7 Kasım 2010 Pazar

YAKINDA!!!


O BİR SÜPER KAHRAMAN. TÜM SÜPER KAHRAMANLAR GİBİ ONUN DA BİR PELERİNİ, GÖĞSÜNDE İSMİNİN BAŞ HARFİ VAR. KÖTÜLERİN, ZALİMLERİN, YAVŞAKLARIN VE DE DALYARAKLARIN KORKULU RÜYASI; İYİNİN, GÜZELİN, HAKLININ, MAZLUMUN SAVUNUCUSU; O ŞANZO!!! (Not: Bu süper kahramana bir türlü tayt giydiremedik, adamda taklavat sağlam, şalvar ancak kurtardı!)

9 Ekim 2010 Cumartesi

Mühim Bir Kalemşörün Ord. Prof Dr Hayrullah Şanzumi'ye Mobbing Uygulayan Ehven Zevatın Rezil Olması Üzerine Kaleme Aldığı Bir Şiir

Üstüne

Şanzumi'yi mobbing için kobay sanırdı
Al oturdu kaldı işte kıçın üstüne
Rabb'e kul olanı ezmek kolay sanırdı
Ol kenefe döndü şimdi, sıçın üstüne

Şanzumi kitap yazar o dava ederdi
Öğrenciyi sevmez, sanki koyun güderdi
Akçeye sevdası hele hepten beterdi
Gitti de oturdu dik ardıçın üstüne

Yediğin nane zerdevat yetmişi aştı
Lakin düştü masken, hak yerine ulaştı
Seni adam sanan millet haline şaştı
Sifon çekti düştüğün sarnıçın üstüne

GÜVERCİNNAME'Yİ İNDİRİN

GÜVERCİNNAME (Tam Metin)





GÜVERCİN UÇUVERDİ































































GÜVERCİNNAME







GÜVERCİN MEDENİYETİ















Prof. Dr. Hayrullah ŞANZUMİ











































İTHAF





Her
gün güvercinlere nazar eylediğimde canımdan aziz
bildiğim “Güvercin Medeniyeti”ni çağrıştıran
Hazret-i Fahri Kainat, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve dedem Ser
Müderris-i Azam H. Ş. Mehmet Said Efendi hazretlerinin
mübarek ruhlarına bu naçiz eserimi kabul buyurmaları
ümidiyle çoban armağanı sadedinden akdamı
şeriflerinin altına seriyorum.





Ord.
Prof. Dr. Hayrullah Şanzumi














İçindekiler














ÖNSÖZ





Güvercin
uçuverdi, kanadın açıverdi ve kanadın
çırpıverdi. Güvercinin uçması kadar
tabii bir şey olmasa gerektir. Biz bu çalışmamızda
güvercini bizim medeniyetimizin bir simgesi olarak telakki
ediyoruz. Evet, hakikaten Türk İslam Medeniyetinde bütünü
ile tarihi seyir coğrafya usul, adap, dahili ve harici
münasebetleri bakımından güvercin metafor
(istiare) olarak kullanılmaktadır. Güvercinin
medeniyetimiz ve özellikle coğrafyamız açısından
büyük önem arz ettiği varsayımıyla yola
çıkarak güvercinin uçması, kanatlarını
açmasının tabii bir seyri süluk olup ancak bu
uçuşun mutat olup olmadığı ve sonuçta
kanat çırpma hadisesinin medeniyetimizin can çekişmesi
veya zaafa uğraması sadedinden bu çalışmamız
da direk güvercinle alakalı birkaç tane makalenin
olmasına rağmen çalışmamızın
bütününe mührünü vurması tesadüfi
olmayıp başlıkları farklı farklıda olsa
kitabımızın bir bütün olarak mütalaa
edildikten sonra bir medeniyetin hali pür melali ve bu
medeniyetin mensuplarının çıkmazları
değerlendirilmektedir.


Burada
esas olanın güvercinin uçup uçmaması
olmadığının simge ve de imgeden hareket edilerek
bir tespitin paylaşılması söz konusudur.


Bugüne
kadar kaleme aldığımız akademik çalışmalarda
yöntem olarak evvel emirde tez ve plan şekillendirildikten
sonra bal peteğinin doldurulması işleminde olduğu
gibi çizilmiş olan girizgâhın içinin
doldurulması ve bu minval üzere hareket edildiğini
ifade etmek isterim. Çükü akademik çalışmalar
size ilgili otorite tarafından belirlenen şablonun dışına
çıkma özgürlüğü vermemekle
kaimdir.


Ancak
eğer siz gayet özgün bir çalışma
yapıyorsanız faaliyetleriniz sizi kontrol edecektir
anlamına gelmektedir. Kalemi elinize alıp yazmaya
başladığınızda sadrınızdaki
doğaçlama, beyin ve ona vesile olan el ve de kalem
maharetiyle kağıda dökülecektir; adeta ona
mührünü vuracaktır. Bu vesileyle kitabınızın
ünitelerini oluşturacak makalelerin seyri süluku ve
nirengileştiği ana tema siz kitabınızın
adını ne korsanız koyun bir de bakacaksınız
ki ilgili kitap kendini adını adeta seslendirerek iddia
edecektir. Siz de bu realiteye boyun eğmekten başka bir
alternatif koyamayıp adeta teslim oluverirsiniz. Bu kitabı
kaleme aldığım ilk günlerde serbest denemeler
adını koyacağımı düşünürken
eser şekillenmeye başlayınca arkadaşlarımla
yaptığım istişare ve haasaten çalışmalarımla
yakından ilgi ve alaka gösteren Sayın Dr. Galip
Boztoprak Beyefendi Sakarya’dan Üsküdar’a bir
dönüşümde Yalı Akademisinde çay içip
orada günün yorgunluğunu atıp biraz hasbihalden
sonra evime avdet edecekken elime bir kalem biraz da müsvedde
kağıt vererek “Azizim Güvercin Uçuverdi
başlığıyla bir makale yazar mısın?”
dedi. Ben de günün yorgunluğuna rağmen kalemi
elime alıp kaleme yemin eden Zatül Ekbere sığınarak
makalemi takriben yirmi dakikada tamamladım. Demek ki iyi bir
ayak olmuştu ki hızımı alamayıp eve
gittiğimde bir de Güvercin Medeniyeti başlıklı
bir makaleye sahip olunca dolayısıyla bu iki makalenin
güvercin üzerinden gereken mesajları medeniyetimizin
mirasyedisi olan insanımızın hal ve de ahvalini
dillendirmiş olmamız bu kitap da “Güvercinname”
ismini hak etmektedir.


Medeniyetten
ferde, fertten medeniyete doğru yapılan değerlendirme
ve atıflarda hayatın ana unsurunu üç safhada
belirlemek mümkündür kanaatindeyiz. Bunlar:



  1. Mükaleme:
    İnsanoğlunun konuşmaya başlaması ve bu
    hasletini en entelektüel biçimde kullanması.


  2. Mükatebe:
    Yazıyı icat, yazıyı öğrenme, yazma ve
    yazışma neticesinde ortaya koyma hali ve kültürel
    birikim.


  3. Müsakeşe:
    Nefislerin karşılıklı alış verişi,
    diyalogun en kutsal hali ve nesillerin varlığını
    idame ettirme çabası.




Bu coğrafyada bizimle
fazlasıyla hemhal olmuş güvercin metaforuyla hayat
reçetemizi kendi zaviyemizden beyin jimnastiği yaparak
mütalaa ediyor; bu vesileyle bize destek olan bütün
dostlara şükranlarımızı bir borç
biliyor; sanıyen kaleme ve yazıya kılıç
çekmiş zevatın merak ederek acaba bu zat ne yazıyor
diyerek bu vesileyle farkına varmadan okumaya ve dolayısıyla
paslanmış kalemlerini alıp hayırlı şeyler
yazmalarına ayak olması ümidiyle bu mükatebelerimi
önemsediğimi arz ediyorum. Vesselam.







MEDHAL (GİRİŞ)





Çeşitli
ve de çeşnili makalelerden temerküz eden bu
çalışmamızda global olarak değerlendirildiğinde
mefrukat gibi arz ve endam edilse de temelde ittifak edilen nokta-i
nazarın medeniyetimizin maziden atiye ve atinin atisine kadar
seyrüencam, serencam ve serüvende sergilediği hal ve
ahval mabadehu muhtemel girizgahların tespiti meyanında
yanlışların tekerrüren set sadedinden tarih
sahnesindeki mevcudiyetimizin akamete uğratılmaması
içün sayü gayret edilmiştir.


Pek
tabiidir ki kitabımızın güvercinle tesmiyesi
mevcudiyetiyle müftehir olduğumuz ve mensubiyetini
tezavvukla ifade buyurduğumuz T.C. Devletinin ve dolayısıyla
medeniyetimizin ana simgelerimizden olan güvercinle tesmiye
ediyoruz.


Makalelerimizi
bir taraftan kaleme alıp bir taraftan da dosyalarken tam bu
hengamede Sakarya dönüşü Yalı Akademisine
uğrayıp çaylanıp eve avdet edecekken Asitanenin
kıdemli kültür adamı ve ehem editör
Ağabeyimiz Galip Boztoprak Beyefendi elime bir kalem
tutuşturarak bir miktar da müsvedde kağıt vererek
hocam “Güvercin Uçuverdi” başlıklı
bir makale yazar mısın diye buyurdular. Bendeniz de
sabahleyin medreseye gidip sekiz saat tedrisat eyleyüp geri
döndüğümü tam 16 saattir ayakta olduğumu
ve de çok yorgun olduğumu beyan etmiş olsam da
ısrarlarına dayanamayıp Biismihi Teala Tanrım
utandırmasın deyip kalemin Rabbine sığınarak
tam 20 dakikada bu makaleyi tamamlayıp kendilerine verdim. Galip
Bey dostum internetten Ankara yöresine ait olan meşhur
güvercin türküsünü de indirip makaleme
ulayarak önce Sakarya Halk bilahare
www.idealdusunce.com
da yayınladıktan sonra bu elimizdeki kitaba yerleştirdiler.
Bilahare yaptığımız mükalemede bu kitabın
da adınıngüvercin endeksli olabileceği üzerinde
mutabakatta bulunulmuştu. Ancak işim çok zordu.
Çünkü bütün makale ve ünitelerin
güvercinle alakalı olmasının gerekebileceği
zehabına kapılmıştım. Bayağı
sıkıntılı bir tesmiye sürecine girilmiş
olsa da çalışmalarımız neticesinde ilmi
faaliyetimize mihver olarak güvercinle alakalı bir
isimlendirmenin çatı oluşturma sadedinden pek de
yabana atılmayacak bir tespit olabileceğinde karar kılmış
bulunmaktayız. Bu zaviyeden medeniyetimizin ve medeniyetimizin
son yüz akı ve de incisi olan Türkiye Cumhuriyetinin
simgelerinden olan güvercinle alakalı bir tespitimizi
paylaşmak mecburiyeti hasıl olmaktadır.


Önce
takriben 1952 de ve bilahare 1980 lerde Diyanet İşleri
Başkanlığımızın dergilerinde de
yayınlandığı veçhesiyle Zafer
Mustafa’nındır başlıklı yazıyı
özetliyoruz. Ankara’nın tren garının taş
yapılı binası seraskerlik binası olarak hizmet
vermektedir.


Gazi
Hazretleri (Mustafa Kemal) dönemin Genelkurmay Başkanı
(İlk) Mustafa Fevzi Çakmak’la geç saatlere
kadar büyük taarruza hazırlık planları
yaparlar.


Gecenin
ilerleyen saatlerinde Mustafa Fevzi Çakmak evine istirahata
gider. Mustafa Kemal ise aynı karargâh binasının
üst katına çıkarak uykuya dalar. Tam sabah
namazı ezanı ile yatağından heyecanla fırlayan
Mustafa Kemal yaverine acele ile Mustafa Fevzi Çakmak’ı
evinden alınıp getirilmesini emreder.


Yaver
gider fakat evde Mustafa Fevzi Çakmak’ı bulamaz.
Çünkü hanımı Çakmak’ın
Gazi Hazretlerine gittiğini söyleyince yaver de döner.


Başkomutanlık
çalışma odasında heyet toplanmıştır.
Gazi Mustafa Kemal çekmecesinden çıkardığı
kâğıtlardan birini Mustafa Fevzi Çakmak’a
verir ve ona bu gece gördüğü rüyasını
yazmasını emreder. Gazi öbür kâğıda
da hazırunun önünde gördükleri rüyalarını
daha seslendirmeden kayıt altına alırlar.


Yazma
işlemleri bitirilince kâğıtların ikisine de
o gece iki büyük kumandan olan Mustafa Kemal ile Mustafa
Fevzi Çakmak’ın aynı gecede aynı rüya
ile şereflendikleri hadisesi calibi dikkattir.


Görülen
rüya aynen şöyledir: Hacı Bayram-ı Veli rüya
âleminde iki Mustafa’ya da seslenerek Büyük
Taarruz için şu müjdeyi verir.


“Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) selamları var. Mustafa’ya söyle
zafer onundur.” Çok ilginçtir bu rüyayı
iki komutan da görür. İkisinin de adı
Mustafa’dır. Haddizatında Peygamberimizin de
isimlerinden birisi malumu âlilerinizdir ki Mustafa’dır.
Güvercin makalelerimizde de ifade etmeye çalıştığımız
gibi Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin ve yeni kurulacak
olan T.C. ve de Ankara’nın simgesi Güvercindir. Bir
bakıma güvercin Hacı Bayram-ı Veli sıfatında
Hz. Muhammed Mustafa’dan (s.a.v) Mustafa Kemal ve Mustafa Fevzi
Çakmak arasında üçlü bir mekik dokuyarak
Devletimizin temellerini teşkil edecek olan taarruzu
başlatmalarını, zaferin aslında müteselsilen
bu üç Mustafa’nın olacağı müjdesi
verilmiştir. Bizler de buradan hareketle milletimizin ve de
devletimizin ızdırap ve kıvançlarını
yoğurarak ortaya koymaya çalıştığımız
bu eserimize Hz. Hacı Bayram-ı Veli, Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v.) ve de Gazi Mustafa Kemal ile Mareşal Mustafa Fevzi
Çakmak’ın ve bütün şehitlerimizin
ruhaniyetinin muazzeziyetine binaen bu çalışmamızı
güvercinle ilişkilendirirsek bu tesmiyenin muallakta
kalmayacağı kanaatindeyiz. Gayret bizden takdir
karilerimize ait. Deruni muhabbetlerimle.







GÜVERCİN TARİHİ VE GÜVERCİN
COĞRAFYASINA ATF-I NAZAR






GÜVERCİNLER HAKKINDA
EN ESKİ BİLGİLER



Güvercin,
insanoğlunun ilk evcilleştirdiği kuş türü
olarak bilinmektedir. Bu konudaki en eski bilgiler, M.Ö. 4500
yıllarına, yani günümüzden yaklaşık
6500 yıl öncesine kadar gitmektedir. Köken olarak
evcil güvercinin ilk olarak Orta Asya milletleri tarafından
eğitildiği tahmin edilmekle birlikte son yıllardaki
bulgular güvercinin Anadolu kökenli bir gelişim
göstermiş olabileceğini de düşündürmektedir.



ESKİ ÇAĞLARDA
GÜVERCİN YETİŞTİRİCİLİĞİ



Güvercinin
evcilleştirilmesi ister Asya kökenli, ister Mısır
ve Mezopotamya kökenli isterse de Anadolu kökenli olsun,
güvercinin çok eski devirlerden beri evcilleştirildiği
ve insanlar tarafından farklı amaçlarla kullanıldığı
bir gerçektir. Evcil bir türden bahsettiğimiz için
güvercin ırklarının gelişiminde insanların
seçimi belirleyici rol oynamıştır. Eski
dönemlerdeki bölgeler arası yoğun ticari
ilişkiler ve savaşların da etkisi ile güvercin
ırkları da hızlı bir şekilde dünya
üzerine yayılmıştır.



Başlangıçta
eti ve gübresi için yetiştirilen güvercinler,
daha sonraları bu hayvanların yön bulma, yuvasına
bağlılık ve uzun mesafeleri uçabilme gibi
yeteneklerinin keşfedilmesi ile birlikte haberleşme amaçlı
kullanılmaya başlamışlardır. Özellikle
savaşlar sırasında güvercinlere haberleşme
konusunda önemli görevler düşmüştür.
M.Ö.1200 yıllarında Mısır’da
güvercinlerden haberleşme amacı ile yararlanıldığını
görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde haberleşme
amaçlı yetiştiricilik farklı ülkelere de
yayılmıştır. M.Ö. 300 yıllarında
Çin’de güvercinlerle bütün ülkeyi
kapsayan bir haberleşme ağı kurulmuştur.
Özellikle savaş sırasında ki haberleşmelerde
güvercinler önemli bir rol oynamışlardır.
Cengiz Han’ın seferleri sırasında haberleşme
amaçlı posta güvercin kullandığı
bilinmektedir.



Bağdat
halifelerinin de güvercinlere çok değer verdiği
bir gerçektir. Suriye’nin güçlü
hükümdarı Nureddin ( 1146 – 1174 ) Mısır’da
yıllarca çok iyi işleyen bir güvercin posta
şebekesi kurmuş olması ile ünlüdür. Bu
amaçla kullandığı güvercinlerin ayak ve
gagalarını kendi şifreleri ile işaretlemiştir.
Kullandığı güvercinler Irak’tan getirilen
boyunları renkli ve benekli beyaz güvercinlerdi.



Eski Yunan
ve Roma’da da savaşlar sırasında güvercin
kullanımı yaygındır. İslam öncesi Orta
Asya’da bulunan Türk devletleri ile Büyük
Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlılarda da
güvercinler hem haberleşme hem de güzellikleri için
yetiştirilmişlerdir. Anadolu’da Yapılan
kalelerin bazılarında posta güvercinleri ile
haberleşme amaçlı güvercinlikler inşa
edilmiştir. Bunların güzel bir örneğini
Adıyaman’da Memlük egemenliği döneminden
kalma Yeni Kale’de görebiliriz. Son büyük
savaşlar olan I. Ve II. dünya savaşlarında da
güvercinlerden haberleşme amaçlı
yararlanılmıştır. Hele telsiz ve telefon
görüşmelerinin yapılamadığı
anlarda posta güvercinleri çok işe yaramışlardır.
Hatta savaş sonrası hizmetlerinden ötürü
madalya verilmiş posta güvercinleri bile
bulunmaktadır.
Günümüzde posta güvercini
yetiştiriciliği daha çok sportif ve yarış
amaçlı olarak yapılmaktadır. Haberleşme
gereksiniminin yanı sıra güvercinler güzellikleri,
uçarken yaptığı oyunlar ve bazen de ötüşleri
için yetiştirilmişlerdir. Bugün ülkemizde
“Ankut” ve “Demkeş” adı ile
tanıdığımız güvercin ırkları
eski devirlerde bu amaçla ve özelliklede ötüşü
için yaygın olarak yetiştirilmekteydi. Ankut ırkı
ve demkeşlerin dönemin gözde kuşlarından
olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.
Hakkında kayıt bulunan en eski ırklarımızdan
biri olması nedeni ile Ankutların kısaca tarihi
özellikleri.



ANKUT IRKI GÜVERCİNLER



Dünyada
Ankut Trumpeter ya da Ankhut Trumpeter gibi adlarla bilinen
güvercinler ülkemizde bugün ankut adı ile
anılmaktadır. Peygamberimizin torunu ve Hz Ali’nin
oğlu olan, 680 yılında Kerbela’da öldürülen
İmam Hüseyin’in atmaca ve doğan avladığı,
ayrıca çakşırlı ( paçalı ) kut
( ankut ) güvercin beslediği yazılıdır.



Hz Eyüp’ün
mağarasında beslediği söylenen bu güvercinlerin,
halk arasında çocuğu olmayan kadınlara uğur
getirdiği ve hatta gece uykusunda korkan kadınların
dertlerine deva olduğu söyleniyor.



Yetiştiriciler arasında,
dem çekme özellikleri ve sürelerine göre değer
verilen bu güvercinler, köken olarak Orta Asya Türkmenistan
kaynaklıdırlar. Türklerin göçleri ile
birlikte dünyaya yayılmışlardır.



TÜRKLER’DE GÜVERCİN
YETİŞTİRİCİLİĞİ



Eski Asya
kökenli Türk toplulukları arasında güvercine
ilişkin yaygın bir kültür olduğu
görülmektedir. Sınırlı ve belli alanlardaki
kelimeleri içine alan Göktürk yazıtlarında
güvercin kelimesi bulunmamaktadır. Ancak Orta Asya Türk
topluluklarından Uygurlara ait en eski yazılı
metinlerde güvercin anlamında “kökürçkün”
ve “köğürçün” gibi kelimelerin
kullanıldığını görüyoruz.



O dönemde
Çin’de güvercin yetiştiriciliğinin yaygın
olduğu bilinmektedir. Özellikle haberleşme sistemini
M.Ö. 300’lü yıllarda bütün ülkede
güvercinlerle sağlamayı başaran bir ülkede
güvercin yetiştiriciliğinin çok eskilere
dayandığını tahmin etmek zor değildir. Ancak
taklacı güvercin ırkının Orta Asya Türkistan
kökenli olduğu etimolojik incelemelerden anlaşılmaktadır.



KÖME GÜVERCİNLERİ



Köme
güvercinleri” bugün Şanlıurfa’da
“Halis Güvercinler” olarak adlandırılmaktadırlar.
Dünya da Dewlap ( gerdanlı ) ırkı olarak
bilinirler. Ülkemizde bu ırka ait çeşitli tipte
güvercinler bulunmaktadır. Eskiden Osmanlı devleti
sınırları içinde bulunan Suriye ve Lübnan
kökenli olan bu güvercinlerin Halep’te ve Beyrut’ta
bol miktarda bulunduğu bilinmektedir.



TAKLACI IRK GÜVERCİNLER


Köme
güvercinlerinin yanı sıra Doğu Türkistan’da
“beyaz kağıt oyun güvercini” ve “siyah
pars oyun güvercini” adı ile bilinen taklacı
güvercin ırlarından, iki ya da üç çeşit
güvercinin bulunduğuna ilişkin bilgiler vardır.
Taklacı ırkın diğerlerinden daha yüksek
uçtuğu ve uçarken takla attığı
belirtilmektedir.



SELÇUKLULAR’DA
GÜVERCİN YETİŞTİRİCİLİĞİ



Türklerin
Anadolu’ya girişleri 1071 Malazgirt savaşı
sonrası yaygınlık kazanmış olmakla birlikte
Türklerin Orta doğu ve Anadolu’ya gelmeye başlamaları
daha eski tarihlere dayanmaktadır. 1000’li yılların
başında bugünkü İran, Suriye ve
Mezopotamya’yı kapsayan bölgede kurulan Büyük
Selçuklu devleti, Orta Asya ile bugünkü Rusya’nın
güneydoğusunda yaşayan Türklerin bu bölgeye
göçleri ile kuruldu. Bu bölge, taklacı ırkın
Asya’da yetiştirildiği bölgedir. Taklacı
ırkın bu göç sonrası Büyük
Selçuklularla birlikte bu bölgeye yayıldığı
ve daha sonra da Anadolu’ya girdiği düşünülmektedir.



SELÇUKLU IRKI GÜVERCİNLER



Dünyada
“Seljuk Fantail” ya da “Sedjucken” gibi
adlarla tanılan Selçuklu ırkı eski ve tarihi
bir ırkımızdır. 1000’li yılların
başında Anadolu Selçukluları kanalı ile
Anadolu’ya girmişlerdir. Selçuklu Sultanlarının
Selçuklu ırkı güvercinleri koruyabilmek amacı
ile saray dışına çıkışına
izin vermedikleri bilinmektedir. Konya’da 1200’lü
yıllarda yaşadığı bilinen Hz. Mevlana’nın
da Selçuklu ırkı güvercin yetiştirdiği
menkıbelerde kayıtlıdır.



OSMANLILAR’DA GÜVERCİN
YETİŞTİRİCİLİĞİ



Osmanlı
sarayında başlangıçta kuşçuluk,
daha çok avlanma gereksinimi ile birlikte yürümüştür.
İlk padişahlar ava önem veren kişilerdi. Bu
dönemde sarayda, Doğancıbaşı, Atmacacıbaşı,
Şahincibaşı, Çakırcıbaşı
gibi kuşlarla ilgilenen rütbeli kişiler bulunmaktadır.
Bunların denetiminde çalışan ve belli bir
hiyerarşi içinde dizilmiş bir çok görevli
vardır. Sonradan bu av geleneği terk edilmiştir.
Padişahlar 5. Mehmet’ten sonra av ile ilgilenmemişlerdir.
Ancak “şikar halkı” denilen bu av teşkilatı
korunmuştur. 1600’lü yılların başında
sarayda görevli 30 doğancı, 271 çakırcı,
276 şahinci, 45 atmacacı olmak üzere 592 görevli
çalışmaktadır. İlerleyen yıllarda bu
görevlilerin sayıları azalmıştır.
Osmanlı
toplumunda güvercin yetiştiriciliği saray içinde
ve halk arasında oldukça yaygın bir uğraştır.
1600’lü yıllarda yaşadığı tahmin
edilen ve sözleri Karacaoğlan’a ait olan bir halk
türküsünde bile taklacı güvercinlerden
bahsedilmektedir. Yaptığım aştırmalardan,
taklacı ırkın daha çok halk içinde
yaygın olduğunu, saray da ise süs güvercinlerinin
makbul kabul edildiği gibi bir sonuca vardım.



BAĞDATLI IRKI GÜVERCİNLER



Bağdadi,
Bağdadiye ve Bağdatlı adları ile ülkemizde
bilinen bu güvercin ırkı, Irak kökenlidir. Dünya
da Bagdette, Baghdad gibi adlarla tanınmaktadır. Eskiden
Osmanlı toprakları içinde bulunan Irak’ta,
yaygın olarak yetiştirilmekteydiler. Ancak tüm çevre
bölgelerde değer verilen ve bilinen bir güvercin
ırkıdır. Bir çok kaynakta adından
bahsedilen bu güvercin ırkı için dönemin
en değer verilen kuşu olduğunu söylemek sanırım
yanlış olmaz. Daha çok haberleşme amaçlı
kullanılan bir kuştur. Uzun uçması ve yuvasına
bağlılığı onu, iyi bir posta güvercini
haline getirmiştir. Anadolu’da eski devirlerde “salma
kuşu” olarak kullanılmıştır. Bir yere
yuvasını yaptıktan sonra, başka bir yere
alıştırmak imkansız gibidir. Aradan 10 yıl
bile geçse bıraktığınızda ilk
yuvasını bulur. 1600’lü yıllarda Evliya
Çelebi Bursa’dan bırakılan kuşların
İstanbul’a hemen ulaşabildiklerini belirtmektedir.







DEMKEŞ IRKI GÜVERCİNLER



Eski
kaynakların neredeyse tümünde adı geçen
bir güvercin ırkıdır. Buradan, eski dönemlerde
çok yaygın olarak yetiştirildikleri sonucunu
çıkartabiliriz. Anlatım şeklinden o dönemlerde
oldukça değer verilen bir ırk olduğu
anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi, İstanbul
ile ilgili anlatılarında 1638 yıllarında
İstanbul’da demkeş ırkının
yetiştirildiğini söylemektedir.



HÜNKARİ IRKI
GÜVERCİNLER



Ülkemizde
bugün Hünkari adı ile bilinen güvercinler, dünya
üzerinde “Oriental frill” adı ile
tanınmaktadırlar. Oriental frill ırkının
kökeninin Türkiye olduğu ve Türkiye’de
Manisa ve İzmir illeri ile çevresinde yetiştirildiği
bir çok yabancı kaynakta belirtilmektedir. Fransızlar
bizim bu ırkımıza “Cravate Oriental” adını
verirken, Almanlar “ Oriental Movchen” demektedirler.
Hünkari ırkı güvercinler Anadolu’da
yetiştirilmiş bizim kendi ırkımız olmakla
birlikte, bugün ülkemizde tükenme noktasına
gelmiştir.



Osmanlı
sarayında yetiştirildiğini bildiğimiz ırklardan
biri de hünkari adı ile bilinen bu ırkımızdır.
Hünkari adı yalnız sarayda yetiştirilmesinden
gelmektedir. Hünkara ( padişaha ) ait anlamına gelen
hünkari adlandırması, bu güvercinlerin saray
dışında yetiştirilmesinin yasak olmasından
ileri gelmektedir. Bu yasaklama ırkın korunmasını
amaçlamaktadır.



BANGO IRKI GÜVERCİNLER
( MISIRİ, MISIRLI, MISRİ, GÜLLÜ )



Evliya
Çelebi Osmanlı’da yetiştirilen güvercin
ırklarını sayarken Mısıri adı altında
bir ırktan bahsetmektedir. Bu ırkın Osmanlı’da
oldukça yaygın olduğu farklı kaynaklardan elde
edilen bilgilerle desteklenmiştir. Bu güvercinlerin Mısır
kökenli oldukları bilinmektedir.



İSTANBULLU IRKI GÜVERCİNLER



Dünyada
“Damascus” adı ile tanılan bu güvercinlerin,
Eski Mısır papirüslerinde ve taş oymacılığında
figürlerinin bulunması, İstanbulluların
geçmişinin çok eskilere dayandığını
göstermektedir. Eskiden Arabistan yarımadasında bu
güvercinlere Mahomet ( Muhammet ) denilmekteydi. Böyle
adlandırılmalarının belli bir dinsel inanış
temelinde geliştiği bilinmektedir. Bu ırk 1600 lü
yıllarda İran ve Osmanlı devletinde de yetiştirilmeye
başlanmıştır. Bu ırktan Evliya çelebi
de bahsetmekte ve 17.yy’da Osmanlı toplumunda
yetiştirildiğini söylemektedir.



BURSA IRKI GÜVERCİNLER



Ülkemizde
Bursa, Oynar ya da Akkanat adı ile bilinen bu güvercinler,
dünya üzerinde “Bursa Roller” adı ile
tanınırlar. Makaracı ırklarımızdan biri
olan Bursa ırkının tarihinin oldukça eskilere
ve Osmanlı toplumu dönemine dayandığı bir
çok yetiştirici tarafından genel olarak kabul edilen
bir görüştür. Bu konuda elimizde net bir belge
olmamakla birlikte, bu güvercinlerin geçmişi Osmanlı
devletinin kuruluş dönemleri ve Bursa’nın
alınarak sürekli başkent haline geldiği 1335
yıllarına kadar gitmektedir.



DİYARBAKIR GÜVERCİNLERİ



Diyarbakır’da
gül ve ipek merakının yaygın olduğu Osmanlı
Devletinin son dönemlerinde, Diyarbakır’ın ileri
gelen zengin aileleri arasında, konaklarda güvercin
yetiştirilmekteydi. Bu geleneğin Diyarbakır’da
500 yıldan beri var olduğu bilinmektedir. Bu nedenle
güvercinler bölgede biraz da güç ve zenginlik
göstergesi olmuşlardır. Bugün bile bölgede
fazla kuşa sahip olmak bir ayrıcalık ve mevki gibi
algılanmaktadır.



OSMANLI’DA YETİŞTİRİLEN
DİĞER IRKLAR



Evliya
Çelebinin belirttiğine göre, 1600 lü yıllarda
Osmanlı’da, kuşbazlar 500 dükkân ve 600
kişiden oluşmaktadırlar. Yetiştirilen güvercin
ırkları ise şöyle sıralanmaktadır; pal,
taklabaz, şeber, cevizi, Şami, Mısıri, Bağdatlı,
munakkit, alare, marselos ( martoloz ), demkeş, sabe, talazlı,
pelenk, jebar, kızıl ala, kara ala, tekir ala, varkil ala,
sade kut, taçlı kut, çakşırlı kut.



BORAN, BORANHANELER VE
GÜVERCİNLİKLER


Osmanlı
döneminde özellikle Diyarbakır çevresinde,
“boran” adı verilen bir güvercin daha vardır.
Ancak bu evcil bir tür olmayıp yabanidir. Boranlar bu
bölgede gübresi ve eti için yetiştirilmektedirler.
Yabani bir tür olduğundan bu güvercinler için
yapılan özel yapılarda barındırılmaktadırlar.
Boranlar, kale benzeri bu yapıya istedikleri gibi girip
çıkabilmektedirler. Bu kuşlara yem verilmez kuşlar
yemini dışardan kendisi bulur. Diyarbakır’da bu
yapılara “boranhane” denirken başka yerlerde
güvercinlik de denilmektedir. Eskiden Kapadokya bölgesinde
kayalara oyulmuş bir çok güvercinlik bulunmaktaydı.
Bu güvercinliklere bugün de özellikle Soğanlı
vadisinin girişinde bolca rastlanmaktadır. Kayalar
üzerindeki delikler beyaza boyanarak kuşların
dikkatini çekmesi sağlanmaktadır. Kapadokya’da
bu güvercinliklerden elde edilen gübreler, bölgede
yaygın olan üzüm bağlarında kullanılıyordu.



Boranhaneler
gübre elde edilen bir tür ticari işletmelerdir. Bu
güvercinlerin gübresine “koğa” adı
verilir ve çok değerlidir. Bu güvercinlerin etinden
yapılan kebapların lezzeti ise eski dönemdeki bir çok
yabancı gezginin anılarında yer almaktadır.



Boranların
eti de çok lezzetlidir. Diyarbakır boranhanelerinde
yetişen güvercinlerin etlerinin lezzeti dünyaya ün
salmıştır. 1612’de Diyarbakır’a gelen
Polonyalı Simeon seyahatnamesinde Diyarbakırlılar için
şöyle der, “... yemek hususunda da cömert olan
bu insanlar, Lehistan hariç, İstanbul ve Halep’te
dahi görmediğim bir surette mükellef sofralar kurarlar
ve çok lezzetli yemekler ikram ederler. Çeşitli
kebaplar, börekler ve diğer pahalı yemeklerle beraber
ikram edilen koyu ve tatlı Ergani şarabından bir
bardaktan fazla içemezsiniz. Tokat’ın paçası,
Halep’in mıklası ve Harput’un çakıl
ekmeği gibi Amid’in de ( Diyarbakır ) güvercin
kebabı meşhurdur.”



1680’de
Diyarbakır’a gelen Tavernier ise 1682’de yayınladığı
kitabında şunları yazar, “ ... Diyarbakır
toprağı çok verimli olup ekmeği ve şarabı
nefistir. Burada yenilen et başka bir yerde bulunmaz. Bilhassa
burada yenilen güvercin, büyüklük ve tat olarak
Avrupa’dakileri çok geride bırakır.”



OSMANLILAR’DA
POSTA GÜVERCİNİ YETİŞTİRİCİLİĞİ


Osmanlılar
da başlangıçtan beri savaşlarda haberleşme
amaçlı posta güvercini kullanıldığı
bir gerçektir. Hatta Diyarbakır’ın Osmanlı
topraklarına katılması böyle bir güvercinin
ulaştırdığı haber sonucu olmuştur. Şah
İsmail ve onun denetimindeki Karahan komutasında bulunan
İran orduları, Diyarbakır kalesini kuşatmıştır.
Kale halkı kuşatmaya karşı direnmiş ancak
açlık ve kıtlık sonucu teslim olma noktasına
gelmiştir. Tam bu noktada halkın imdadına bir posta
güvercini yetişmiş ve Osmanlı ordusunun Bıyıklı
Mehmet Paşa komutasında büyük bir ordu ile
İstanbul’dan yardıma geldiği haberini
getirmiştir. Bunun üzerine halk direnişe devam
etmiştir. Bu ordunun Diyarbakır’a ulaşması
sonrası 10 Eylül 1515’de Diyarbakır Osmanlı
topraklarına katılmıştır.



Bu
tarihten sonra her 10 Eylül gününde Diyarbakır’da
kurtuluş şenlikleri düzenlenmesi bir gelenek haline
gelmiştir. Bu şenliklerin en önemli özelliklerinden
biri de güvercin yarışmaları düzenlenmesi ve
yarışı kazananlara altın olarak ödül
verilmesidir. Bu gelenek, Diyarbakır’da 400 yıl
yaşatıldıktan sonra ne yazık ki I. Dünya
savaşının kıtlık dolu yıllarında
ve onu izleyen Cumhuriyet döneminde unutularak terk edilmiştir.
Bu geleneğin bölgede güvercin yetiştiriciliğini
ciddi şekilde teşvik etmiş olması doğaldır.
Bu gün bile Diyarbakır’ın güvercinleri ile
ünlü bir kentimiz olmasında bu geleneğin
etkisinin büyük olduğu düşüncesindeyim.



Osmanlılarda
haberleşme amaçlı kullanılan güvercinlerin
başında Bağdat güvercini gelmektedir. Bağdat
güvercinleri o dönemde gerçektende çok
kıymetli ve değerli olarak kabul edilmekteydiler.



Osmanlı’da
posta güvercini yetiştiriciliği askeri amaçlı
olarak ele alınmaktadır. Bu konudaki en eski belge 1890
tarihlidir. Bu belge, Osmanlı ordusunda askeri amaçlı
posta güvercini yetiştirilmesini öngörmektedir.
Bu tarihten itibaren Osmanlı ordusu posta güvercini
alımları yapmakta ve bunların eğitimi ile ilgili
çalıştığını bilmekteyiz. 1897
tarihli bir belgede “güvercin posta muhafazası”
adlı bir icadın Paris’teki Osmanlı büyük
elçiliğine gönderildiğini öğreniyoruz.
1895 yılında yazılmış “posta
güvercinlerinin terbiyesi” adlı bir yazı Osmanlı
devlet arşivinde bulunmaktadır. Gene savaş zamanı
Kerç ile Kefe ve Sivastopol arasında haberleşmede
kullanılmak üzere posta güvercini eğitildiği
1898 tarihli bir belge ile bilinmektedir. 1895 tarihli bir başka
belgeden ise, Rus filosunun Karadeniz’deki manevraları
nedeni ile İstanbul ve Nikolajow veya Sivastopol arasında
haberleşmenin sağlanması amacı ile Büyükdere’deki
Rus büyükelçisinin konağının
bahçesine bir posta güvercini istasyonu kurulduğunu
öğrenmekteyiz.



CUMHURİYET YILLARINDA
GÜVERCİN YETİŞTİRİCİLİĞİ



22 Ağustos 2010 Pazar

HIYARİSTAN HATIRATI

Bilindiği gibi alışıla gelen adet herkes hatırat tutup evlatlarına öl­dükten sonra yayınlanmasını vasiyet ederler. Çünkü başlarına gele­cekleri bilirler. Tarihte doğru sözlüler de yok değildir. Pek tabiidir ki cezalarını da göğüslemişlerdir. Bu hakir de elli yıllık hatıratını henüz vezaifteyken yayınlamış olup başına gelmeyen kalmamıştır. Haktan ki laik ve demokratik bir rejime sahibiz; yoksa kelle çoktan gitmişti.
Size soruyorum eğer bir tenkid gerekiyorsa ve bu iş zamanında ve zemininde yapılmıyorsa bunun ne kıymeti var. Bizim eski hatıratlarda yüz sene evvel namussuz bir yöneticinin olduğunu, insanlara zulmettiğini yazıyorsa ve biz de tarafları bile tanımıyorsak bu zevzekliğin ne değeri var. Onun için diyorum ki her kim ki hatırat yazıp zamanında ve zemininde dillendirip bastırmıyorsa o kişi sadece ve sadece dedikoducu bir şerefsizdir. Kimsenin eski müvesvislerini oku­yup beynimizi kirletecek zamanımız yoktur. Ortada tarihimizde ars­lanlar gibi üç tane harname müellifi var. Gören Allah için söylesin. Kelleleri gitse de onlar doğruyu söylediler. Hak onlardan razı olsun. Vaktinde ve müstehakına söylenmeyen söz doğru da olsa hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan sözdür. Hayatımda en nefret ettiğim şey, bazılarının yaptığı gibi ben olsaydım şöyle derdim. Yine ben olsaydım şöyle yapardım demektir. Çünkü bu zevat ömründe ne bir defa olur ve nede bir defa söyleme cesareti göstermeden mukalkala ve mav­rayla ömürlerini tamamlarlar. Şekil A da görüldüğü gibi.
Şimdiye kadar yaşadıklarımızı ve söylemek istediklerimizi ustu­rubuyla yazdık ve yayınladık. Bundan sonraki ömrümüzde de yaşayacaklarımızı zaptı rapt altına alıp daha keskin bir şekilde dillendirerek yanlışları tenkit, doğruları takdir ederek hizmet etmeye gayret edeceğimizden kimsenin endişesi olmasın. Zaten en büyük faturayı ödedik geriye bir can borcumuz kaldı. Hainler paniklesin hepsi o kadar.
Pakistanı ve Pakistanlıları çok ama çok severim. Onlar çok garip ve gurebadan müteşekkil olsalar da, İngilizceyi çok iyi bilseler de değişen hiçbir şeyleri yoktur. Onları bir Türk gibi hep sevmişizdir. Onlar her şeye rağmen nazik, kibar, nahif ve de Müslüman insanlardır. Onlar bizim kader yoldaşımızdır. Onların Mehmet Akif Ersoy ayarında Muhammed İkbal’leri vardır. Pakistanlıları bütün yanlışlarına rağmen İkbal’in çocukları olarak telakki eder hep ona bağışlamışımdır. Vakti zamanında Osmanlımız yıkılmış Türkiye’mizi de inşa etmek için çaresizlikten çırpınıp kurtuluş savaşı vermek için olmayan kaynakları araştırırken İkbal büyük bir miting düzenleyip bu meşhur mitingde şu konuşmayı irad eder: Sevgili Pakistanlılar bu gece Resulullahı rüyamda gördüm. Bana İkbal ne getirdin diye sorusuna, Ya Resulullah sana Trablusgarp cephesinde şehit olan Türklerin bir şişe kanını getirdim diyerek işte bu gün Yüce Türk Milletinin tarih sah­nesinden silinip silinmeme mücadelesi söz konusudur. Hepinizden yardımlarınızı bekliyorum der demez bütün Pakistanlılar varını yoğunu, hanımlar bileziklerini, küpelerini, erkekler hiçbir şeyi yoksa entarisini çıkarıp ortaya koydular. Sonuçta tarihçilerce malum olan büyük bir meblağ oluşturulup Rusya üzerinden bizim topraklarımıza kavuşturuluyor. Bu para Milli Mücadelede kullanıldığı CHP’nin mas-raflarında ve hassaten İş Bankasının kuruluşunda değerlendiriliyor. Onun için Pakistanlıları sevmek mecburiyetindeyiz. Çünki bayrakları bile bizimkine benzemektedir. Onların tasası ve kıvancı bizimkinden farksızdır. O garibim milletin üzerinde de çok oyunlar oynanmakta, hatta vakti zamanında Ziya-ül Hakkı haklamak içun ABD kendi bü­yükelçisinden de vazgeçtiği hep yazıldı çizildi.
İşte yine Pakistanımız kaynatılmakta, o güzelim insanlar batının ve batının batısının emellerine kurban ediliyor. Tam bu hengamede günlük gazetelere bakarken şu haberi sizinle mütalaa etmek istiyo­rum. Evet haber Orgeneral Müşerrefle alakalı. Size samimiyetimle ifade etmek istiyorum ki Pakistan’ın bütün devlet adamlarını bizim­kilerden ayırt etmeyecek kadar severim. Ancak şu haberin hafifliğine beraberce bakalım. “Müşerref ağlayarak bıraktı” Revalpindi, Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref, tartışmalara yol açan Genelkurmay Başkanlığı görevini bıraktı. Sivil devlet başkanı olarak yemin etme­den bir gün önce düzenlenen devir teslim töreninde konuşan Mü-şerref Pakistan ordusuna veda ettiğini bildirmekten üzüntü duyduğunu belirterek ordunun Pakistan’ın kurtarıcısı olduğunu söy­ledi. Duygusal bir konuşma yapan Müşerref’in gözlerinden birkaç damla yaş aktığı da görüldü. Müşerref, daha sonra Genelkurmay başkanlığı görevini törenle General Eşfak Kayani’ye devretti.

Hakikaten bu gibi hayati vezaifi deruhte etmek herkese nasib olmaz. Bu bir bakıma kaderin cilvesi ve Tanrı Teala’nın da mazhari­yetidir. Yaratılış itibariyle her kul bu gibi onurlu nefsî rütbelere sahip olmak ister. Bu sevdaya kapılmanın kınanabilecek hiçbir tarafı da yoktur. Bunu da normal karşılamak gerekir. Ancak filozoflar ve onun bir rütbe altı olan meczuplar için bu makamatın hiçbir anlam ve de değeri yoktur. Ama kader size bu rüzgarı estirmişse oturup çocuklar ve kadınlar gibi ağlamanın size zarardan başka bir şey getireceğini zannetmiyorum. Peki ne yapalım derseniz size iki büyük insandan misal vermek istiyorum. Tarihe ikinci Ömer olarak geçen Ömer Bin Abdülaziz hükümdar olup sarayına gittiğinde orada binlerce asker görevli ile karşılaşır ve onlara sorar, siz kimsiniz, burada ne işe yararsınız der. Onlar da sultanım biz sizin korumalarınızız derler. Hü­kümdar onlara peki beni Azrailden onun emanetimi teslim almasından koruyabilecek misiniz sorusuna hayır ona gücümüz yet­mez cevabını alınca öyleyse haydin buradan gidin der ve hepsini başka görevlere atar. Günümüzde de büyük devlet adamları çok mo­dern usullerle korunduğu halde yaptıkları icraatlar bazen zülfi yare dokunduğunda ya bir bardak şerbetle ya da uçaklarının bir cıvatalarının hafifçe gevşetilmesi maharetiyle encamına encam verilebil­mektedir. Haddi zatında her ziruhun belli bir metreküp su, belli gramaj ekmek ve sayılı soluğu olduğu halde ve tarihten günümüze kadar cümle ziruhun ve habibullahın irtihali vakiiyken bu yaşı altmışı geçmiş zevatın bu dünya veya hıyaristan muhabbetini anlamak na mümkün. Üstad Necip Fazıl’ın;
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?...” (1977)
Şiirini iyi okumak lazım.
Yine lider olmak kolay bir iş olmasa gerek. Atatürk’ten de bir misal vermek istiyorum. Bilindiği gibi Atatürk vakti zamanında henüz korgeneralken istifa edip Milli Mücadeleyi sivil ve bağımsız olarak yürütmek mecburiyetinde kaldığında şu cümleleri yazmıştır. “Evet bugün canımdan çok sevdiğim mesleğimden istifa ediyorum” demiş ve bir tek damla gözyaşı dökmemiştir. Şüphesiz ki Atatürk de bir insandır. Onun da sevindiği ve de çok üzüldüğü zamanlar olmuştur. Ama o hep ölçüyü koymayı bilmiş. Ne çok sevinmiş ve ne de çok üzüldüğü zamanlarda duygularına teslim olmamıştır. Ben şahsen Atatürk’ün çektiği bütün zorluklara rağmen ağladığına dair bir kayda rastlamadım. Eğer bunu tespit eden varsa söylesin yanlışımı düzelt­meye hazırım. Çünki zor zamanlarda zorluklara ve çetin mücadele­lere göğüs geren insanlara lider denilmektedir. Zira lider olunmaz lider olarak doğulur. O ayrı bir mazhariyettir. Geçen sene rahmetli Atilla İlhan’ın Teşvikiye Camiindeki cenaze namazına ve aşiyandaki ebedi istirahatgahına tevdi edilmesine bizzat katılmıştım. Bu zatı her zaman takip etmiş hatta bir ülkü kişi olarak kabul etmişimdir. Bu ve­sileyle bütün milli organizasyonların baş tacı olan Kuvvayı Milliyeci Fatma Ragibe Kanıkuru’nun devlet protokolüne serzenişini buraya almak istiyorum. Fatma hanımın başının üzerinde tuttuğu o kocaman çerçeveli ki delikanlı bir yiğidin bile onbeş dakika taşıyamayacağı, ortasında Atatürk’ün resmi, bir tarafta istiklal marşı, öbür tarafta da Atatürk’ün geçliğe hitabesi olan ağır camlı çerçeveyi saat­lerce taşıyor ve bütün milletine, hassaten orada bulunan sivil, resmi bütün devlet erkanına haydı uyanın kendinize gelin devlete millete sahip çıkın. O giydiğiniz üniformaların hakkını verin. O üniforma ki adı üzerinde o ünlü bir formadır. Onu taşıyan herkes devletini ve mil­letini temsil eder. Üniformalı kişi kim olursa olsun her şeyine dikkat eder. O çarşıda, pazarda simit, mısır yiyemez, laubalilik yapamaz, her yerde oturamaz. Yaptığı bütün hareketlerine dikkat etmek mecburi­yeti söz konusudur. Dolayısıyla Fatma Hanımın dediği gibi her mes­lek erbabı işinin gereğini yapacaktır. Şahsen ben kazara böyle bir vezaifi deruhte edebilseydim bir gün gelip emekli olduğumda kazasız belasız bu emaneti milletime tevdi edebildiğim içun Tanrı Tealaya şükür kurbanları keser ve ağlamak yerine sivil milletimle kalan öm­rümü değerlendirip tecrübelerimi yazmaya çalışırdım. Çünkü bu gibi görevlerin sürelerinin olması da demokrasinin çağımıza bahşettiği bir imkandır. Eskiden insanlar geldikleri makamlara kene gibi yapı-şır kalırlardı. İşte Osmanlı’da maalesef bu gelenek vardı. Devlet güç­lüyken fazla bir sorun çıkmıyordu. Amma devlet saygınlığını yitirmeye başlayınca Ispartalı Eşekçi Ahmedin oğlu Hüseyin Avni Paşa Sultan Abdulaziz’e önceleri şaklabanlık yaptığı halde bilahare onu köşkten indirmek içun hemdaşlarıyla ittifak eyleyüp sultanın refikalarına nahoşluk yaptıkları gibi Abdulaziz’in de bileklerini kese­rek ortadan kaldırıyorlardı. Çüki insanoğlu kadar zalim bir mahlukat henüz yeryüzüne inmemiştir. Yüce Çalap da kutsal Tıbyanında “şüp-hesiz ki insan zalim ve cahildir” demiyor mu?
Bizim İslamdan önceki Türkler bile bunu fark edip milletin gazını aldırmak ve idare sınıfına karşı hıncını hafifletmek için senede bir kez hakan evini çadırını talan ettirirlerdi.
Aslında demokrasinin bedelini ödememiş olmamıza rağmen yö­neticilerin zaman zaman değişip aramızda bizim gibi mütevazıleşmeleri sosyal düzen açısından çok faydalı olacağı kanaatindeyim. Eğer bu uygulama bihakkın yapılabilseydi bizim devlet geleneğimizde tarihte ve hatta günümüzde bile etkisini sürdüren siyaseten katl diye bir handikabımız olmazdı.
Neticeten ey insanoğlu insan hepimiz birer insan olmaktan başka bir şey olmayıp tek başına da hiçbir anlam ifade edemeyeceğimizi idrak ederek kâinattaki bütün mevcudatın ve her feridatın kendisi açısından merkez olması hakikati olsa da her birimiz bütünün birer parçasıyız. Hiçbirimizin diğerinden ne üstünlüğü ve ne de ehemmiyetsizliği mevzubahis değildir. Hepimiz yeryüzü tiyatrosunun birer oyuncusuyuz. Bize düşen şey rolümüz ne olursa olsun onu en mübarek rol olarak benimseyip oynamaktan başka yoktur çaremiz.
Neticeten: Fark+Cem=Tevhit.
Vesselam!..

MÜDERRİS VE HIYAR

Pek tabiidir ki hıyara hıyarlık yapmak yaraşır. Müderrise de mü­derrislik yaraşır. Bunlar birbirinin vezaifini trampa etmeye çalıştık-larında ipin ucu adete puştun eline geçmiş gibi bir tel kopar düzen baştan bozulur misalinde olduğu gibi değil bütün teller ve kablolar kopmuş gibi hayat herc-ü merç olur. Malumunuz olduğu gibi tarihte
II. Harnameyi bir garip müderris olan Tokat’lı Lütfi Efendi kalemealmış, doğruya doğru dediğinden ötürü de kellesini vermişti. Bu elim­deki vesika da onun Harname müellifi olduğu unutulmuş, diğer va-sıflarından bahsedilmiştir. Haddi zatında Lütfi Efendiyi bize taşıyan iki kaynaktan başka doğru dürüst bilgi de bulunmuş değildir. Bun­lardan birisi Orhan Şaik Gökyay, ötekisi ise Fuat Köprülü’dür. Lütfi Efendi Fatih Sultan Mehmed’in sevgili dostudur. Onunla şakalaşa-cak kadar samimidir. Fatih’in yüksek himayelerinden ötürü kimse ona bir zarar ziyan verdirememiştir. Ancak sofu Bayazıt şahsiyet ve mizaç açısından başkalarının etkisinde kaldığı için Lütfi’yi kıskanan zevat, hem de ilmiye sınıfı ne yapıp edip iftirayı basıp yetkilileri ikna edip katline fetva çıkarıp padişaha da tasdik ettirip malum At Mey-danında hazreti idam hem de kılıçla kelle-i şerifini aldırırlar.
İdam meydanına götürülen Lütfi Efendiyi yolların iki tarafında te­merküz eden insanlar sevgi gösterileriyle alkışlarlar. Bu vesileyle Lütfi Efendi halen aramızda olup hayırla yad edildiği halde onu or­tadan kaldırmak için elinden gelen iftiraları yapan zevatın hiçbirisi­nin adı sanı söz konusu değildir.
Bilenler bilir hıyarlık başka, hıyar başka, adam gibi müderris olmak bambaşka bir şey. Bu olay tarihe mal olmuş gelmiş geçmiş gibi görünse de aslında değişen hiçbir şey yok. İnsanlar, hayvanlar, tabiat, iktidar, iftira, azmettirme gibi kirli hadiseler var gücüyle devam etmeye devam ediyor amma şükretmemiz gereken önemli bir şey var ki, Allaha çok çok ve binlerce şükür ve hamd olsun ki Osmanlı döneminde değil de cumhuriyet döneminde yaşıyoruz ve onun nimetleriyle nimetleniyoruz. Yoksa çoktan sahtekar bir grup müfteri müderris bulup bizim de kellemizi almışlardı. Diyerek bir garip mü­derris olan Molla Lütfi’nin 23 Kasım 2007 tarihinde Türkiye Gazete­sinde neşredilen ve kıymetli Vehbi Tülek’in yorumunu naklediyoruz: “Molla Lütfi, bir dersinde bizim namazlarımız Hazreti Ali’nin nama-zının yanında bir eğilip doğrulmadan ibarettir” der. İşte bu sözler onun idamına sebep olur. Nasıl mı? Yazıyı okuyalım görelim…
Müderris Molla Lütfi Osmanlı âlimlerindendir. Tokat’ta doğdu. Meşhur alim Ali Kuşçu’nun talebesidir. Ayasofya Medresesinde mü­derrislik ve hükümdar kütüphanesinde “Hafız-ı Kütüp” olarak vazife yaptı. Birçok talebe yetiştirdi. Bunlardan olan en meşhuru Şeyhülis-lam İbn-i Kemal Paşadır. Dini ilimler meyanında çok iyi bir yüksek matematikçidir.
Ona “Deli Lütfi” de derlermiş. Hayatında sadelik ve tabiilik Molla Lütfi’nin bir başka özelliğidir. Müderrisliği sırasında ise atına bine­rek medreseye geldiği, atını kendi elleriyle yemlediği, sonra da derse girdiği, ikindi vaktine kadar devam eden dersi tamamlayarak medre­seden ayrılıp, Şeyh Vefa zaviyesinde akşam ezanına kadar sahih-i Buhariden ders okuyarak açıklamalar yaptığı, zaman zaman ise ders­lerinde hadisleri açıklarken göz yaşlarını tutamadığı rivayet olu-nur.Molla Lütfi ya da “Deli Lütfi” namlı bu alimin hayatındaki en büyük trajedi ise idam edilişidir.
Molla Lütfi, rivayete göre bir dersinde Hazreti Ali’nin vücuduna batan oku namaz kıldıkları esnada çıkardıklarını ve Hazreti Ali’nin bu acıyı fark etmediğini söyleyerek “işte namaz dediğin böyle olur, bizim namazlarımız bunun yanında bir eğilip doğrulmadan ibaret­tir.” Şeklinde namazın ehemmiyetini açıklar. İşte bu değerlendirmeleri çevresindeki hıyartoları tepki göstermeye sebep olur. (Demek ki aklın yolu birdir. Bu zevatı kiram bizden takriben beş yüz sene evvel yaşamış olmasına rağmen Hayrullah Şanzumi de bundan önceleri yazdığı makalelerinde günümüz insanının bazılarının kıldıkları na-mazın kültür fizik veya cinsiyetine göre Aerobik yapmaktan öteye gidemediğini ifade etmiştir.)
Peki bu konuda ölçü nedir diye soracak olursanız bu ölçüyü Re­sulullah koymuştur ve kıstas tamamen şudur. “Eğer kıldığınız namaz ve yaptığınız ibadetler sizleri kötülüklerden arındırıp alıkoyuyorsa öyle bilin ki sizin ibadetleriniz kabul oluyordur. Ancak şeklen deolsa ibadet yaptığınız halde fitneniz artıyorsa demek ki siz esfelesafilin­desiniz de haberiniz yokmuş. Tabi bunu kimse, kimse için söyleme hakkına sahip değildir. Eğer söz konusu insan akşam yorganına sa-rılıp yatarken günün nefs muhasebesini yapıyorsa ki herkes bunu en azından zihnen yapıyordur; dolayısıyla aslında herkes kendisini çok iyi tanıyordur amma bu kamufle etmeyi kar zannediyorlar. Hâlbuki herkes eksiğini kabullenip tedbir alsa belki de kurtuluşlarına vesile olacaktır. Yeri gelmişken Nasreddin Hoca ki bizim hocalarımız çok­tur. Onların yolları da birer yıldız mesabesindedir. Bunların en mü­himlerindendir Nasreddin Hocamız. Nasreddin Hoca bir yaz günü Akşehir gölünün civarından eşşeğine binik vaziyette geçmektedir. Hava çok sıcaktır. Etrafa bakınır ki ins ve cin denilen mahlukat yok­ken göle girip serinlemek ister. Serinleyip gölden çıktıktan sonra bir de bakar ki zurnasına yeşil yeşil yosunlar sarılmış ve adeta yeşil sarıklı molla görünümü almıştır. Hoca hiddetle bre mel’un başına yeşil sarık sarıp kendini ilmiyedenmiş gibi göstermeye gayret etme. Beni kandıramazsın. Çünki ben senin ne kadar mel’un olduğunu ve hatta Ademi Cennetten kovdurup biz insanatın başını belaya nasıl soktu-ğunu bilirim der. Tabi bu Nasreddin Hocadır. Söylemeye de hakkı vardır.
Tekrar bizim Lütfi Efendiye gelecek olursak, fırsattan istifade bazı çekemeyenleri tarafından namazı eğilip doğrulmaktan ibaret sayı-yor, şeklinde yorumlanarak kendisine “zındıklık” isnad olunur. Şey-hülislam Efdalzade’nin katle sebebiyet verecek bir hadise olarak görmediği bu durum, kendisine hasım olan Hatibzade ve Molla İzari gibi kimselerin katline fetva vermeleriyle sonuçlanır.
Diyeceksiniz ki Nasreddin Hocamızı neden idam etmediler. Hoca avamla haşir neşir olup Selçuki Devletinin imkanlarından istifade etmediğinden kelleyi kurtarmıştır. Eğer Nasreddin Hoca da merkezi yönetime yakın olsaydı o da mutlaka idam edilirdi.
Neticeten Deli Lütfi’nin iftira ile helakine çalışıp gayret edip he­deflerine de ulaştılar. Molla Lütfi, At Meydanında idam edilmek üzere götürülürken halkın, yolun iki tarafına toplanarak kendisine övgü dolu sözler söylediği ve imanına şahadet ettikleri belirtilmektedir.
1494’te idam edilen Molla Lütfi, Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi haziresine defnedilir. İbn-i Kemal Paşa’nın hocası olan Molla Lütfi hakkındaki şu ifadeleri niçin idam edildiğini gösterir mahiyettedir.
“Akranının kıskançlığı belasına uğradı. İnce tabiatlı, şakacı, nadir söyleyici bir kimse idi. Çoğu kişileri donatırdı; yani giydirirdi. O ci­hetten düşmanları çoğalıp üstüne geldiler ve iftira ile helakine çalış-tılar.”
Molla Lütfi’ye rahmetler diliyoruz. Binaenaleyh günümüzde de aynı rumuzların kullanılarak aynını oynamaya çalışan cürüfattan ge­çilmiyor. Yüce Çalap bizi Lütfi Efendi’nin düşmanlarının ve onların çağdaş torunlarının şerlerinden halas eyleyip onları enkarib-üz ze­manda helakü perişan eylesin. Amin.
Bu vesileyle Miralay Ergenekon Beye “İnsanname” kitabımı imzalayıp takdim ettikten tam üç gün sonra kendilerini arayıp benim için zatı alilerinin değerlendirmelerinin çok mühim olduğunu arz edince Ergenekon Bey kitabı süratle okuduğunu ikiyüzüncü sayfaya kadar geldiğini ve buraya kadar hiçbir kimseye açıktan hakaret olmadığına şahit olduğunu ve hukukun ağına takılabilecek hiçbir ifa­denin yer almadığını; ancak kullanılan dil hakkında problem olduğunu buyurunca bendeniz de evet haklısınız. Bu konuda diyecek bir itirazım yoktur. Bu dil meselesinin her dönemde olduğunu, Osmanlıda da daha önce Selçuklularda da halkla yönetime yakın olan-ların farklı diller kullandığını, bir taraftan Fuzulilerin, Bakilerin öbür tarafta Yunusun Karacaoğlan’ın vaki olduğunu, haddi zatında Mevlana’yla Nasrettin Hoca taraftarlarının çekişmesinin de bundan kaynaklandığını ifade etmeye çalışmış olsam da Miralayıma hak vererek bu konuda lütfedip yazacakları raporu lehte veya aleyhte olmasına hiç bakmaksızın kitabımın böğrüne yerleştirerek bir sonraki baskısında yayınlayacağıma söz vererek söhbetimize devam ettik.Çünki, samimi ve doğru olan her şeye gönlümüz açıktır diyoruz.
Yine asrın en büyük Miralayı Necabettin Ergenekon Efendiyle son telefon mükalememizde aydın ve elit kavramları üzerinde mütalaa yaparken miralayımız aydın kavramının artık bundan böyle anlam değiştirdiğini ayakta ve özellikle iki parmak arasında çıkan nasır gibi bütün vücudu ağrıya ve sızıya gark ettiği gibi ikisinin manevra kabi­liyetini de kısıtlayan manaya geldiğini artık bündan böyle bu şekilde kullanılması gerektiğini bize nasihatte bulundular. Saniyen Neca­bettin Bey bu elit kavramının da pelit kelimesinden türetildiğini, pe­litin birkaç anlamı yanı sıra sadece ve sadece ocakta yakılabilen, mobilya v.s. olamayan ve hatta yongası bile olmayan bir odun çeşi-didir. Bu pelit kelimesinin (p)si düşüp eliti kalmıştır, deyince bende­niz de eliyle it gezdirme anlamının da çıkabileceğini el ve it kelimelerinin birleştirilerek elit kelimesinin türetilebileceğini ifade edince komutanımız bize eliyle it gezdirmenin hiçbir sakıncasının olmayacağını ancak tehlikeli olan şeyin elin iti olduğunu söyleyince kendilerinden bu tatlı değerlendirmeyi yazabilmem için müsaade al-dıktan sonra hemen mekan tutup kalem tutup zaptı rapt eyledim ves­selam!
Saniyen bana sorulsa asrımızın en zevkli icraatı nedir dense hiç tereddüt etmeden sadelik ve tabiilik adına çocukluğumu göz önüne getirerek hıyar bostanından topladığımız o turfanda hıyarları heybe­mize doldurup evimize dönerken eşeğimize binip onları tek tek yiyip bir taraftan rayiha koklayıp bir taraftan eşeğimizi mahmuzlayıp mesafe kat ederken eşek nallarının çıkardığı müzik eşliğinde anırtı bazen eşek inadı hadisesi ve nihayet eve avdettir derim. Belki köyde yaşayanlar bunun ne demek olduğunu anlamazlar amma metropol­lerin tasallutuna düçar kalmış bir insan için bu hayat seyri çok şey ifade etse gerektir. Zaten tenha yerlere turizm yapmanın sebebi hik­meti de bu olsa gerektir.
Tam bu hengamede apartman görevlisi Sami Akın Efendi sohbet etmeye geldiler. Kendileriyle hoş beş hal hatır faslından sonra hocam ne yapıyorsun deyince Sami Efendi şimdi de “Hıyarname” yazıyorum. Eğer hıyarla ilgili bir hatıran varsa söyle yazalım dedik.
Sami Efendi vallahi hocam biz Kütahya Simav’ın Dağardı bölge­sinde yaşardık. Ne hikmetse bizim bölgede her türlü sebze yetişme-sine rağmen fazla hıyar yetişmez. Ancak hıyarlık yapanlardan geçilmiyor. Bunların haddi hesabı yok dediler. Biz de bu vesileyle Sami’den alacağımız malumatı almış olduk. Binaenaleyh bütün çalışmalarımızın Har+insan+hıyar şeklinde tezahür etmesinin sebebi hikmeti de tabii düzen olan hayat seyridir. Bu silsile-i meratibde öncde bir eşek edineceksiniz ki ona bineceksiniz. Bundan maada da hıyarınızı heybenizden huruç ettirip kemali afiyetle götüreceksiniz.
“İnsanname”mizdeki kitap kapağının sebeb-i hikmeti de budur. Kitap yazarken önce “Harname”yi (eşeknameyi) neşrettik. Bilahare eşeğe binen mahluku ucubenin şerefine “İnsanname”mizi yayınla-dık. Şimdi ise esas ve ana rükun olan hıyar efendiye dünya tarihinin disipliner ve sosyolojik olarak yayınlanacak olan bu kitap ki “Hıyar-name” ismiyle müsemma olan çalışmalarımızı sizlere arz etmeye gayret ediyoruz. Amma dikkat edilecek en önemli girizgahın eşeğinde ve hatta ona binen insanın da fazla mühim olmayışıdır. Çünki reel olarak eşek de insan da hıyara çok muhtaçken zavallı veya garip ola­rak addedilen hıyarın ne eşeğe ve nede insana hiç ama hiçbir muh­taciyeti yoktur. Dünyadaki bütün hıyarların ne eşekler ve nede insanlar tarafından yenmediğini farz edecek olursak hiçbir hıyarın hıyarlığına hiçbir şekilde halel gelmeyeceği gibi bunun tersini düşündüğümüzde hıyardan mahrum edilmiş insanatın ve de hayvanatın hayatından ciddi bir lüksün ve de alışılagelmiş bir zevkin nakısası ağır bir şekilde kendisini gösterecektir. Öyleyse kısası hıyar gibi sıradan bir sebzeye bile bu kadar muhtaç olan bir eşekle bir insan içine düşeceği zavallılığı siz okuyucularımız değerlendirsin.
Velhasıl Harname, İnsanname ve Hıyarname ve tesirleri üzerinde de biraz mavra yapacak olursak, bana göre dünyanın en ağır yükü­nün öyle yüzlerce mikaplık mermer bloklar taşımaktan daha beter olan sahtekar poliyüzlü dost zanlısı mahlukatı taşımak olsa gerektir, dersem beni anlamak istemeyeceksiniz. Ancak en büyük hoca tecrü­bedir. Yıllarca iyi günlerinizi paylaştığınız sahte dostlarınız sizden aniden ayrılır; mesafesini öylesine buzdan dağlarla örerler ki bunlar sanki sizinle ömründe hiç karşılaşmamış gibi tavırlanırlar. İşte kainatın en ağır yükü bu angaryayı taşımaktır kanaatindeyim. Eğer siz karilerim de bu sonunda ne rütbe ne de mal olmadığı gibi ekstradan angarya ve tezellüm hamallık ve hamakatından kendinizi ve aile efradınızı ve hatta milletinizi azat etmeye talipseniz size bir büyüklük yapıp bunun reçetesini zevkle sunabilirim. Evet bu müşarünileyh mahlukatla herhangi bir harbü cenge falan gerek olduğu zehabına uğramayın. Fazla bir şey yapmanıza gerek de kalmayacaktır. Bulunduğunuz her mekanda ve konuştuğunuz her mahlukata doğru olanı söyleyip haktan yana tavırlandığınız gün bütün sahte dostlarınız sizi terk edecek ve hatta size harbü cenk edeceklerdir. Geçenlerde kadim bir dostum diyor ki sen yanlış yapana hakaret ediyorsun. Senden çe­kiniyorum. Ya bir gün ben de yanlış yaparsam beni de hırpalarsın di­yerek serzenişte bulunuyordu. Tartışmaya muttali olan Ali Murat Hocamız da zevkle iyi ya sen de kötülük ve yanlış yapmamış olur­sun. Bu tavrımız senin için caydırıcı bir yaptırım olsun veya bunu böyle kabul görüp kendini ya yanlış yaparsam diye kuracağına, yanlış yapmamaya göre kendini uyarla diyerek nasihatte ve meşihatta bulundular. Ne yapalım demek ki asrımızda dejenerasyon o kadar her yeri sardı ki insanlar ikazdan nefret edip kendi yanlışlarının birer fazilet olduğunu seslendirmeyen herkesi tabii bir düşman olarak addediyor. Bugün memleketimizin bütün kurumlarında küçükler bü­yüklerin bütün yanlışlarını fazilet olarak seslendirerek en önemli mevkilere geldikten sonra onları da bir tekmeyle indirip ihanetle işi noktalıyorlarsa bence bu suç sadece ihanet edenlerde aranmamalıdır. Tanrıya, insanlığa, milletine ve bütün doğrulara ihanet üzerine kurulan sistemlerin yetiştireceği mahlukattan ancak ve ancak ken­disini yetiştirenlerin özelliklerini aramak en doğrusu olacağı gibi hatta boynuz kulağı geçer misali çırak ustasına fark atacak ve şeytanlıkta üstadlaşılacaktır.
Hıyar tohumundan hıyar, patlıcan tohumundan patlıcandan başka bir ürün beklemenin hamakattan başka hiçbir sebebi olmasa gerektir.
Velhasıl statünüz ne olursa olsun hemcinsinizden hıyara tebdil olup hıyarlıkta kusur etmeyen mahlukattan geçilmez oldu vesselam!

YALI AKADEMİSİNDE HIYAR SOHBETİ

Yine günlerden bir gün milli bir maçımız vesilesiyle kahvehanemiz tıklım tıklım doludur. Tezahürat kıran kırana gidiyor. İçtima-i Mü­nasebetler Müdürü batının batısından profesörlük ünvanına sahip olan Baki Adalmış ve şeriki Hısnı Mansurlu Doğan ile Muşlu Çeçen Behçet Efendi hazirunu çaylamak için adeta seferber olmuşlardı. Sabık milli ceride muharriri Ezher Ulemasından Dr. Lütfi Efendi Koca Efendisinin yanından daha yeni avdet etmiş tecdidi nikah ve tecdidi imandan sonra cihada başlamak üzere kalemine sarılmış tetebbuat yaparken bir taraftan çayını yudumluyor, bir taraftan da Kenan Efen­dinin Küba’dan getirttiği o kalın-ı muazzama purosunu adeta hamam bacası gibi tüttürüyor, ona özel bir üslup ve endam veriyordu. Hay­rullah Şanzumi de gençliğinde tütünün her türlü mamulünü zevkle tüketmiş olmasına rağmen hakikaten puro içme işinin Lütfi Efendiye mahsus bir eylem olduğunu itiraf etmeyi milli bir vezaif olarak te­lakki ediyordu. İşi ehline bırakmak da bir erdemdir. Vakti zamanında Ali adında bir zatın ikazına rağmen yıllarca puro adındaki kalın ci-garaları temin edip Yalı Akademisinin önünde Lütfi Efendiye ikram eyleyip puronun nasıl içilebileceğini cümle ins ve ecinni taifesine uy-gulamalı olarak yaşattık. Lütfi Efendi puroyu özel bir itina ile soyup kabından ihraç eyledikten sonra mübarek elleriyle dizlerinin üze­rinde ovuşturarak yumuşatıp bir kibrit çöpüyle de deldikten sonra ateşleyip kahvesi ve yanında bitter marka acı çikolatasıyla bir mek­tep mesabesindedir. Hakikaten filmlerde başaktör olacak kadar ka­rizmatik, yakışıklı, zaten meşhur etiketiyle ümmetin sevimli çocuğudur. O bana kalırsa bütün sosyetenin puronun nasıl içilebile-ceğini ondan talim etmeleri gerekir. Biz zaman zaman ona kızmak is-temişsek de onun sevimliliği bu duygumuza galip gelmiştir. O gerçekten bir radikaldir. O aynı zamanda bir çok işi aynı anda yapa­bilmektedir. Bir defa bütün masalara hakimiyet salarken aynı za­manda gelen geçenle de iletişimini ihmal etmediği gibi Baki ve Doğan beylerle de vaziyeti idare edip siyaset, felsefe ve ilahiyatta sarsma-dığı taş ve köşetaşı yoktu. Türkiye’de kim varsa o da onların tepe­sinde. Hey bakın işte ben de varım deme cesaretine sahipti. Hele hele benimle özdeşleşen ve en taktir ettiğim noktası rizikolu olup her zaman ve zeminde bütün gemilerini yakıp boğazda sadece ve sadece hırpalanmış setresiyle kulaç atabilmesidir. O bir sene bütün yıllık iz­nini Üsküdar’da arabasında yatarak gündüzleri Yalıda oturarak de-ğerlendirmiş. Bir defasında da bizler karadan Yakup arabasını yavaş yavaş kullanırken, o da Şemsi Paşa Camiinin kenarından boğaza at-lamış kendisini akıntıya kaptırarak yavaş yavaş hareme kadar hem yüzüyor hem de bizimle yüksek sesle mükalematta bulunuyordu. Bu her yiğidin yapacağı iş değildi. Bizler de grup olarak kıyı şeridinde yürüyerek ona karadan denize doğru paralelce eşlik ediyorduk. Bu güzel geceyi unutmak na mümkündür. Velhasıl Lütfi Efendi özel bir zattı. Gerçi Lütfi özeldi de diğerleri özel değimliydi. Pek tabiidir ki bu camianın hepsinin diğer normal insden farklı tarafları vardı. Fakat Lütfi Efendi hep ön planda olduğundan mütevellit onu hepsinden daha çok tanıma fırsatına sahip olduk. Hazırundan muharrir iktisatçı Galip Efendi, Vedat Efendi, İbrahim Efendi, Ahmetler Efendi, önceleri Akademinin bahçesinde çaylarımızı yudumlarken mevsim şartlarının etkisiyle kapalı mekana geçip maç seyrederken vaveyla koparan ce­maati mezbureye maçla herhangi bir alakamızın ve alışkanlığımızın olmamasına rağmen sadece maçın milli olması ve kefereleri mağlup etmemizin verdiği tezavvukla milli heyecanı paylaşarak gol, gol, gol diye stres atıp arada bir İsrafil düdüğünü tahattur ettirip heyecenı doruğuna çıkarıyorduk. Neyse ki maç kesin galibiyetimizle sonuç-lanmış, bu arada lahmacun telefiyatı da tamamlandıktan sonra Baki Efendi bize özel istirhamda bulunup hocam kalemine kuvvet amma bundan böyle daha dikkatli döktürürseniz daha faydalı olursunuz di­yerek bize olan muhabbetini ifşa edince biz de Baki’ciğim anlaşıldı. Bundan sonra hiçbir kimseye kalem sürtmeyeceğim deyince hocam, ben hariç, beni her kitabının her sayfasında dercedip şereflendirmeni rica ediyorum deyince pekala dedik; ve oturumumuza şu değerlen-dirmeyle devam ettik: Bizim şehirli kesimin kaleme ve kağıda olan aşinalığı kendi kültürlerinin birer irtifa-i seviyesini gösterirken; bizim muhafazakar kesimin çocukları her ne kadar diploma almış olsalar da onların aklı hala geldikleri yerde kaldı. Onlar ne Medineli, ne de köylü olabildiler. Onlar, tabir caizse birer şaşkın olarak endam edip ne zaman, nasıl, ne yapacakları ve tepkilerinin ne olacağını kestire­mezsiniz denildi. Bence çokta doğru bir değerlendirme olsa gerektir.
Bu mükalememizin zapturapt altına alınmasının müsaadesini al-dıktan sonra eve avdet eyleyip Mektubatın sahibi İmamı Rabbani’nin Hindistan’daki mezarını ve özellikle mezar taşındaki yazıyı hatırla-yınca bu makalemi onunla şereflendirip bağlamaya çalışıyorum. Evet İmamı Rabbani’nin vasiyeti üzerine vefatından sonra mezar taşına “Rabbim eli boş geldim, hiçbir şey getiremedim. Ancak üç şey getir­dim: Biri suç, biri günah, biri hiç.” Bu tasavvufi mütalaadan esinle­nerek ben de: Ey yüce Milletim size hiç bir şey bırakamadım. Ancak üç şey bıraktım:
Biri Harname,
Biri İnsanname,
Biri Hıyarname,
Diyorum. Taktir karilerimindir.
Diyeceksiniz ki hocam bu makalenin hıyarla bağlantısını nasıl ku-racağız. Evet, kahvehanelerimiz eski dergâhlarımız gibidir. Oralara her türlü muhterem zevatın meyanında hıyaratın da eksik olmadı-ğını ve Baki’nin Ramazanda yaptığı hıyarlı salataların rayihasının da unutulmaması gerektiği kanaatindeyiz..
Tam bu esnada hazıruna intikal eyleyen meşhur Çağrı Marketler zincirinin sahibi Ahmet Efendinin biraz önce sivis otelde fincanda çay içtiğini, ancak Baki’nin çayını içmeden eve avdet ederlerse günün eksik kalacağını ve hiçbir anlam ifade etmeyeceğini söyleyerek me-kana ve cümle personele moral verdiği gibi bizim Yalı tercihimizin de yerinde bir karar olduğunu takdir eylediler. Biz hazirun da ger­çekten Yalızade olmanın bir tutku olduğunu acaba bu çaylara Ba-ki’nin bir terkip mi koyduğunu düşünerek hemhal eyleyip günün yorgunluğunu üzerimizden atıp evlerimize tam avdet edecekken Ya-lının baş rükünlerinden Rıdvan el Meraki enka mensubu olarak git-tiği Hartum ve Trablusgarp’tan dönmüş, beraberinde de Hatay’lı Mehmet Vaner namında bir dostuyla birlikte Yalıyı şereflendirmiş-lerdi. Rıdvan gerçekten sevildiği için herkes tarafından karşılanıp hali hatırı sorulduktan hemen sonra cemaatı mezbure halka şeklinde sohbete devam eyleyip dünya ve ahiret mevzuları irdelendi.
Ali Efendi müşarünileyhle Hartum’la nasıl ticaret yapabileceğini sorarken Çeribaşı Adila Efendi de ekmek parası kazanmak için bes-lediği tavşan yavrularına bol miktarda hıyar doğrayıp yemelerine yar-dımcı oluyor, aynı zamanda kendisini kitabımıza aldığımız için sürekli tezahüratta bulunuyordu.
Bu meyanda Duman-i Zade Nihat Efendi de geçerken uğrayıp günün mütalaasını alıp birden, ah Hocam ecdadımız ta Çin Seddin­den beri kılıca, kalkana, kamaya ve kurşuna mukavemet gösterdik­leri halde, günümüzün en ağır imtihanını kaybedip ferci ala ile fülusata teslim bayrağı çektiler dedi. El hak doğrudur. Ecdadımızın torunları bir şekilde ifsat edildiler. Saniyen sohbetin merkezine otu­ran Mehmet Vaner’le mükalememiz bayağı bereketli geçip ondan al-dıklarımızı sizlerle paylaşmakta fayda mülahaza ediyoruz.
Mehmet Efendi iki yıldan beri Sudan’ın Hartum’unda Yapımerkez Şirketinin ambarcılığını yaptığını vakti zamanında İzmir’de hukuk tahsil ettiğini ve bizim de özetle merak ettiğimiz hıyar, eşek ve insan hakkında çok özel malumatlar getirdiği için kendilerine medyunu şükranız.
Hartum’da bol miktarda süt beyaz ve katır büyüklüğünde Şam cinsi eşeklerden geçilmediğini, ancak oranın eşeklerinin de insan-ları gibi fukaralıktan mütevellit başıboş, bakımsız ve de çok cılız ol-duklarını bizimle paylaştılar. Bu bölgenin insanlarının ve eşeklerinin sömürgeciler tarafından fakirleştirilmesinin bir insanlık suçu oldu-ğuna parmak basan Mehmet Efendiye Sudan’da hıyar hakkında bize biraz bilgi verir misin şeklindeki sorumuza ise, Tanrının insanların ve de hayvanların yiyip beslenmeleri için bol miktarda yarattığı sebze olsa da hıyar, özellikle Türk halkının dilinde nahoş manalara çekilen bir kavramdır. Yapılan araştırmalara göre eşşekoğlu eşek sözcü-ğünde de olduğu gibi hıyar kelimesini argoda kullanan tek millet biz Türkleriz diyebiliriz.
Dünyanın hiçbir tarafında insanların birbirine hıyar dediğine rast-lanılmamıştır. Bu belki de hıyar sebzesinin orijin olarak biz Türklere ait olmasından da kaynaklanabilir. Maalesef günümüz gençliği bu lüzumsuz anlamı bu güzel sebzemize hep yükleyivermektedirler. Buna biraz da Türkçemizin zenginliği olsa gerektir gözüyle bakıp ra­hatlamakta fayda vardır kanaatindeyim. Ayrıca Mehmet Efendiye Hartum’daki hıyar hasadına değinmesini rica edince gerçekten çok orijinal bilgilere sahip olduk. Sudan ve başkenti olan Hartum’da iklim ekvatora yakın ve tropikal karaktere sahip olması hasebiyle o böl­geye ait birçok meyve ve sebzenin bolluğundan bahsederek mesela muzun kilosunun yarım Y.T.L. fiyatında olduğunu ve hasseten hıyar ve hıyargillere gelince de kesinlikle hormon kullanılmadığı halde yılın her ayında ve her gününde kavun, karpuz, kabak ve çeşitli sebzeler tüketildiği gibi hıyarın çok bol olduğunu iklim ve toprağın çok müm­bit olması hasebiyle hıyarların çok büyük olduğunu bir hıyarın bir ailenin hıyar ihtiyacını fazlasıyla karşıladığını ballandıra ballandıra anlattığını, ancak geri kalmış bütün ülkelerde olduğu gibi hıyarlık mevzuuna gelince nüfusun önemli bir kısmının zenci, yine önemli bir kısmının da arap olduğunu, Resulullah zamanında Müslümanla-rın eziyet çekmelerinden mütevellit bu bölgenin Hıristiyan da olsa adil bir hükümdarı olan Necaşi’nin Müslüman Araplara kucak açmış olmasından günümüze kadar varlıklarını sürdüren Arapların müşa-rünileyh olduğu tahminlerimizin doğrulandığını tespit etmiştir. Vel-hasıl gerek idarecilerin ve de gerekse halkın bol miktarda hıyar tüketmelerinden naşi olsa gerektir ki sömürge olmaktan kurtulma yolunda çaba sarf edememelerinin en büyük hıyarlık olduğunu dü-şünmekteyim. Yüce Çalap bize hıyarın en lezzetlisini taam eyleyip hı-yarlık yapmamıza müsaade etmemesi temennisiyle “mekerellahu hayrul makirin” diyen Yüce Çalabın (ben tuzak kuranların en hayır-lısıyım) eninde sonunda galip geleceğini furkanın buyruğundan maada bütün tuzakların boşa çıkacağından ümidimizi kesmiyor, moral değerleri kendi süflî arzularına alet edenlerin eştikleri kuyuya düşeceklerine inancımızın tam olduğunu ve bir gün gelir galip çıkar küfre ve münafakata galebe çalar diyerek herkes müstahak olduğu derekesine iner diyoruz. Vesselam!