanmıyoruz amma benim kafama takılıyor acaba bu esirgeme ve mahrumiyet kul hakkında girer mi?" diye sormuştu. Ben de Celal Efendi’ye cevaben "azizim bundan daha büyük kul hakkı olmaz" deyince "peki horozların se­sini nasıl susturacağım" deyince, "üzülme onun çaresi kolay. Horozlarına zeytinyağı içirip makadlarını da pamukla yağlayıverirseniz kesinlikle ötme kabiliyetini icra edemezler" deyince o zevkten uçmuştu.
Bir gün bir kıssadan okumuştum. Yavuz horozları çok severmiş. Horoz sabah namazına da insanları kaldırdığı için çok mübarek bir hayvan olarak kabul edilmiş. Bir de padişahın horoz muhabbeti buna eklenince dönemin divan şiirleri dahil bütün edebiyatımız o dönemde horozla müzeyyendir. Bu vesileyle dünyanın her bir tarafından en ünlü horozlar padişahımız efendimize hediye gönderilir gönderilme­sine ancak seher vakitleri Topkapı Sarayındaki horozlar topluca ötünce adeta mehter kadar ses getirirler.
Bürgün gelir padişah hastalanır. Ferman buyurur “Horozlarım susturula” der. Yetkililer hemen horozları keselim, gönderelim, ağızlarını bağlayalım gibi tedbirlerle projelendirmeler yaparken padişah hepsine "hayır onlar burada kalıp hiçbir zarar verilmeden susturulacaktır" deyince kafalar jimnastik yaparken bir deli: “Padişahım ça­resini buldum. Horozlara bol miktarda halis zeytinyağı içirip anüslerini de yağlarsak onlar bir daha ötemezler” der ve uygulamaya başlanır. Bir süre sonra padişah iyileşince “horozlarım öte bre” de­yunce derhal işbu muamele terk edilip horozların ötmesi temin edi­lir. İşte ben de bu hikayeyi Celal Efendi’ye anlatıp tavukların kul haklarını iade edip horozların da beynamazlara zarar vermesinin önüne geçmiştim. Fakat Celal Efendiyle bu sohbetimizde yeni bir problem husule gelmişti ki bunun altından ne ben ne de kimse çıkamazdı. Çünkü konu hormon meselesiydi. Celal Hoca buyurdu ki; “Es­kiden pazardan bol miktarda hıyar satın alıp doğrayarak tavuklara yedirdiğimizde hayvanlar hem semirtiyor hem de yaptıkları yumur­talar şifa oluyordu. Ancak son zamanlarda hıyarata verilen aşırı hor­monun hem tavuklara hem yumurtalara ve hem biz insanata, bilemem amma belki ecinni taifesine de zulme revaya vesile oldu-ğundan tadımız kaçtı” deyince çaresizlikten ötürü vedalaşarak ayrıldık. Ne yapalım tanrı bizi hormonlu hıyarlardan esirgesin. Vesselam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder