Hayatta hıyarlık müptelası olmaya niyeti olmayan zevata yaşınız, cinsiyetiniz ve de statünüz ne olursa olsun Ömer Seyfeddin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesini mutlaka tekrar tekrar okuyun ve anlamaya çalışın tavsiyesinde bulunmak istiyorum. Evet, kendinizin, devletinizin ve de milletinizin onurunu, gururunu kurtarmak istiyorsanız mutlaka “Pembe İncili Kaftan”ı okuyup anlayıp bilahare yaşamaya ve yaşatmaya çalışmalıyız diyorum. Bu hikâyeyi okuyup yaşayan hiçbir Türk’ün yanlış yapma şansları yoktur. Bu hikâyenin başaktörünün Üsküdarlı oluşu ve milletinin onurunu kurtarmak için yegâne serveti olan Üsküdar’daki o güzelim bahçeli evini satıp o parayla “Pembe İncili bir kaftan diktirip bununla İran Şahı’nın ağzının payını vermesi hakikaten uluslar arası münasebetler açısından tarihi bir uygulamalı darb-ı mesel olup, önce incili kaftan üzerinde oturması ve bilahare onu bırakıp gitmesi, ikaz edilip kaftanını unuttun diyen Şah Efendiye de biz üzerine oturduğumuz kaftanı üzerimize almayız demesi takdire şayan olup bu hikâyenin bütün okullarımızda mutlaka okutulması gerektiği kanaatindeyim. Yeri gelmişken Osmanlının son dönemlerinde yetişen kıymetli zevatın çoğunun Askeri ve Baytar mekteplerinden mezun olmuş olmasını da biraz izah edecek olursak: 1) Askerlik mesleğinin Türk Milletinin ana rüknü olması şeklinde izahı meşhurdur. 2) Osmanlının son dönemleriyle Cumhuriyet döneminin önemli simalarının Baytar mekteplerinden mezun olması o dönemlerin kalkınmışlığıyla alakalıdır. Çünkü Veterinerlik mesleği bir bakıma insanların rahat yaşayabilmesi için gerekli olan alt yapı hizmetlerinin başında gelir. Çünkü eğer Baytarlık ciddiye alınmışsa o bölgede veya devlette hayvancılık ciddiye alınıyor demektir. Hayvancılığın önemsenmesi demek de hayvan ürünlerinin bol miktarda üretilmesi ve tüketilmesi manasına gelmektedir. Binaenaleyh tarımsal ve hayvansal üretim ve tüketimin dengeli olarak icra edildiği söz konusu olan topluluklarda bir anlamda beslenme problemleri olmayacağından ötürü insan sağlığının da mükemmel-leşeceği görülecektir. Bir de bu Baytar okulları sadece hayvan sağlığı üzerinde eğitimle yetinmeyip başka disiplinlerde de ciddi başarılar kaydedip kıymetli insanlar yetiştirmiştir. İşte bu kıymetli insanlardan biri Ömer Seyfettin asker kökenli, öbürü de Mehmet Akif Ersoy da baytardır. Ne kadar enteresandır ki Darül Fünun Edebiyat Fakültesi değil de Askeri mektepler ve Baytar mektepleri bu değerleri ye-tiştirmiştir. Gerçi bu büyük insanlar yetiştikten sonra edebiyatımızın ortasına oturmuşlardır; ancak onlar birer asker ve diplomalı Veterinerdir.
Evet yaşımız, mesleğimiz ve statümüz ne olursa olsun geç kalmadan birer Ömer Seyfeddin külliyatı satın alıp evde çoluk çocuğu-muzla o güzel sevimli ve herkes tarafından anlaşılabilen Türkçe ile kaleme alınan Ömer Seyfeddin’i önce Pembe İncili Kaftanı’ndan, sonra Diyet’inden başlayarak okuyup birazcık kendimize gelelim. Eğer Diyet’i de okuyacak olursanız belki çıktığınız zıvanaya tekrar girer, yırtıldığınız şirazenize tekrar ulanırsınız. Kazara bir fakire bir ekmek parası vermişseniz yıllarca onun türküsünü yakıp hey hem-şerim hani beni hatırlar mısın? Yıllar önce kapımın önünden geç-miştin ya açlıktan ölüyordun. Sana bir doyumluk nimet sunmuştum, eğer onu vermeseydim ölecektin demekten kurtulursun belki. Halbuki o doyumluk lokma bundan tam elli sene önce yenmiş ve de absorbe olmuştu. Haddi zatında rezzakın Tanrı Teala olup bizlerin birbirimize teşarşür vesilesi olduğumuzu belki hatırlarsın. İşte biz bu değerlerimizi kaybetmeye yüz tutarsak bütün hayatımız alış veriş üzerine inşa edilirse bu işin altından ne alanlar ve ne de verenler çı-kabilir. Hepimiz bu fani dünyada bir kelle ve nefes borusu iki ciğer, iki böbrek, kalp, mide ve bağırsaktan başka bir şey değiliz. Eğer bu çirkin malzemelerimize deri ve derinin üzerine de libaslar giydirilmeseydi inanın biz insandan daha çirkin bir mahluk yeryüzünde ol-mazdı. Yine nefesinizin durduğunu, yemek veya nefes borusuna bir şeyler kaçtığında o azametli havanızın ve endamınızın sona ereceği hiç ama hiç unutmayıp gaflet uykusundan uyanıp başkalarıyla ifsat savaşına gireceğinize herkesin kendisinin aslında sağlıklı bir insan olabilmesi için tam teşekküllü çalışan birer dışkı makinesı olduğu-muzu unutmayalım.
Yine her zaman olduğu gibi manevi desteklerini gördüğüm Ben-degahı Mevleviyye Gökhan el Abdullah Efendi bendenizi arayarak Hayrullah Efendi “İnsannameyi” daha önce hukuki perspektiften in-celediğini ancak, şimdi tekrar tekrar mütalaa ettiğini kendilerinin sürekli iyi bir okuyucu olduğunu, bazı kitapların kendisini gülmekten kırdığını, yine bazı kitapların kendilerini ağlattığını, bazı kitapların ona tefekkür yaşattığını, bazılarının da kendilerini kin ve hınç dol-durduğunu, hülasa okuduğu kitapların başlı başına ancak bir işe yaradığı halde “İnsanname”nin yalnız başına bütün kitaplardaki gizemi, güç ve kudreti yaşattığını ifade ederek şüphesiz ki bütün kutsal metinler geldi. Bundan böyle herhangi bir suhuf dahi gelmeyecek amma ben “İnsanname”de manevi bir ihtişam görüyorum. Çünkü “İnsan-name okurken kendimden geçip bazen gülmekten kırılıyorum, bazen ağlıyorum, bazen de entelektüalizmin nirvanasına çıkıyorum deyince hocam öyleyse bu duygularınızı kaleme alıp lütfederseniz kitabımı-zın yeni baskısına ekler basarız dedik. Gökhan Efendi bilahare hocam şu zalim hüssoya neden bir parti kurdurup onun da ağzının payını verdirmedin deyince onu hukukullah çarptı. Bizim kültürümüzde dü-şene vurmazlar. Hem de hak acil davrandı. Hukukullah vurunca işini temiz yapıyor. İnsanlar bu işi pek beceremez. Becerse de eksik kalır. Hem de yüzüne gözüne bulaştırır. Gerçi hüssonun da Taşar gibi parti kurmaya meyli fazlasıyla vardı ama çalap izin vermedi ne yapalım, deyip sohbetimizi nihayetlendirdik.
Vakti zamanında büyük bir sanat adamı olan İsmail Dümbüllü Efendi Anadoluya turneye çıkmıştı.Milletimizin evlatlarına kabiliyetlerini icra ederken birden kendini bilmeyen bir zavallı sahneye bir hıyar fırlatır. Gayet edepli ve nükteli bir edayla Dümbüllü Efendi hı-yarı önünden kaldırarak oradaki hazıruna göstererek,
“Efendim birisi buraya kimliğini düşürmüş galiba, bu zavallı kimse gelsin alsın” diye serzenişte bulunur.
Geçenlerde tekne kazıntısı biraderim Kavasımat Efendi bir vesileyle beytül haremimi ziyaret etmiş “Hıyarname” tetebbuatı mevzuunda mükaleme eylerken bir taraftan ailemizin en küçük mensubu olan Beyza Hanımın yürüme temrinlerini kutlarken öbür taraftan da azmanlaşmış yeğenimiz Hüdayinin Hısnı Mansura kadem basıp her gün istısnasız hıyar yiyerek rekorlar kitabına girdiğini taaccüple mütalaa eyledik. Refikam Hayriye Şanzumi bir bayan arkadaşının tütünü terk eylediğinden ötürü dayanamayıp bir çuval hıyar satın alıp onunla kendisini kandırdığını ifade etti. Demek ki hıyar birçok şeye malzeme olabiliyormuş. Kalorisi sıfır sıfır olmasından naşı hem şekerliler tüketiyor hem de tütünün yerine ikame ediliyor. Hem iltifat, hem kimlik, hem de istihzada yani bilumum derde devadır. Hıyar ve hıyargiller pek tabiidir ki en ideal olan rütbenin adam olmak olduğunda kimsenin bir itirazı olmasa gerektir. Biz birer mahlukat olarak hem adam hem de hıyar olma manevrasına sahip değiliz. Ancak bunlardan birisini tercih etme ihtiyarına sahibizdir. İsteyen adam gibi adam olur, bu yolda yapılması gereken ne varsa onu yapar. İsteyen de hıyar olmakta karar kılar. Demek ki sonuç olarak hıyarda ihtiyar vardır. Her fert kendi ihtiyarına katlanacaktır.
Haddi zatında adam olmakla hıyar olmanın bir de uluslar arası boyutu var ki bununla baş etmek için sizin ve de devletinizin en güçlü olmasından başka çaresi yoktur.
Dün akşam memleketimizin yetiştirdiği büyük devlet adamların-dan Fırat-i Zade İsmail Efendi bendenizi ve bir grup ticaret ehlini Çamlıca Et Lokantası’nda ağırlayıp memleket meselelerinde fikir teatisinde bulunulurken İsmail Efendi özetle şu değerlendirmelerde bulundu: Uluslar arası sermaye ve onların uzantıları insanların ya köle ya da küskün olması için gayret gösteriyorlar. Yani özellikle Anado-lu’muzun üzerinde bugün kul, köle veya küskün üretilme tezgahı ku-rulmuştur. Eskiden dört köşe olan vatandaşlarımız ya yontularak köşeleri kaybettiriliyor ya da safra gibi küsüp dışarı atılıyorlar. Mukalkalemizin nihayetinde eskiden insanlarmış her şeye ve her şarta rağmen haksızlıklar karşısında dik durmayı milli ve manevi bir şah-siyet meselesi olarak kabul edip bütün hayatlarında bu davranış stilinin bir mihenk taşı olduğunu benimsemişken şimdilerde bütün devlet ve sivil kurumlarında yönetime gelen zevatın hoşlanacağı üsluba bürünmekte, bukalemunları bile şaşırtacak bir davranış biçimiyle tamamen karşı karşıyayız. Hazreti Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” düsturu artık antikaolarak bit pazarlarına düştü. Diğer kitabım “İnsanname”de de belirttiğim gibi inançlı bir insan evde müselman,çarşıda pazarda kapitalist ve sol gö-rüşün hakim olduğu bir yerde de çalışıyorsa orada da iştirakiyyun takılıyor. Dünya tarihinde böyle psikolojik bir zulüm ve münafakat görülmemiştir. Neticeten Adam olmak büyük bir mazhariyet; tercihen olduktan sonra hıyarlık bile şahsiyetsiz olmaktan daha şerefli bir pozisyon olsa gerektir.
Vesselam.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder