Bakara 61. ayet ve bir vakit, “Ey Musa, biz bir tek türlü yemeği kabul eder değiliz; buna katlanamayacağız, artık bizim için Rabbine dua et, bize yerin yetiştirdiği şeylerden, sebzesinden, kabağından (hıyarından), sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın” dediniz. O da size “O hayırlı olanı, daha aşağı olanla değişmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya inin, orada istediğiniz elbette olacaktır.” Dedi. Bundan sonra üzerlerine de zillet ve meskenet binası kuruldu ve nihayet Allah’tan bir gazaba uğradılar. Evet öyle. Çünkü Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar ve peygamberlerini inkar ediyorlar ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. Evet, öyle, çünkü isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı.
Bilindiği gibi bu ayet hududullahı aşan Yahudiler için inzal buyurulmuştu. Prof.Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in köy sosyolojisi ki-tabından ABD’de yapılan araştırmaların sonucunda üç türlü köylü sınıfının tespitini kendi köyüme uyarladığımda bu tespitin haddizatında sadece ABD’ye mahsus bir realite olmadığını, bütün insanlık için söz konusu olduğunu düşünerek, insanlığın aynı kaynaktan neş’et ettiğini dolayısıyla dünya insanlığının bir aile olduğunu buradan hareket ederek Adem realitesinin karşımıza çıktığını ifade etmek isterken; Bundan böyle Yahudilerin çok sekülerleştiğini taam etme alışkanlığımızı bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Bilindiği üzere Yahudiler Arapların amcazadeleridir. Mazlum ve mağdur insanları tenzih ettikten sonra fırsatını bulan Müslümanların nasıl canhıraş dünyevi nimetlerden en marjinal noktasına kadar istifade ettiklerini ve bunu sanki birilerinden hınç alırcasına nasıl teşhir ettiklerini görmemek mümkün değil. Vakti zamanında günümüzün sosyoloji alimlerinden Prof.Dr. Ümit Meriç YAZAN hoca bir vesileyle Müslüman israf etmez, bu kadar pahalı jipleri istimal etmez deyince başına neler getirmişlerdi. Yahudiler tarihte çok fakirlik çektiklerini iddia ettiklerinden ötürü pullarının kıymetini bilip onu ihtimamla korudukları halde bizim Müslüman Efendi daha düne kadar fakru zaruret içinde kıvrandığı halde bir fırsatını bulup meblağ edinince çılgına dönüp bu imkanları nasıl sonuna kadar kullanırım ve bu meyanda canibime de nasıl bunu hissettiririm sarhoşluğunda olsa gerektir. Pek tabiidir ki imkansızlıktan dolayı bu imtihanı yaşayamayanları tamamen tenzih etmek de haksızlık olur. Onlar da bu sınavdan geçtikten sonra gerçek karakter analizlerini ortaya koyacaklardır. Bu girizgahtan sonra esas konumuz olan hıyar meselesine bakalım.
Yukarıdaki ayet-i kerimede bazı tefsirlerde kabak, bazı tefsirlerde de hıyar kelimesi geçmektedir. Velhasıl hıyar da kabakgillerden olduğundan ötürü maksat hasıl olmuştur. Önceleri gayet mütevazı yaşayan Yahudiler, Musa’ya “Tanrına söyle biz sade yemeklerle iktifa edecek değiliz, bize hıyar da gerekir” diye direterek mevzu Tanrıya arz edilince, Hz. Çalap onlara öyleyse şehirlere akın edin orada istediğiniz her türlü dünyalığınızı bulacaksınız. Sonuçta şehirlere akınlar ve büyük servetler ve sonuçta Allah’ın gazabına lanetine müstahak olma faslı. Gören Allah için söylesin. Bizim 1940’lardan evvel nüfusumuzun %70 inin köylerde gayet mütevazı ve mutlu, karnı tok sırtı pek, kendisiyle, milletiyle ve tanrısıyla barışık bir hayat yaşarken, adeta teşarşür yarışı gibi o güzel beldelerimize ihanet edercesine hurra deyip şehirlerimizi istila edip, haklı haksız büyük kazançlar elde edip, ara form, ucube insan olmamızın Yahudilerin başından geçen bu serencamdan ne farkımız var. Bir gün Medine çarşısında Hazreti fahri kainat otururlarken bir cenaze merasimine mut-tali olup, tazimle önünden ayağa kalkar. Duruma şahit olan sahabeler “Ya Rasulullah bu cenaze bir Yahudi’ye aitti” dediklerinde, Efendimiz “Evet ama o bir insandı” der. Demek ki hepimiz insanlık paydasında aynıyız, birbirimize fark atacak ve övünecek bir tarafımız söz konusu değildir. Ancak üstünlük takva iledir. Peki, takva nedir? Takva: Korkma, sakınma, kaçınma, Allah korkusuyla günahtan kaçınmakta, Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme haline bürünme denir. Bu özellikleri taşıyan kişiye de muttaki denir. Sen eğer bir varlık olarak insanların, hayvanların, çevrenin, vatanın, milletin hakkına giriyorsan, senin kafa kağıdında Türk veya Müslüman yazılmış olması hiçbir şey ifade etmediği gibi bu değerleri de küçük düşürdüğünün acaba farkında mısın? Sen eğer mirastan veya kuruştan kaçırıyorsan, akşamları televizyon izlerken Filistin İsrail zulmünü seyrederken onlara küfretme hakkını nereden buluyorsun. Tanrı kutsal buyruğunda “Vay o namaz kılıp da hile yapanların haline” demiyor mu? Yine eğer kıldığınız namaz, tuttuğunuz oruçlar sizi kötülüklerden alıkoymuyorsa demek ki kabul olmuyordur nasihatini ne çabuk unuttun. Yine efendimizin hıyarı tuzlayarak yiyiniz hadisini ne çabuk unuttun. Çünkü hıyar sade yenilince safra yapar. Halbuki birazcık tuz onu dengeler. Haddi zatında tuz bir temizleyicidir. Bütün deriler onunla terbiye edilir. Yaşlılara fazlası haramdır. Amma tuz da bir realitedir. Hele hele bir de tuz ruhu var ki müstehakkına musallat olsun.
Allah’a hamd, Resulüne salavat ve onun ehli beytine selam olsun ki hıyarı yarattı. Eşek mevzuunda olduğu gibi hıyar konusunda da bizim hıyar veya hıyar oğlu hıyarla hiçbir problemimiz olmadığı gibi, biz hıyarı tazimle selamlar, yediğimiz ve cümle aleme yedirdiğimiz bütün hıyarlara muhabbetlerimizle… Ancak bizim kavgamız eşekle değil, eşeklik ve eşek oğlu eşeklik yapanlarla olduğu gibi bizim yeni üslupta kavgamız hıyarlık ve hıyar oğlu hıyarlık yapanlarla olacak. Hıyar çok nezih, nahif, kibar, kütür, derde deva, sadra şifa bir sebzedir. Başka yazılarımızda hıyarın tarihçesini inşallah elimizden gelecek şekilde ifade etmeye say ü gayret edeceğiz. Ancak kısaca hıyar
1- Çekirdek hıyar
2- Filiz hıyar
3- Bostana sarmış hıyar
4- Çiçek hıyar
5- Badem hıyar (Çengelköy)
6- Langa hıyar
7- Sarı tohumluk hıyar
8- Kırık hıyar
9- Yarık hıyar
10- Çürük hıyar
11- Gübre hıyar
Hıyar bile üç aylık kısa bir hayat serüveninde bu ızdıraplı safhalara bürünür. Bunun tek hikmetinin bu zalim ve de cahil insanlığa hizmet aşkından başka yoktur hiçbir endişesi. Hıyar hıyarlığıyla bu kadar kemalât yaşamasına rağmen, hıyarlık yapanların hıyar olmaktan başka hiçbir serüvenleri yoktur. Onlar sadece ve sadece bu dünyaya hıyar olarak gelir, hıyar olarak giderler. Cümle efalleri hıyar yemekten öteye gidememektedir.
Geçenlerde kadim dostlarım bu dünyanın kahrını bir tek sen mi çekeceksin diyerek Uralizade İsmail Efendi tavassut ederek cennetten borç ve emanet alınan eşek cenneti beldesine aile efradımla revan olduk. Birden kırık hıyar kemalatına nüfuz etmişlerle muhatab olup, yüce çalabın kutsal metnine bir insanı öldürmek kainatı öldürmek kadar büyük bir günahtır tavsiyesinden sonra, iftiranın da katilden daha büyük bir günah olduğunu düşünmeden bize kefen biçilmişti. Bir hafta süreyle ifade verdikten sonra ecmain beni haklı bulup zerzevatı mahkum edince, kadim dostlarına allahaısmarladık demeden firar etti. Zavallı kuruş kavgasını Kur’an kavgasına tahvil edip kendini kurtaracağını zannetti amma bu dünyada bile tutmadı, öbür tarafta nasıl kabul görecek bilemem. Ortada bir azabün elim var, ya sana ya bana. Senin de dediğin gibi zaman her şeyin çaresi ama temennim çalap iftiracı ve hak gaspçılarının, bütün işlerini yalan, dolan, koğuculuk, gammazlama, maiyetini birbirine düşürerek yönetenlerin en karibuzzamanda belasını versin. Amin! Yukarıda bütün hayat süresi üç ay bile olmayan hıyarın hayat seyrinin son aşamasında kırık hıyar döneminden bahsetmiştim. Elhamdülillah ki hıyar kırıldı. Artık geriye çürük ve gübre hıyar dönemi kaldı. Yüce çalap her konuda ol-duğu gibi bu kavgada da hainlik ve haksızlık yapan insanların belasını en kısa zamanda versin. Amin!
Kırık hıyarın en büyük takıntılarından biri de mut’a idi. Vatandaşın kafasını hep karıştıradururlar bana gelip soranlara cevabım: “Vallahi bu süreli nikah işini bizim rahmetli boz eşek de yapardı, sıkışınca ne yapar eder bir kancığı kıstırır, nefsini körlerdi. Bir de cesaretiniz varsa bunu erkekler gibi (üç zevceli tabip gibi) yaparsınız. Yoksa lüzumsuz ağız istimnasına gerek yoktur. Bir de bizim örfümüzde böyle bir şey vaki olmamıştır. Türk İslamı buna kesinlikle karşıdır. Ancak ben mut’a yaparım diyen varsa ona da karışmayız. Hayırlı olsun deriz. Fakat siz mut’a yaparken, birileri de sizinkilerle aynı hakkı kullanmaya başlayınca bunu içinize sindireceksiniz demektir.”
Eşek cennetine vasıl olur olmaz bize müfteriyattan naşi zulüm reva gören bilahare hakkı teslim edip bendenizi törenle yolcu eden zevattan bazılarını ifade edecek olursak.
1- Kırık hıyar 2- Ömer Kalkancı (dava vekili) 3- Sırra kadem Sururi efendi 4- Galip efendi 5- Yusuf efendi lihyeci 6- Müftü Yusuf Efendi 7- Hasan Efendi 8- Müftü Ahmet Efendi 9- Hikmet bey 10- Hüseyin şeyh 11- Ecz. Muhittin efendi ötmeci efendi. Kahramanmaraş’tan dondurma ısmarlamıştı. 12- Tabip Zafer Efendi 13- Alaattin efendi 14- Muhammet efendi 15- Nedim efendi 16- Ahmet efendi 17- Adem efendi 18- Zillet tepesinden pamuk Memet efendi 19- Çarkçı İsmail, 20- Serbülent efendi 21- Karamanın koyunu sonra belli olur oyunu efendi 22- Şükrü efendi 23- Libyalı Mehmet Ağabey Mühendis-i teolog 24- Ali Rıza efendi 25- Ahlatlı Alattini Kibar efendi 26- Nurzade Mehmet 27- Bitlisli Muammer 28- Oflu Fahrettin ve mahdumu Muhammed efendi 29- Muşlu Mehmet 30- Oğuz 31- Tuğrul 32- İskenderunlu demir çelik piri Ahmet efendi 33- Gülizade Ahmet efendi 34- Sırtüstü yüzer Sacit efendi.
Bu meyanda Balabanzade Mustafa efendiyle refikalarının sadra şifa zeytin ve mamullerini unutmak namümkün. Mustafa Efendi gençliğinde bol bol eşek muhabbetlerinde bulunduklarını ve bütün at, katır, eşek ve de ineklerini bahrullahda nasıl çimdirdiklerini adeta bir destan gibi anlatmışlardı.
Erzincanlı Hüseyin Efendiye gelince hassaten kancık eşeklerin yıkandığı koyun ateş-i Suzan sayesinde çok çok sıcak olduğunu gizlice kadim dostu Libyalı Mehmet efendiye fısıldarken, Mermerizade Hasan efendi bu ehem sırra muttali olup biz gurebanın da sıcaktan müstefid olmamıza say ü gayret etmişti. Bu vesileyle kendilerine medyunu şükranız.
Süruri efendi hazretlerine gelince onun dosyası bayağı kabarıktı. Tam üç seneden beri bize taam ziyafeti çekeceklerini vaat edip hep gargaraya getiriyordu. Zaman zaman çay paralarını verip sırra kadem basardı. Bir de üç sene evvel bir dilim kavununu bu sene de beş adet incirini inkar etmek nankörlük olur. Kendileri Allahın adamı olup, tam on iki ay tatil yapıp aynı anda on iki masayı tanrıyı ve aile efradını ihmal etmeden bir bakarsınız dubanın üzerinde horoz gibi ötmekte oradan hamama oradan eve oradan da tapınmak için yüce çalabın evine revan olmaktadır. Ben hakikaten ömrümde bu kadar kabiliyetli bir insanla şereflenmedim. Yedi kocalı Hürmüz’ün bunun yanında esamesi bile okunmazdı. Sururi efendinin devlet ricaliyle de flörtü çok derindi. Abdülkadir efendiden tutun da Serbülent efendiye kadar deruni münasebetler. Hele hele Serbülent efendiye ikram ettiği kara incirler derde deva hastalara şifa içtimai münasebetlere de birer miftah mesabesindeydi. Yine Serbülent efendinin bu fakire mecnun dediğine şahit olmuş cümle günahlarına tevbe estagfirullah çekmişti. Yine Sururi efendinin hemşerisi olup Bursa şehri aziminde müderrislik vezaifini deruhte eden efendi hazretleriyle münasebetlerimizi kesmiş, ancak kalb gözü açık olan bu zatın bendenizden helallik alıp medresesine davet etmesi bir milat olmuş, bu fakir de eğer Sururiyi tazir edersen makamından şerefyab olabileceğimizi arz edince hemen kabul görmüştük. Yine Sururi efendinin yeğeni siyasi Mehmet’in sohbetleri ve mebus olabilmek için sattığı şeftali bahçelerini unutmak mümkün değildir.
Binaenaleyh bu eşek cennetinin civar karyelerinde vuku bulan içtimai faaliyetleri de ihmal etmeyen Sururi efendi hangi köyde ne zaman bir ziyafet olduğunu tespit edip bütün cemaatiyle bu düğün merasimlerini şereflendirip, davul ve zurna eşliğinde halay çekip yorulduktan sonra bol miktarda keşkek telefiyatında bulunup adet üzerine boz eşeğe binip yediklerini de sindirmek içun eline bir sarı langa hıyar acuru veya hırhınnik cinsi bir hıyarı yavaş yavaş sindire sindire kemali afiyetle mübarek midelerine indirdikten sonra yorulup aşağıya yatıverirdi. Darbı meselinde ye keşkeği, bin eşeğe yat aşağı üçlemesini tamamlardı.
Hakikaten Sururi efendi bir destandır. Bendeniz yıllardan beridir halis zeytinyağıyla yağlanmanın ihmal edilemez bir sünnet olduğunu söylememe rağmen kimse dinlemezdi. Yıllardan beridir hoca efendiler vâzı nasihatte bulunmalarına rağmen kimse hakka riayet etmezken elime bir hokka zeytinyağı alıp deniz koyunda vıcık vıcık yağlanmaya başlayınca bu ameliyenin bir virüs gibi yayıldığına şahit oldum. Demek ki tarihte Alperenlerin metodu gibi doğruyu vaaz etmekten çok onu yaşarsanız daha etkili olduğunuzu göreceksiniz. İşte bu hengamede Sururi efendi de bizden çok etkilenmiş olacak ki cemaati müsliminin huzurunda hasseten cümle aza ve cevarihlerini ince ayar zeytinyağıyla yağlayıp istimal etmesi başta Hasan efendiyi zıvanadan çıkarmış, hayretnüma bir tiyatroyu bile geride bırakmıştı. Hele hele Sururi efendinin incir ağacından yaptırdığı kalın zurnasını yağlaması kayıt düşmüştü. Hazirun Sururi efendiye ısrarla zurnanın mutlaka kara erik ağacından yapılması gerektiğini ısrar etsek de nafile o mübarek incir ağacının içinin delik olduğunu, işlemesinin de kolay olduğunu iddia etse de bir işe yaramadı. Çünkü yumuşak ağaç sürekli çatlamakta sürülen yağ ve vernikleri de yutarak şişmekte idi. Vakti saati gelip çattığında da ötme vezaifini tazim edemeyen zurna sahibinin yüzünü güldüremiyordu. Bu serencama tahammül gösteremeyen sofi Sururi bir gün vecde gelip zurnasını kırarak dubadan bahrı sefide salladı. Ne yapalım vatan sağ olsun. Demek ki büyük sözü dinlemek gerekirmiş. İmam-ı Azam’a köpek kaç yaşında baliğ olur diye sorulunca bilemem onu ehli olan çobana sorun demiş. Biz de kadim dostumuza sakın ha eğer zurna istimal edeceksen onu mutlaka bir zurnacıya soracaksın pek tabiidir ki davulcunun da hatırını kırmayacaksınız. Benzetmekte hata olmasın ayet ve hadisler nasıl ki bir birinin mütemmimi ise davul ile zurna da beraber çalınınca tamamlanmış olur. Aksi takdirde tek başına hiçbir şeye yaramazlar. Ne gibi? Dişiyle erkek gibi. Sururi kardeşimize kaliteli bir zurna ve eşek derisinden mamul kalın bir davul ve de onun ana rüknü olan bir de tokmak temin edip önümüzdeki dönemde bol bol eşekli muhabbetler temenni edip eşeğimizi cümle emrazdan halas için mutlaka aşılatmasını salık veriyoruz.
Bu serencam-ı eşek de Kırık hıyarın tesirinde kalmayıp hakkak hıyarın hakkını teslim eden küfre ve münafakata Galip Efendi ve kıymetli evladanına hakkı teslim ettikten mabadehu makalemizin girişini şereflendiren kutsal metnin hikmetli ayetinin sonunda hasetsen Kırık hıyarların neden ifrazat yaptıklarını muhatablarımıza arz ederek akıbetini hukukullaha havale ediyoruz…
Mübarek ayette Hz. Musa’nın ümmeti Allah’a isyandan sonra peygamberleri de katlettiler.
Kırık hıyar da aynı minval üzere küfrünü münavefakaten tekamül ettirerek yüce çalaba isyan, iftira ve fitne şartlarını kana kana yerine getirerek marjinalleşmişken mazideki hemcinslerinin son mutluluğu olan peygamber öldürme heyecanını (hatemül enibiyanın gelip geçmiş olması) yaşayamamasının verdiği büyük bir kederle o ehven duygularını tatmin için arayıp tarayıp bir Allah adamı bulup seküler kanuna yakalanmadan Japon üslubuyla katledip fitnesinde zirve yap-maya azm ü cezm ü kastetmişti. Uzun bir solukta dünyamızı değiştirmenin eşiğinde olmamıza rağmen münafikun metodunu çok ehven bir metodla uyarlayıp kendisi hakkında verdiğimiz bu nihai kararda bizi hüsnü zan besleyip sabretmemize sevk etmişti. Yeter artık yüce çalap seni yere çalsın sen nasıl olsa sana ağır küfür ve hakaret edenlere hizmet servisine memursun. Bundan böyle bana da can düşmanlarına yaptığın hürmeti hizmeti göster yeter. Allah c.c. haini, haksızı ve münafıkı hemen çarpsın. Amin!
HIYAR
Her şeyde olduğu gibi hıyarlıkta da Dersaadet’te uzmanlaşma vaki olup iki ayrı bölgeden ismini alan iki çeşit hıyar söz konusu idi. Birincisi Çengelköy hıyarı ki Çengelköy bostanlarında yetiştirilir. Özel-liği daha küçükken koparılıp badem gibi büyük bir zevk ve hazla etrafına rayiha salarak tüketilir. Genellikle bütün vatandaşların telef etmek istedikleri bu hıyar türünü özellikle müskirat müptelaları ne yapıp edip bunları pahalı da olsa temin edip istimal etmeleri Asitanenin sakinleri tarafından bir ayrıcalık olarak addedilir.
İkinci çeşit hıyara gelince yine o da adını yetiştiği bölge olan Lan-ga’dan almaktadır. Langa Eminönü ilçesi Kumkapı Yenikapı arasın-daki bölgeye adını veren bir semt olup vakti zamanında oradaki bostanlardan elde edilen hıyarların çok iri olup yiyerek tüketmekten çok cacık yapımında kullanılıp çok ekonomik ve bereketli olurdu.
Hıyar tüketimi de bütün mallarda olduğu gibi arz ve talep üzerine değerlendirilmekteydi.
Hıyar hakkında bir nebze derkenar eyleyecek olursak, Resulullah “hıyarı tuzlayarak yiyiniz” hadisiyle Bakara suresindeki Yahudilerin Tanrıdan çeşitli yiyeceklerle birlikte hıyar hıyar istemeleri de mühim bir hadisedir.
Bostan sahibi bir ailenin mensubu olarak da çocukluğumuz bol miktarda hıyar telefiyatıyla değerlendirilmiştir.
Hadis kitaplarında hıyarat babları vardır amma onlar genellikle hayırlı işlerden bahsetmekle birlikte hıyar ve hayır kelimelerinin ak-rabalıklarını da göz ardı etmemekte fayda mülahaza ediyorum.
Yine hıyar sıfır kalorili olduğundan mütevellit rejim uygulayanla-rın midelerini kandırıp kilo almaktan imtina etmelerine de vesile ol-maktadır.
Hıyarı istimal ederken başını kesip biraz sürttükten sonra başı-nıza korsanız rehabilite olur bir nebzecik de olsa ağrılarınıza galebe çalarsınız.
Son zamanlarda piyasada bol miktarda hıyar şampuanı ve hıyarlı sabun pazarlandığını ve yine hanımların güzellik salonlarında hıyar kabuklarıyla arındıklarını da bilmekte fayda vardır. Hatta beyaz tenli insanları tasvir etmek için Anadolu’da “soyulmuş hıyar gibi beyaz” ifadesi çok meşhurdur. Malum alinizdir ki hıyarın giysisi onun ka-buğudur. O kabukla adeta bir çeşit giydirilmiştir.
Üsküdar’da meskun Terzi Nihat ve Rauf kardeşler için bir çok hı-yaratı giydirmekte mahirsiniz deyince tebessüm etmişlerdi. Bilahare oradan çıkıp yıllardır tıraş olduğum Üsküdar Merkez Ekşioğlu pasa-jında Çağlayan karhanesindeki muvazzaf berber Uysalizade Mahmut Efendi tıraşlarında insanı adeta hıyar gibi soyma tezevvükatıyla düzen verirdi. Müslüm İngiliz Salman Efendiyle münavebeli olarak tıraş olur sağlık ve sıhhat temennileriyle amelimize avdet ederdik. Yine meşhur atasözüdür. “Zurnama hıyar dedim tozluğunu alan ko-şarak geldi”.
Bu kadar tetebbuattan sonra Üsküdar Sarhoş İmamlar Tekkesine vasıl olur olmaz kadim dostum Ekşizade Rasim El-Turani hazretleri günün siyasi, dini ve tarihi yorumlarını tamamlayıp “Hıyarname” mevzuuna gelince deruni bir ifadeyle kendilerinin şeker hastası ol-duğunu ve hıyarın bu illete faydalı olduğundan ötürü sürekli hıyar tükettiğini, binaenalayh memlekette son zamanlarda da bol miktarda neş’et eden hıyaratla da kerhen hasbihal etmek mecburiyetinde kal-dığının bir bakıma bu edramın müşterek kaderimiz ve alın yazısı ol-duğundan mütevellit bu faslı mübarekenin mutlaka kayıt altına alınmasını rica ettiler.
Tam bu esnada kelamı kibarcı Alperen Süleyman Efendi de bize Malatyalı Osman Pehlivan Efendinin hıyarla ilgili şu şiirini yazdırdı. Biz de menkulen okuyucularımızın zevki selimine arz ediyoruz.
“Bindirmişler bir gemiye
Rotasından haberi yok
Korkuyorum Türküm demeye
Atasından haberi yok
Şeriat der fitne yayar
Müslümanı gavur sayar
Görülmemiş böyle HIYAR
Ötesinden haberi yok.”
Derken Üsküdar’da hassaten Balabanbaba mevkiinin ne delisi ve ne de zuhuratı bitmez oldu. Herkesin malumu olduğu üzere dergahlara diğer kurumlardan farklı olarak her kesimden ve her statüye sahip insanattan ve özellikle mecnunattan, deliden, sarhoştan, gurebadan ve yeryüzünde tutunabilecekleri hiçbir dalı olmayanların müştereken müdavim olmalarıdır. Eğer Osmanlı coğrafyasında bir zavallı biçare kalmışsa herkesin ona göstereceği adres bellidir. Bunlar dergahlar, tekkeler, zaviyeler ve imarethanelerdi. Hatta şöyle bir söz vardır. Tekkenin kabul etmediğini hiçbir kimse kabul etmezmiş. Çünkü o mekan herkesi kabul edermiş. Orada sıcak bir yuva, sıcak bir çorba ve dedikodu faslından bol miktarda koyu sohbet olduğun-dan naşi oraya her türlü derde müptela gureba gider sıhhat bulup avdet ederdi. Yine bir defasında bir garip açlığından yakınırken ona niçin tekkeye gitmiyorsun tavsiyesinde bulunulmuş, o da gittim, git-tim orada da bana çorba vermediler, aç kaldım deyince, vallahi utan-dım deyince ona yarın yine git ama çorba dağıtılınca hiç olmazsa öksür. Adamcağız bu tavsiyeye uyarak ertesi gün gider. Çorba dağı-tılırken yüksek bir sedayla öksürür. Çorbacılar bu sese kulak vererek ha bu arkada da biri varmış deyip bir tas mercimek çorbasıyla bir hokka ekmek ikramında bulunmuşlar. Bizim garip artık işi öğren-miştir. Bundan böyle çorba dağıtılırken en azından öksürerek mera-mını ifade edip kısmetine nail olurmuş. Bizler de Cumhuriyet döneminde bunun bir örneğini Balaban mevkiinin edepli terbiyeli sarhoşlarında gördük. Gerçekten onlar müskiratlarını saklayarak demlenir, bir çocuk veya kadın gördüklerinde arkalarını döner kimseyi rahatsız etmeden akşamleyin saadethanelerine avdet eden Kutbul Arifin Ahmet Yüksel Özemre Hocaefendinin yolunu gözetlerler. Hocaefendi hergün tedarikli olup kendisini beklemekte olan bu sar-hoş kardeşlerimize ifşa etmeden haklarını ellerine gizlice tutuşturur ve dualarını alarak yola revan olur. Bir defasında balıkçı pazarında bir balıkçı hocam, bunları alıştırma para verme feryadına hocamız kız-mıştı. Balıkçı öyleyse bana da ver deyince ona da bir harçlık verince ben de bundan cesaret alarak halen lağvolunan toprak hattı konfe-ransını şereflendiren hocadan izin alıp İsrafil düdüğünü icra ettikten sonra hak olarak kendilerinden bir bereket parası isteyip kağıt bir YTL ile taltif edilmiştim. Hala o mübarek parayı saklarım.
Aslında memleketimizin gerek ocağı ve gerekse delisi bol miktarda bulunmaktadır. Zaten bunların olmadığı yerde veliden de bahsetmek mümkün değildir. Demek ki dergahımız olacak, gurebamız olacak, delimiz olacak, meczubumuz olacak ki bunun üzerinde de veliniz ve velinimetiniz olsun. Aslında her dönemde bir türlü de olsa bu roller üstlenilmiş olmasına rağmen kimse kendisinin ne eylem icra ettiğinden bihaber. İlla da ben akıllıyım diye direttiği halde icralarına bakıldığında bunların külliyen akıldan gayri müsallah olduğu hakikatidir. Bir de akıllı olduğunu zannedenlere tavsiyem aman ha ben akıllıyım denilmez. Siz rolünüzü icra edersiniz, akılla münasebetinize efaliniz ve çevrenizdeki mümeyyiz zevat karar verecektir. Aksi takdirde delilerin de herkese delilik yaftası giydirerek kendilerini gerçek rasyonalist olarak sunduklarını sakın ha unutmayın. Zaman zaman çarşıda, pazarda bazı meczubanın üstünü başını sıyırıp nutuk çektiklerine hepimiz şahit olmaktayız. Sizi temin ederim eğer onlar kendilerinin deli olduğunun farkına bir varsalar kesinlikle o ameli salihayı icra etmekten ictinab ederler. Çünki onlar kesinlikle kendilerini çok ama çok akıllı kabul edip biz diğer normal ve vasati insanata seslenerek aklımızı başımıza devşirmek için hep yırtınırlar, çaba sarf ederler, uğraşırlar. Ama onlar azınlıkta olduğu için hep biz çoğunluk onları deli olarak kabul ederiz. Haddi zatında kimin deli, kimin veli ve kimin akıllı ve kimin akılsız olduğuna Yüce Çalabım karar verecek. Vallahi Yüce Çalabın Yüce Kitabından bir haber verecek olursak, buyuruyorlar ki; bazı insanlar ahiretin azabına düçar kaldıklarında “ya leyteni küntü türaba (ah keşke toprak olarak yaratılsaydık ta insan olup bu felaketlerle cezalandırılmasaydık).” Demek ki akıl denilen şey de göreceli bir realite. Birilerince akıllı olmak kul hakkı yemek olarak telakki edilirken bir diğerine göre kul hakkına riayet etmenin gerçek akıl sahiplerinin efali olurken birilerine göre de serdengeçtiliğin gerçek akıllılık olarak tercih edildiğini. Neticeten bütün roller oynanıp bu diyardan tard edildikten sonra oburtoların, yani hıyartoların tamamen unutulup silindiği halde hangi din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyete mensup olurlarsa olsunlar bütün serdengeçtilerin tazimle alkışlandığını düşünürsek aslında deli dediklerimizin biz-den daha akıllı oldukları gerçeğidir. Çalap bizleri helak edecek bütün akıl ve zeka jimnastiklerinin şerrinden korusun. Gerçi Gazali aklı ve zekayı da farklı yorumlayarak ikisinin tek başına hiçbir şey ifade edemeyeceğini ancak, bu iki aletin dengeli olarak kullanılması neticesinde sosyal müsavatın dengelenebileceğini bize salık vermektedir.
Derken 12 Kasım 2007 saat 19.00 sularında Yalı Akademisinde günün yorgunluğunu atıp taze çaylarımızı yudumlarken birden zuhurat vaki olup hıyarı müennes sultaniyegahın mübarek ellerinde çiçeklerle endam eyleyip zorla pazarlarken birden fehmimize sahibül hayrat vel hasenat hayrül muazzam Lütfi Efendinin hayırbazlığını mütederriken şu ihtisasat devrinde işi ehline teveccüh ettirerek sadakat gösterdik. Neticeten tahsilat ve akabinde mahsulatı tezevvükata Zeki, İsmail, Baki, Doğan ve Çeribaşı azamı Adila Efendiler müşahede ettiler. Bilahare Lüfi Efendiyle hatefi mükalemelerimizde maksadın maksuduna ermediği şeklinde olsa da Tanrıdan ümit ve şükür kesilmez. Esasen ümit, şükür ve korku Çalapla münasebetlerimizde hayat müsellesimizi ihata ederse sonuçta biz karlı çıkarız kanaatindeyizdir. Neyse gayret bizden takdir ve Tevfik Yüce Çalabın kontrolünde. Biz her zamanki gibi kendi nefsimize layık gördüğü-müzü önce dostlarımızla paylaşmak desturundayız. Tam bu hengamede Türkiye’mizin en orijinal Teologlarından ki bu meslekte bir çaresini bulan siyaset, ticaret veya başka bir işten maişetini temin edip en mütevazilerinin de benim gibi memurluk yaptığını belirtmekte beis görmüyorum. Bu zatı gören kesinlikle bir ilahiyatçıya benzetmez. Gözünde filozof gözlüğü (yuvarlak Peyami Safa’nın gözlüğünden) saçlar sarı, omuzlara aslan yelesi gibi dökülüyor ve fön çektirmiş, dalgalı, bıyıksız ve bütün giysiler vakkodan. İşine gelince kellikle mücadelede mahir. Kafalara kılın tanesini on dolardan dikiyor. Çamlıca’da ikamet ediyor. Keyfine keyif kavuşmuyor. Paraya gelince o kadar gani ki onun yanında paranın hıyar kadar bile kıymeti yok. Hemencecik orada on milyar lira sayarak Palabıyıkzadeye takdim etti ve bir iskemleyi de alarak karşımıza makatlandı. Bu zat Çelebizade Recep Efendiden başka birisi değildi. İsteyenler gidip ziyaret edebilir ve hatta kellik problemi varsa bedavadan reklamını da yapmış olup sizi yönlendirmiş olalım.
Tam bu esnada aklıma şu değerlendirme geldi. “Eğer Tanrı başımıza ektiği her kıl adedince bizden para tahsil etseydi haşa ve haşa Tanrı çok servet edinecekti. Amma velakin biz kullar papazı bulmuştuk. Neyse ki Tanrının parayla pulla işi yokmuş. Ona ne kadar hamdüsena etsek azdır.
Evet Çelebizade Recep Efendiye İsmail Efendi elindeki “İnsanname”yi uzatınca Recep Efendi bayağı meraklı olsa gerektir. Cemaati mezbureye bu mübarek kitabın “Arz-ı Meramını” bilahare “Ahir-i Meram”ını ve tesadüfen ortasından da “Tanrının Zurnası” ve “Ben Bir Kıbrıs Eşeğiyim” makalelerini büyük bir heyecanla okuduktan sonra oradakilere sordu: Bu kitabın muharriri kimdir dedi. Onlar da Afganistan’lı bir Türkmen deyince içini çekerek ağır bir elfazı galizayla beraber yahu bu adamlar nasıl böyle orijinal kitaplar yazıyorlar. Ben takriben elli seneden beri okuyup yazan birisiyim böyle bir üslup tutturma şerefine nail olamadım. Demek ki nasip meselesi deyince hazırun gülme krizine girdi. Duruma şaşıran Recep Efendi yahu üstad bu üslup sana da benziyor deyince çorap söküğü gibi çözülen denklem bir bakıma günün zuhuratı olmuş ancak, mahcup olan Recep Efendi binlerce kerre tövbe istiğfar ve özür dilemişti dilemesine fakat bu encamın müneccem olması sadedinden kayda geçmişti.
Geçen hafta Darül Fünunda talim ve müteallim efalinin tam ortasında tam otuz yıl önce aynı mektepte ve aynı ev ki (ismiyle müsemma Köroğlu’nun Bolu’sundaki şato idi) bu mekanda da kalıp çilemizi o çetin kış şartlarına karşı tamamlamaya gayret ediyorduk. O yıllarda Tarihi Dandanakan Savaşı yeniden alevlenmiş vatanımın evlatları kamplaşmış, bir hiç uğruna birbirlerini boğazlıyorlardı. Mektepten eve dönerken bir de ne görelim evin önünde bir cemse. Eyvah askerler bizi tutuklamaya mı geldiler zehabına kapılıp uzun bir süre evimize avdet etmeye cesaret etmeyip dışarıdan temaşa ettikten sonra eve gittiğimizde bir de ne görelim, meğer devletimin mütedeyyin bir zabiti bir kurban kesmiş, burada da gureba tilmizat kalıyor deyip bütün kesilmiş bir kurban hediye etmek için beklerken biz de korkumuzdan koruk çıkarıyoruz ve evimize avdet edemiyormuştuk.
Hakikaten o günler çok özel günlerdi. Tanrı vatanımızı ve milletimizi cümle mazarrattan korusun. Evet, bu eski arkadaşım Sakarya’ya tayin olmuş, halen Dernekler Masası Müdürü olmuştu. Koyu bir sohbete dalıp eski hatıralarımızı canlandırdıkça heyecanlanıyor, ölenlere hassaten Şeker Hikmet Hocamıza rahmet dilerken, zalimlere lanet yağdırıp kalanları da hayırla yad ederken birden kadim dostum güzel insan Eimme-i Huteba Mektebi muallimi evveli iktisatçı ve İngilizceci Akkoyunluzade Mithat Efendiden bahis açılınca bir baypas geçirdiğini sağlığının çok iyi olduğunu son faaliyetlerinin de Hıyar İngiliz ve İktisat müsellesinde İnsanname, Harname, ve Hıyarnameleri internetten takip edip hemencecik İngilizceye çevirip bütün dünya milletleriyle paylaşmakta büyük maharetler serdettiğini duyar duymaz gözlerim yaşardı. Dedim ki bütün düşmanlarımıza rağmen demek ki haberleşmesek de kadim dostlarımız varmış. Hakikaten bu edram, encam ve hukukullah için hak dostluğu insanı fazlasıyla mütehassıs ediyor. Tek tesellimizin Çalabın kesin hakimiyeti olup ondan haksızlık sadır olamayacağıdır.
Neticeten Anadolu’muzun bu güzel şehrindeki Yücetürk, Haki ve isimlerini zikredemediğim bütün dostlarıma selam ve saygılarımı sunarken hassaten hıyar yemeyi ihmal etmemeleri, ancak, hıyarlık yapanlarla mücadeleye devam etmeleri ümidiyle İsmail Gök kardeşimi yola vurdum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder