22 Ağustos 2010 Pazar

MÜDERRİS VE HIYAR

Pek tabiidir ki hıyara hıyarlık yapmak yaraşır. Müderrise de mü­derrislik yaraşır. Bunlar birbirinin vezaifini trampa etmeye çalıştık-larında ipin ucu adete puştun eline geçmiş gibi bir tel kopar düzen baştan bozulur misalinde olduğu gibi değil bütün teller ve kablolar kopmuş gibi hayat herc-ü merç olur. Malumunuz olduğu gibi tarihte
II. Harnameyi bir garip müderris olan Tokat’lı Lütfi Efendi kalemealmış, doğruya doğru dediğinden ötürü de kellesini vermişti. Bu elim­deki vesika da onun Harname müellifi olduğu unutulmuş, diğer va-sıflarından bahsedilmiştir. Haddi zatında Lütfi Efendiyi bize taşıyan iki kaynaktan başka doğru dürüst bilgi de bulunmuş değildir. Bun­lardan birisi Orhan Şaik Gökyay, ötekisi ise Fuat Köprülü’dür. Lütfi Efendi Fatih Sultan Mehmed’in sevgili dostudur. Onunla şakalaşa-cak kadar samimidir. Fatih’in yüksek himayelerinden ötürü kimse ona bir zarar ziyan verdirememiştir. Ancak sofu Bayazıt şahsiyet ve mizaç açısından başkalarının etkisinde kaldığı için Lütfi’yi kıskanan zevat, hem de ilmiye sınıfı ne yapıp edip iftirayı basıp yetkilileri ikna edip katline fetva çıkarıp padişaha da tasdik ettirip malum At Mey-danında hazreti idam hem de kılıçla kelle-i şerifini aldırırlar.
İdam meydanına götürülen Lütfi Efendiyi yolların iki tarafında te­merküz eden insanlar sevgi gösterileriyle alkışlarlar. Bu vesileyle Lütfi Efendi halen aramızda olup hayırla yad edildiği halde onu or­tadan kaldırmak için elinden gelen iftiraları yapan zevatın hiçbirisi­nin adı sanı söz konusu değildir.
Bilenler bilir hıyarlık başka, hıyar başka, adam gibi müderris olmak bambaşka bir şey. Bu olay tarihe mal olmuş gelmiş geçmiş gibi görünse de aslında değişen hiçbir şey yok. İnsanlar, hayvanlar, tabiat, iktidar, iftira, azmettirme gibi kirli hadiseler var gücüyle devam etmeye devam ediyor amma şükretmemiz gereken önemli bir şey var ki, Allaha çok çok ve binlerce şükür ve hamd olsun ki Osmanlı döneminde değil de cumhuriyet döneminde yaşıyoruz ve onun nimetleriyle nimetleniyoruz. Yoksa çoktan sahtekar bir grup müfteri müderris bulup bizim de kellemizi almışlardı. Diyerek bir garip mü­derris olan Molla Lütfi’nin 23 Kasım 2007 tarihinde Türkiye Gazete­sinde neşredilen ve kıymetli Vehbi Tülek’in yorumunu naklediyoruz: “Molla Lütfi, bir dersinde bizim namazlarımız Hazreti Ali’nin nama-zının yanında bir eğilip doğrulmadan ibarettir” der. İşte bu sözler onun idamına sebep olur. Nasıl mı? Yazıyı okuyalım görelim…
Müderris Molla Lütfi Osmanlı âlimlerindendir. Tokat’ta doğdu. Meşhur alim Ali Kuşçu’nun talebesidir. Ayasofya Medresesinde mü­derrislik ve hükümdar kütüphanesinde “Hafız-ı Kütüp” olarak vazife yaptı. Birçok talebe yetiştirdi. Bunlardan olan en meşhuru Şeyhülis-lam İbn-i Kemal Paşadır. Dini ilimler meyanında çok iyi bir yüksek matematikçidir.
Ona “Deli Lütfi” de derlermiş. Hayatında sadelik ve tabiilik Molla Lütfi’nin bir başka özelliğidir. Müderrisliği sırasında ise atına bine­rek medreseye geldiği, atını kendi elleriyle yemlediği, sonra da derse girdiği, ikindi vaktine kadar devam eden dersi tamamlayarak medre­seden ayrılıp, Şeyh Vefa zaviyesinde akşam ezanına kadar sahih-i Buhariden ders okuyarak açıklamalar yaptığı, zaman zaman ise ders­lerinde hadisleri açıklarken göz yaşlarını tutamadığı rivayet olu-nur.Molla Lütfi ya da “Deli Lütfi” namlı bu alimin hayatındaki en büyük trajedi ise idam edilişidir.
Molla Lütfi, rivayete göre bir dersinde Hazreti Ali’nin vücuduna batan oku namaz kıldıkları esnada çıkardıklarını ve Hazreti Ali’nin bu acıyı fark etmediğini söyleyerek “işte namaz dediğin böyle olur, bizim namazlarımız bunun yanında bir eğilip doğrulmadan ibaret­tir.” Şeklinde namazın ehemmiyetini açıklar. İşte bu değerlendirmeleri çevresindeki hıyartoları tepki göstermeye sebep olur. (Demek ki aklın yolu birdir. Bu zevatı kiram bizden takriben beş yüz sene evvel yaşamış olmasına rağmen Hayrullah Şanzumi de bundan önceleri yazdığı makalelerinde günümüz insanının bazılarının kıldıkları na-mazın kültür fizik veya cinsiyetine göre Aerobik yapmaktan öteye gidemediğini ifade etmiştir.)
Peki bu konuda ölçü nedir diye soracak olursanız bu ölçüyü Re­sulullah koymuştur ve kıstas tamamen şudur. “Eğer kıldığınız namaz ve yaptığınız ibadetler sizleri kötülüklerden arındırıp alıkoyuyorsa öyle bilin ki sizin ibadetleriniz kabul oluyordur. Ancak şeklen deolsa ibadet yaptığınız halde fitneniz artıyorsa demek ki siz esfelesafilin­desiniz de haberiniz yokmuş. Tabi bunu kimse, kimse için söyleme hakkına sahip değildir. Eğer söz konusu insan akşam yorganına sa-rılıp yatarken günün nefs muhasebesini yapıyorsa ki herkes bunu en azından zihnen yapıyordur; dolayısıyla aslında herkes kendisini çok iyi tanıyordur amma bu kamufle etmeyi kar zannediyorlar. Hâlbuki herkes eksiğini kabullenip tedbir alsa belki de kurtuluşlarına vesile olacaktır. Yeri gelmişken Nasreddin Hoca ki bizim hocalarımız çok­tur. Onların yolları da birer yıldız mesabesindedir. Bunların en mü­himlerindendir Nasreddin Hocamız. Nasreddin Hoca bir yaz günü Akşehir gölünün civarından eşşeğine binik vaziyette geçmektedir. Hava çok sıcaktır. Etrafa bakınır ki ins ve cin denilen mahlukat yok­ken göle girip serinlemek ister. Serinleyip gölden çıktıktan sonra bir de bakar ki zurnasına yeşil yeşil yosunlar sarılmış ve adeta yeşil sarıklı molla görünümü almıştır. Hoca hiddetle bre mel’un başına yeşil sarık sarıp kendini ilmiyedenmiş gibi göstermeye gayret etme. Beni kandıramazsın. Çünki ben senin ne kadar mel’un olduğunu ve hatta Ademi Cennetten kovdurup biz insanatın başını belaya nasıl soktu-ğunu bilirim der. Tabi bu Nasreddin Hocadır. Söylemeye de hakkı vardır.
Tekrar bizim Lütfi Efendiye gelecek olursak, fırsattan istifade bazı çekemeyenleri tarafından namazı eğilip doğrulmaktan ibaret sayı-yor, şeklinde yorumlanarak kendisine “zındıklık” isnad olunur. Şey-hülislam Efdalzade’nin katle sebebiyet verecek bir hadise olarak görmediği bu durum, kendisine hasım olan Hatibzade ve Molla İzari gibi kimselerin katline fetva vermeleriyle sonuçlanır.
Diyeceksiniz ki Nasreddin Hocamızı neden idam etmediler. Hoca avamla haşir neşir olup Selçuki Devletinin imkanlarından istifade etmediğinden kelleyi kurtarmıştır. Eğer Nasreddin Hoca da merkezi yönetime yakın olsaydı o da mutlaka idam edilirdi.
Neticeten Deli Lütfi’nin iftira ile helakine çalışıp gayret edip he­deflerine de ulaştılar. Molla Lütfi, At Meydanında idam edilmek üzere götürülürken halkın, yolun iki tarafına toplanarak kendisine övgü dolu sözler söylediği ve imanına şahadet ettikleri belirtilmektedir.
1494’te idam edilen Molla Lütfi, Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi haziresine defnedilir. İbn-i Kemal Paşa’nın hocası olan Molla Lütfi hakkındaki şu ifadeleri niçin idam edildiğini gösterir mahiyettedir.
“Akranının kıskançlığı belasına uğradı. İnce tabiatlı, şakacı, nadir söyleyici bir kimse idi. Çoğu kişileri donatırdı; yani giydirirdi. O ci­hetten düşmanları çoğalıp üstüne geldiler ve iftira ile helakine çalış-tılar.”
Molla Lütfi’ye rahmetler diliyoruz. Binaenaleyh günümüzde de aynı rumuzların kullanılarak aynını oynamaya çalışan cürüfattan ge­çilmiyor. Yüce Çalap bizi Lütfi Efendi’nin düşmanlarının ve onların çağdaş torunlarının şerlerinden halas eyleyip onları enkarib-üz ze­manda helakü perişan eylesin. Amin.
Bu vesileyle Miralay Ergenekon Beye “İnsanname” kitabımı imzalayıp takdim ettikten tam üç gün sonra kendilerini arayıp benim için zatı alilerinin değerlendirmelerinin çok mühim olduğunu arz edince Ergenekon Bey kitabı süratle okuduğunu ikiyüzüncü sayfaya kadar geldiğini ve buraya kadar hiçbir kimseye açıktan hakaret olmadığına şahit olduğunu ve hukukun ağına takılabilecek hiçbir ifa­denin yer almadığını; ancak kullanılan dil hakkında problem olduğunu buyurunca bendeniz de evet haklısınız. Bu konuda diyecek bir itirazım yoktur. Bu dil meselesinin her dönemde olduğunu, Osmanlıda da daha önce Selçuklularda da halkla yönetime yakın olan-ların farklı diller kullandığını, bir taraftan Fuzulilerin, Bakilerin öbür tarafta Yunusun Karacaoğlan’ın vaki olduğunu, haddi zatında Mevlana’yla Nasrettin Hoca taraftarlarının çekişmesinin de bundan kaynaklandığını ifade etmeye çalışmış olsam da Miralayıma hak vererek bu konuda lütfedip yazacakları raporu lehte veya aleyhte olmasına hiç bakmaksızın kitabımın böğrüne yerleştirerek bir sonraki baskısında yayınlayacağıma söz vererek söhbetimize devam ettik.Çünki, samimi ve doğru olan her şeye gönlümüz açıktır diyoruz.
Yine asrın en büyük Miralayı Necabettin Ergenekon Efendiyle son telefon mükalememizde aydın ve elit kavramları üzerinde mütalaa yaparken miralayımız aydın kavramının artık bundan böyle anlam değiştirdiğini ayakta ve özellikle iki parmak arasında çıkan nasır gibi bütün vücudu ağrıya ve sızıya gark ettiği gibi ikisinin manevra kabi­liyetini de kısıtlayan manaya geldiğini artık bündan böyle bu şekilde kullanılması gerektiğini bize nasihatte bulundular. Saniyen Neca­bettin Bey bu elit kavramının da pelit kelimesinden türetildiğini, pe­litin birkaç anlamı yanı sıra sadece ve sadece ocakta yakılabilen, mobilya v.s. olamayan ve hatta yongası bile olmayan bir odun çeşi-didir. Bu pelit kelimesinin (p)si düşüp eliti kalmıştır, deyince bende­niz de eliyle it gezdirme anlamının da çıkabileceğini el ve it kelimelerinin birleştirilerek elit kelimesinin türetilebileceğini ifade edince komutanımız bize eliyle it gezdirmenin hiçbir sakıncasının olmayacağını ancak tehlikeli olan şeyin elin iti olduğunu söyleyince kendilerinden bu tatlı değerlendirmeyi yazabilmem için müsaade al-dıktan sonra hemen mekan tutup kalem tutup zaptı rapt eyledim ves­selam!
