Vakti zamanında Türkiye’mizde tahsil yapmış, Avrupa görmüş insan pek azdı. Mahallemizde Hamit adında bir ağabey vardı. Engürü’de Eğitim Bilimleri tahsil etmiş, Fatma Hocanın asistanıyken Amerika’ya ihtisasa gönderilmişti. Bilahare müderris olup Malatya’daki Eğitim Bilimleri Fakültesi’ni kurmuştu. Hamit her yaz Hısnı Mansura gelir, bizim evimizin bahçesine bakan balkonlarında oturur, kesinlikle kimseyle konuşmaz, kimseye selam vermez, kimsenin de selamını almazdı; yakın akrabaları hariç tabi. Rahmetlinin kafası da keldi. Memleketimizin güneşi de pek acımasızdır. Güneşle kel birleşince farklı bir esrar cereyan ederdi. O zamanlar sorarlardı. Ne iş yapar? Onlar da ABD’de eğitim bilimleri ihtisası yapar. Eğitim bilimleri nedir? Diye sorulduğunda herkes apuşur kalır. Çünki bizim Anadolu’da Doktorluk (tabiplik), mühendislik ve hukukçuluk dışında itibarlı tahsil bilinmezdi. Eğer bunun dışında bir şey okuyorsan nafile yapıyorsun. (Askerlik mesleğini bu tasnifin dışında tutmak lazım.) Çünkü bir gün kamyonla köyümden şehre gelirken bir akrabam bana ne okuyorsun dedi, ben de muallim olacağım deyince, yazıklar olsun sana, böyle boş işlerle uğraşmak ne sana ve nede ailene yakışır demişti demesine; ancak, bana bu nasihati yapan köylü ne gariptir ki işsizdi. Yine Ağabeyim zabit olmuştu. Bütün akraba ve hemşerilerim kurmay mısın değil misin sorusuna cevaben hayır değilim deyince hep bir ağızdan yazık etmişsin kendine demişlerdi. Yine vakti zamanında jandarma uzman çavuş veya astsubay olmak istediğimde çevrem şiddetle karşı çıkmış ve yıllarca işsiz kalmama vesile olmuşlardı. Bu tespit tamamen Türk Sosyolojisi açısından müthiş bir realitedir. Bu milletin hepsi padişah gönüllüdür. Bu zevata göre eğer lider olamamışsanız helak olmuşsunuzdur. Evet, ne yapalım yetmiş küsur milyon insana birkaç tane lider yetiyor. Hepimizin bu makamlara oturması mümkün değil. Onun için hepimiz kendimizi gönlümüzün sultanı addedip kendimizi aldatmamış sadedinden Türk İslami üslubuna Türk tasavvuf anlayışını oturtarak bir hırka bir lokma felsefesiyle o zalim nefislerimize gem vurmaya gayret ettik. Amma büyük bir ekseriyetimizin ne kadar sahtekâr olduğunu günümüz İslamcılarının vakti zamanında zarureten ne kadar İslami takıldıkları halde fırsatını bulur bulmaz Makyavelliye bile rahmet okutacak derekeye geldik. Hakikaten Allah ve Muhammed diyenlerin günümüzde bayağı tezellüm buyurduklarını inkar etmek na mümkün. Bu zavallıların Hz. Fahri Kâinatın ahirete yürüdüğünde zırhının bir yahudide rehin kaldığını akıllarına bile getiremezler. Dün akşam Em. Dnz. Miralayı İbrahim Haditözü ile Yalı Akademisi kahvehanesinde sohbet ederken Ateist bir felsefe muallimi Mehmet efendiden bahsettiler. Bu zatın din, iman, Allah ve Peygamberle pek işi olmazmış ve hatta bunlara inanmazmış; amma aldığı maaşı fakir öğrencilerle paylaşır, boş zamanlarında tabiattan ot toplar kaynatır, yiyerek gününü geçirir evine gidildiğinde de rahmetli Gönenli Mehmet Efendinin evi kadar sade, lüks ve şatafattan uzak bir hayat sürdüğü gibi, kul hakkına riayet eden, hiçbir canlıya zarar vermediği gibi herkese hizmeti şiar edinen bir zat. İbrahim bey bu zata Mehmet’ciğim sen kelime-i şahadeti eksik olan tam hakiki bir Müslümansın. Bu cümleyi ikrar et ve başka hiçbir şey yapmana gerek kalmadan bir Alperen olacaksın. Dediğini zevkle dinleyip eve gelir gelmez hemen bu zatı kaleme almayı bir vazife telakki ettim. Bizim insanımız şunu anlamaya bir türlü yanaşmak istemiyor. Kapitalist gibi yaşayıp bazı fiziki ibadetleri şeklen yerine getirmenin ne kendilerine ve nede dinlerine hiçbir faydası olmadığı gibi zulüm ve ziyan verdiklerinden bihaberler. Maalesef para sayanlarımızla tespih çekenlerimizin hali pür melali bundan ibaret. Hele hele bizim ilim tiyatrocularına gelince genellikle durum bundan daha iç açıcı değil.