Saniyen bana sorulsa asrımızın en zevkli icraatı nedir dense hiç tereddüt etmeden sadelik ve tabiilik adına çocukluğumu göz önüne getirerek hıyar bostanından topladığımız o turfanda hıyarları heybe­mize doldurup evimize dönerken eşeğimize binip onları tek tek yiyip bir taraftan rayiha koklayıp bir taraftan eşeğimizi mahmuzlayıp mesafe kat ederken eşek nallarının çıkardığı müzik eşliğinde anırtı bazen eşek inadı hadisesi ve nihayet eve avdettir derim. Belki köyde yaşayanlar bunun ne demek olduğunu anlamazlar amma metropol­lerin tasallutuna düçar kalmış bir insan için bu hayat seyri çok şey ifade etse gerektir. Zaten tenha yerlere turizm yapmanın sebebi hik­meti de bu olsa gerektir.
Tam bu hengamede apartman görevlisi Sami Akın Efendi sohbet etmeye geldiler. Kendileriyle hoş beş hal hatır faslından sonra hocam ne yapıyorsun deyince Sami Efendi şimdi de “Hıyarname” yazıyorum. Eğer hıyarla ilgili bir hatıran varsa söyle yazalım dedik.
Sami Efendi vallahi hocam biz Kütahya Simav’ın Dağardı bölge­sinde yaşardık. Ne hikmetse bizim bölgede her türlü sebze yetişme-sine rağmen fazla hıyar yetişmez. Ancak hıyarlık yapanlardan geçilmiyor. Bunların haddi hesabı yok dediler. Biz de bu vesileyle Sami’den alacağımız malumatı almış olduk. Binaenaleyh bütün çalışmalarımızın Har+insan+hıyar şeklinde tezahür etmesinin sebebi hikmeti de tabii düzen olan hayat seyridir. Bu silsile-i meratibde öncde bir eşek edineceksiniz ki ona bineceksiniz. Bundan maada da hıyarınızı heybenizden huruç ettirip kemali afiyetle götüreceksiniz.
“İnsanname”mizdeki kitap kapağının sebeb-i hikmeti de budur. Kitap yazarken önce “Harname”yi (eşeknameyi) neşrettik. Bilahare eşeğe binen mahluku ucubenin şerefine “İnsanname”mizi yayınla-dık. Şimdi ise esas ve ana rükun olan hıyar efendiye dünya tarihinin disipliner ve sosyolojik olarak yayınlanacak olan bu kitap ki “Hıyar-name” ismiyle müsemma olan çalışmalarımızı sizlere arz etmeye gayret ediyoruz. Amma dikkat edilecek en önemli girizgahın eşeğinde ve hatta ona binen insanın da fazla mühim olmayışıdır. Çünki reel olarak eşek de insan da hıyara çok muhtaçken zavallı veya garip ola­rak addedilen hıyarın ne eşeğe ve nede insana hiç ama hiçbir muh­taciyeti yoktur. Dünyadaki bütün hıyarların ne eşekler ve nede insanlar tarafından yenmediğini farz edecek olursak hiçbir hıyarın hıyarlığına hiçbir şekilde halel gelmeyeceği gibi bunun tersini düşündüğümüzde hıyardan mahrum edilmiş insanatın ve de hayvanatın hayatından ciddi bir lüksün ve de alışılagelmiş bir zevkin nakısası ağır bir şekilde kendisini gösterecektir. Öyleyse kısası hıyar gibi sıradan bir sebzeye bile bu kadar muhtaç olan bir eşekle bir insan içine düşeceği zavallılığı siz okuyucularımız değerlendirsin.
Velhasıl Harname, İnsanname ve Hıyarname ve tesirleri üzerinde de biraz mavra yapacak olursak, bana göre dünyanın en ağır yükü­nün öyle yüzlerce mikaplık mermer bloklar taşımaktan daha beter olan sahtekar poliyüzlü dost zanlısı mahlukatı taşımak olsa gerektir, dersem beni anlamak istemeyeceksiniz. Ancak en büyük hoca tecrü­bedir. Yıllarca iyi günlerinizi paylaştığınız sahte dostlarınız sizden aniden ayrılır; mesafesini öylesine buzdan dağlarla örerler ki bunlar sanki sizinle ömründe hiç karşılaşmamış gibi tavırlanırlar. İşte kainatın en ağır yükü bu angaryayı taşımaktır kanaatindeyim. Eğer siz karilerim de bu sonunda ne rütbe ne de mal olmadığı gibi ekstradan angarya ve tezellüm hamallık ve hamakatından kendinizi ve aile efradınızı ve hatta milletinizi azat etmeye talipseniz size bir büyüklük yapıp bunun reçetesini zevkle sunabilirim. Evet bu müşarünileyh mahlukatla herhangi bir harbü cenge falan gerek olduğu zehabına uğramayın. Fazla bir şey yapmanıza gerek de kalmayacaktır. Bulunduğunuz her mekanda ve konuştuğunuz her mahlukata doğru olanı söyleyip haktan yana tavırlandığınız gün bütün sahte dostlarınız sizi terk edecek ve hatta size harbü cenk edeceklerdir. Geçenlerde kadim bir dostum diyor ki sen yanlış yapana hakaret ediyorsun. Senden çe­kiniyorum. Ya bir gün ben de yanlış yaparsam beni de hırpalarsın di­yerek serzenişte bulunuyordu. Tartışmaya muttali olan Ali Murat Hocamız da zevkle iyi ya sen de kötülük ve yanlış yapmamış olur­sun. Bu tavrımız senin için caydırıcı bir yaptırım olsun veya bunu böyle kabul görüp kendini ya yanlış yaparsam diye kuracağına, yanlış yapmamaya göre kendini uyarla diyerek nasihatte ve meşihatta bulundular. Ne yapalım demek ki asrımızda dejenerasyon o kadar her yeri sardı ki insanlar ikazdan nefret edip kendi yanlışlarının birer fazilet olduğunu seslendirmeyen herkesi tabii bir düşman olarak addediyor. Bugün memleketimizin bütün kurumlarında küçükler bü­yüklerin bütün yanlışlarını fazilet olarak seslendirerek en önemli mevkilere geldikten sonra onları da bir tekmeyle indirip ihanetle işi noktalıyorlarsa bence bu suç sadece ihanet edenlerde aranmamalıdır. Tanrıya, insanlığa, milletine ve bütün doğrulara ihanet üzerine kurulan sistemlerin yetiştireceği mahlukattan ancak ve ancak ken­disini yetiştirenlerin özelliklerini aramak en doğrusu olacağı gibi hatta boynuz kulağı geçer misali çırak ustasına fark atacak ve şeytanlıkta üstadlaşılacaktır.
Hıyar tohumundan hıyar, patlıcan tohumundan patlıcandan başka bir ürün beklemenin hamakattan başka hiçbir sebebi olmasa gerektir.
Velhasıl statünüz ne olursa olsun hemcinsinizden hıyara tebdil olup hıyarlıkta kusur etmeyen mahlukattan geçilmez oldu vesselam!

1 yorum:

  1. Kendisini sorgulamak isteyenler için, hangi mertebede,hangi makamda,hangi rütbede,velhasıl hangi hıyar'lıkta veya hıyarcılıkta olursa olsun kendini bir sorgulaması lazım.

    YanıtlaSil