Bir zamanlar Mehmet ağa adında bir zat, hemşerim olan Nejat adındaki mahdumunu Engürü’ye tebabet tahsili için gönderir. Çocuk tam 16 sene tıp okur. Zavallı babası her sene bir köyünü satıp oğluna harçlık olarak gönderir. Arada bir de mektup göndererek oğlum yıllar oldu. Bu okul bitmek bilmez mi diye sorar. Oğlu da babacığım insan ne kadar çok okursa o kadar çok iyi tabip olur diyerek babasını, aslında da kendisini kandırır. Yıllar sonra mektebini bitirip memleketine avdet eder. Ancak tıpla uzaktan yakından alakası yoktur. Ömrü zamparalıkla geçmiştir.. Bir gün acil bir hasta geldiğinde, doktor karnım sancılanıyor, öleceğim diye bağırdığında, bir şeyin yok üzülme, osur geçer diyen zat bir çok adamı öldürdükten sonra sınama yanılma metoduyla iyi bir doktor olmuştu olmasına ancak, faturası çok ağıra mal olmuştu. Yine başka bir Ağamız memlekette doğru dürüst bir mektep bulamadığından ötürü büyük masrafları üstlenerek oğlunu Frengistan’a yollamış. Önce iyi bir Fransızca öğrenmesini sağlayıp kaliteli bir tahsil yapmasını planlamıştı. Adamcağız yıllarca Avrupa’da tahsil gören evladına binlerce döviz göndermektedir. Neticede yıllar sonra oğlu memlekete tatil için avdet ettiğinde, babası, oğlunun lakaytlığından şüphelenerek evladım bize Fransızca: Baba beraberce arabaya binip dedem gile gidelim. Der misin? Sorusuna çocuk: Babasyon hep berabersiyon arabasyona binersiyon doğrusyon gidiyorisyon evinesyonun dedesyona. Baba çok mahzun bir şekilde emeklerinin boşuna gittiğini ve oğlunun o güzelim gençlik yıllarını zamparalıkla geçirdiğini anlamıştır anlamasına ancak, iş işten geçmiştir. Yapacak fazla bir şey de olmayacağını da düşünen babacağız evladına evladının öğrenmiş olduğu Fransızcayla cevap vererek evladım senin Frengistan’da ne yaptığını anladım. Bu öğrendiğin şeylerin ne sana, ne bana ve nede memleketimize hiçbir yararı olmadığı gibi zararı var. Öyleyse haydi oğlum şimdi eline kazmasiyonu ve küreksiyonu al eşeksiyona bin berabersiyonla tarlasiyona gidip rençbersiyonluk yapalımsiyon olur mu evladım? Der. Bu misallerden demlenerek Ahir zamanda bizim hıyartolar durmadan gider gelirler, gider yine gelirler ve bir daha yine giderler. Fırsatını bulmuşken durmadan gider gelirler. Bu gidiş ve gelişler bana sadece ve sadece eskiden teknoloji yokken dinkle bulgur döverken beygir, at, eşek ve deve istimal işini hatırlatıyor. Yalnız dink ringiyle Batıya ring arasındaki tek fark dinkte katır zahmet çekerken bulgurcu kazançlı çıkarken bu bizim hıyarların ringinde Devlet Millet zarara uğratılırken hıyaratın cebine birkaç kuruş süflüyat girmektedir. Eskiden bu işe bilgi ve görgüsünü artırmak denirdi. Ancak öküz ve tren misali kimsenin kimseden öğrendiği bir şey ve herhangi bir bilgi nakliyatı da müşarünileyh değildir. Duyduğumuza göre Alamanyada bizimkiler dil bilmediğinden ötürü ciddi bir şekilde taan edilmiş. Memleketimizin yetkililerine de şikâyet edilmişti. Behey hıyarto dil bilmiyorsan önce öğren sonra gideceğin yer hakkında bilgi ve malumat sahibi ol ve gittiğin yerlerde milletini adam gibi temsil et ve gören maşallah desin. Ama ben hıyarım, hıyarın beyni ve ömrü yoktur diyorsan hıyarlığını bil, ayaklarını kıçına sok otur oturduğun yerde. Seni Acur sansınlar. Pek tabiidir ki utanabilmek çok mühim bir erdemdir. O da ancak beynin bir melekesidir. Yüce Çalap da kitabında demiyor mu ki: “Sizin aranızdaki beyinsizler yüzünden hepinizi helak ederim.” İşte tek endişemiz bu helakiyetin vuku bulup hepimizin payımıza düşmemesi için en azından kalem sürtüp tedbir alıyoruz. Hey Yüce Çalap şahit ol hem elimle ve hem dilimle cihat ediyorum. Bu beyinsizleri sana havale edip onların defterini yalnızken dürüp lütfettiğin Ahsen’i Takvim’den onların cebren ve hileyle, iştiyakla senden arzu ettikleri esfelesafiline indir. Bize ve hiçbir mazluma necasetlerini sürtmelerine fırsat verme. Amin!..
Ya yabancı dili burada öğrenin, ya gittiğiniz yerlerde kalıp öğrenin. Gerçi hıyarda beyin olmadığı için öğrenme kabiliyeti de yoktur. Bu yüzlerce kez gidip gelmenin alacağınız üç beş kuruştan başka hiçbir faydası yoktur. Giderken bir şeyler götürün. İlim götüremiyorsanız birer sepet hakiki Türk hıyarı ve turpu götürüp satın. Gelirken de hiçbir şey getirme istidadınız yoksa gördüğünüz yerleri ve kültürünü birer makaleye tahvil edin. Mahrem olan her şeyi yazmak zorunda değilsiniz. İçtiğiniz şerbetler ve yaktığınız cufuklar sizin olsun. Ama yine Atasözünde olduğu gibi “Öküz trenden ne anlar. Hemcinsime hey hıyarto: Bizim Türk bostanlarında rahatça yatıp semirtmek varken bu sıklet çekilmez diyorum sana amma, senin kulaklar, kalbin ve cümle aza-i cevarihlerin mühürlenmişse yapacak hiçbir şey yoktur.
Mademki batıya bu kadar körü körüne ve onun teknolojisinden en ufak bir nasibin olmamasına rağmen aşıksın, git Allah aşkına git vatandaş ol, iltica et eşiklerine yüz sür. Senin sinende ağır bir yük olan Türklüğünden de Müslümanlığından da kurtul ve bir dahi gelmemesine ve Anadolu’ya dönmemesine azm-ü cezm-ü kastet, sende bizden, bizde senden kurtulalım. Sonra görürsün ebenin hıyarını. Feriştahın gelse sen orada kapıcı bile olamayacaksın. Olsan olsan kapılarında zebun olursun. Çünkü “İt kapıda zebun gerek” atasözümüzü unutma. Haddi zatında sen ve sengiller bunu çok iyi bildiğiniz için yabancı vatandaşlığına sahip olduğunuzda Türk vatandaşlığından da vazgeçemezsiniz. Çünki batının nezdinde sizin tek özelliğiniz bizim topraklara olan mensubiyetinizden başka bir şey değildir.
Yüce Çalaptan tek isteğim yabancı mezar olup, taşınıza diyalog seferberi yazılması şeklindedir. Biz burada doğduk burada öleceğiz. Velev ki dünyevi şartlar nakıs da olsa.
Neticeten doğuluyla doğulu batılıyla batılı olan hıyarı ucupperest mahlukat hakikaten siz kimsiniz, kimliğiniz nedir, siz neye taparsınız? Gizli iman olur mu? Pekâlâ ki olmaz. Bana sorsalar aşikare zekeri zebellaha tapınanların ideolojisi bile sizden daha şerefli, haysiyetli ve ahlaklıdır derim.
Geçenlerde Üsküdar meşhur sarhoş imamlar tekkesinde günün rehavetini attıktan sonra biraz deniz havası almak için balaban baba tekkesini geçip boğaz havası ve bol miktarda iyot teneffüs eylerken birden yalı akademisinin müderrislerinden palabıyıkzade İlyas Efendinin mahdumu şerifleri Müzekki efendiyle karşılaştık. Bizi ısrarla davet ederek sadra şifa Baki Efendinin çaylarından ikram etmeye başladı. Hakikaten sohbet çok koyulaşmış içtiğimiz çay kâseleri de bir taraftan dolu gelip bir taraftan boşalıp tezgaha giderken biz hazırun da içtiğimiz çayın sayısını unuttuk. Ben beş deyim siz on deyin. Müzekki Efendi konuyu evirip çevirip hıyar efendinin son hac farizasında nirengileştirdi. Hikaye bu ya hıyarın biri büyük servet sahibi olduktan sonra dünyanın bütün zevk-ü sefasından sonra yaşı da kemale erdikten naşi hac farizasını da yerine getirmek içun otobüsle kutsal topraklara doğru yola revan olur. Otobüs Şam’a vasıl olunca nasıl olsa hac dönüşü bütün günahları ve yaptığı eşeklikler af olacağından dolayı ki itikadımız böyle gerektiriyor. Hacca giden birisi kul hakkı dışında dönüşte affolunmuş olarak döner. Bu ümitle arkadaşlarından ayrılarak kara kaşlı sürme gözlü bir dilber-i Arapla anlaşıp mutena bir mekanda zurna çalıp şerbet içerek her türlü işretle iştigal ederken bitab düşüp sızar. Birkaç gün sonra kendine geldiğinde otobüsü kaçırmıştır. Arkadaşları kutsal topraklara doğru ilerlerken bu hıyar Şam’da kalmaya mahkum olmuştur. Biraz hüzün biraz da içindeki şeytan birbiriyle mücadeleye tutuşmuş olsa da o kahrından günah bataklığına battıkça batmaktadır. Onun günahlarını affettirme şansı da kalmadığı gibi ne hacca ve nede Anadolu’ya dönme şansı olmadığından pasaportu da arabada kaldığından, yerleştiği otelde aylarca kalıp hacca giden arkadaşlarının Şam’a dönmelerini beklemekte beklemesine ancak, zamanını da ihya etmek mecburiyeti hasıl olmuştur. Bu süre içerisinde üzerine aldığı hac parasını her gece Arap dilberlerle işret yaparak ömründe yaşayamadığı imkânlardan en üst seviyede yararlanarak zamparalıkta varılamayacak en marjinal noktaya ulaşıp hücrelerine kadar tatmin olup seküler zaviyeden ihya ol-muşken bir gün hacı arkadaşları otobüsle Medine’den Şam’a vasıl olur olmaz sarılıp sevişirler. Hacı dostlarına tek bir ricada bulunur. Onlar da bu zata acıyarak isteğini makul bulup karşılarlar. İsteği: Her bir hacı arkadaşın bir avuç hurma bir kase dolusu zemzem vermeleri ve bilahare Türkiye’ye dönüldüğünde başından geçenleri anlatmamaları ve bu zatın da hac farizasını yerine getirmiş gibi kabullenmesi şeklindedir.
Evet, hacılar memleketlerine büyük bir aşk ve muhabbetle avdet ederken törenlerle karşılanırlar. Her hacının elleri öpülür, duaları alınır ve hassaten mübarek beldelerle ilgili hac hatıraları dinlenir. Bir taraftan da ev ziyaretlerinde bulunan hoş geldin sefasında insanlara hurma, zemzem ve ilgili hacının ekonomik statüsüne göre de çeşitli hediyeler takdim edilir, edilmesine ancak, bütün hacı ziyaretçilerinin esasen zevk aldıkları bölüm ise anlatılan hac hatıraları ve oradaki mekanların havası ve dünyanın dört bir yanından gelen Müslümanların ahvalini soranlara verilen cevaplar temerküz ediyordu. Her hacı efendi gördüğünü, yediğini, içtiğini, Kabe’yi Muazzamayı, Medine-i Münevvereyi, Safayı, Merveyi, Müzdelifeyi, Arafatı, Makamı İbrahimi, Hira Mağarasını, Cebel-i Nuru, Ecyad Kalesini, Tebük’ü , Teymeyi, Bediri, Uhutu, Zemzemi, ihramı, kurbanı, Malezyalıları, Afrikalı siyahileri, Çinlileri, İranlıları, Batılı ve batının batısından gelenleri, Avustralyalıları, özetle Arapları, Farsları, Türkleri ve oradaki hal ve Ahvali kendi dağarcığı ve kabiliyeti muvacehesinde dile getirip sevinç gözyaşları dökerken bazı uyanık hacıların da Sultan II. Abdülhamit’in Medine’ye kadar döşediği demir yolunu, yollardaki istasyonlarını ve bedevilerin toplayıp kümeler haline soktuğu rayları ve hassaten Medine’deki tren istasyonunun hali pür melalini ve vakti zamanında İstanbul’dan binen bir hacının rahat bir şekilde Medine’ye vasıl olduğunu ve hatta Medine’ye giren trenlerin tekerleklerine de keçeler sarılıp ses ve sarsıntı çıkarmaları engellenirken düdük çalmanın da yasak olduğu, neticeten burada istirahat buyuran Hazreti Fahri Kainatın ve O’nun şanı ve namı adına bu beldenin rahatsız edilmemesine gayret edilmesinde bizim Türk milletine ait bir mazhariyet olduğu ve hatta Medine Müdafii Fahrettin Paşa’nın ordusuyla birlikte İstanbul’a avdet etmesi telgrafına binaen Resulullah’ı ziyaret edip allahaısmarladık diyecekken Aniden titreyip seni yalnız bırakamam Ya Resülullah diyen ve dönmediği gibi askerlerine ben burada kalacağım isteyen geri dönebilir nutku şerifini dinleyen Mehmetçiklerimiz de dönmeme kararı alır. Tahsisat kesilir ve o birliğimiz çekirge yiyerek hayatta kalma mücadelesi vererek şahadet şerbeti içerler.
Evet, bir tarafta bu hacı ve asker kardeşlerimiz, öbür tarafta da hıyar hacı vatandaşımız. Takdiri size bırakıyorum. Bizim hacı hıyar hacca gittiğini ilan edip bütün şartlarını yerine getirerek memleketine döndüğünü hep dillendirmekte ve gururla anlatmaktadır. Ama aslında o sadece Şam’da kalmış arkadaşları bilahare kutsal topraklara vasıl olup Farizalarını yerine getirdikten sonra Şam’a vasıl olup onu da almış getirmişlerdi. Hacı hıyar efendi de diğer hacı arkadaşları gibi evine hacı ziyaretine gelenleri kabul buyurup onlara arkadaşlarından minnetle aldığı zemzem, hurma ve Şam’dan satın aldığı tespihlerden ikram ediyordu etmesine amma her şey onun istediği gibi olamıyordu. Çünkü görmediği ve yaşamadığı, teneffüs etmediği mekanlardan sorulara boğuluyordu. Sonuçta hacı hıyar efendi keskin ve sivri zekasıyla sözüm ona onun da çaresini bulmuştu. Hacı hıyara yahu hacı efendi yediğin içtiğin senin olsun, hoş geldin, sefalar getirdin, Tanrı haccını kabul buyursun şu Kâbe’yi anlatır mısınız? Sorusuna, peki der: Tabi Mekke ve Kabe’yi mükerreme çok hoştur, çok güzeldir; ancak amma velakin Şam-ı Şerif bambaşkadır, diye cevap verir. Başka bir ziyaretçi misafir peki anlaşıldı; Mekke’yi bilmiyorsun, ya Medine-i münevvere nasıl bir yer, Resülullah’ın makamını anlatır mısın diye sorulduğunda bizim hacı hıyar efendi o eski pişkinliğiyle Medine çok güzel bir şehirdir, orada peygamber efendimiz yatarlar çok güzeldir çok hoştur; amma velakin Şam-ı Şerif bambaşkadır, der. Haftalarca hacı hıyar efendiyi ve diğer hacıları ziyaret eden Müslümanlar bir durum değerlendirmesi yaparak diğer hacılardan çok güzel anekdotlar dinlerken bu bizim sahtekâr hacı hıyardan özetle ona Hacc hakkında ne sorarsanız sorun efendice dinleyip sessizce ve sanki efendice bütün muhataplarına efendim kutsal toprakların hepsi hoştur, güzeldir ancak Şam-ı Şerif bambaşkadır, der. Çünkü hacı hıyar sahtekâr bir insandır. Aslında hacca falan gitmemiştir. Nefsi emaresi yüzünden Şam’da kalmış, fırsattan istifade küfrünü tamamlamış, her türlü şerbeti içip zurnasını her türlü makamdan peşrevli peşrevsiz çalmış, dünyevi lezzetlere gark olduğu halde kendisini Ayini ruhani olarak lanse etmektedir. Aslında bizlerin kimsenin ne şerbetine ve ne de zurnasına diyecek hiçbir şeyimiz yoktur, olamaz da. Bu kimsenin hakkı da değildir. İnsan ya Yüce Çalabın adamı olur gereğini yerine getirir. Ya da yine insan dünya ehli olup onu ihya içun elinden gelen her türlü tezevvuktan müstefid olabilmek içun cümle aza ve cevarihlerine düzen verir.
İnsanlar eskiden sadece kavram kargaşası çıkarırken şimdilerde itikadi kargaşa içindeler. Hâlbuki Yüce Mevlana Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol. Diyor. Özetle nereye, nasıl ve ne zaman, ne kadar giderseniz gidin onu herkes kendisi bilir. Ancak sizden tek ricam hıyar olarak gidip hıyar olarak dönmeyin. Hiç olmazsa acurluğa terfi edin.
22 Ağustos 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder