22 Ağustos 2010 Pazar

HIYARİSTAN HATIRATI

Bilindiği gibi alışıla gelen adet herkes hatırat tutup evlatlarına öl­dükten sonra yayınlanmasını vasiyet ederler. Çünkü başlarına gele­cekleri bilirler. Tarihte doğru sözlüler de yok değildir. Pek tabiidir ki cezalarını da göğüslemişlerdir. Bu hakir de elli yıllık hatıratını henüz vezaifteyken yayınlamış olup başına gelmeyen kalmamıştır. Haktan ki laik ve demokratik bir rejime sahibiz; yoksa kelle çoktan gitmişti.
Size soruyorum eğer bir tenkid gerekiyorsa ve bu iş zamanında ve zemininde yapılmıyorsa bunun ne kıymeti var. Bizim eski hatıratlarda yüz sene evvel namussuz bir yöneticinin olduğunu, insanlara zulmettiğini yazıyorsa ve biz de tarafları bile tanımıyorsak bu zevzekliğin ne değeri var. Onun için diyorum ki her kim ki hatırat yazıp zamanında ve zemininde dillendirip bastırmıyorsa o kişi sadece ve sadece dedikoducu bir şerefsizdir. Kimsenin eski müvesvislerini oku­yup beynimizi kirletecek zamanımız yoktur. Ortada tarihimizde ars­lanlar gibi üç tane harname müellifi var. Gören Allah için söylesin. Kelleleri gitse de onlar doğruyu söylediler. Hak onlardan razı olsun. Vaktinde ve müstehakına söylenmeyen söz doğru da olsa hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan sözdür. Hayatımda en nefret ettiğim şey, bazılarının yaptığı gibi ben olsaydım şöyle derdim. Yine ben olsaydım şöyle yapardım demektir. Çünkü bu zevat ömründe ne bir defa olur ve nede bir defa söyleme cesareti göstermeden mukalkala ve mav­rayla ömürlerini tamamlarlar. Şekil A da görüldüğü gibi.
Şimdiye kadar yaşadıklarımızı ve söylemek istediklerimizi ustu­rubuyla yazdık ve yayınladık. Bundan sonraki ömrümüzde de yaşayacaklarımızı zaptı rapt altına alıp daha keskin bir şekilde dillendirerek yanlışları tenkit, doğruları takdir ederek hizmet etmeye gayret edeceğimizden kimsenin endişesi olmasın. Zaten en büyük faturayı ödedik geriye bir can borcumuz kaldı. Hainler paniklesin hepsi o kadar.
Pakistanı ve Pakistanlıları çok ama çok severim. Onlar çok garip ve gurebadan müteşekkil olsalar da, İngilizceyi çok iyi bilseler de değişen hiçbir şeyleri yoktur. Onları bir Türk gibi hep sevmişizdir. Onlar her şeye rağmen nazik, kibar, nahif ve de Müslüman insanlardır. Onlar bizim kader yoldaşımızdır. Onların Mehmet Akif Ersoy ayarında Muhammed İkbal’leri vardır. Pakistanlıları bütün yanlışlarına rağmen İkbal’in çocukları olarak telakki eder hep ona bağışlamışımdır. Vakti zamanında Osmanlımız yıkılmış Türkiye’mizi de inşa etmek için çaresizlikten çırpınıp kurtuluş savaşı vermek için olmayan kaynakları araştırırken İkbal büyük bir miting düzenleyip bu meşhur mitingde şu konuşmayı irad eder: Sevgili Pakistanlılar bu gece Resulullahı rüyamda gördüm. Bana İkbal ne getirdin diye sorusuna, Ya Resulullah sana Trablusgarp cephesinde şehit olan Türklerin bir şişe kanını getirdim diyerek işte bu gün Yüce Türk Milletinin tarih sah­nesinden silinip silinmeme mücadelesi söz konusudur. Hepinizden yardımlarınızı bekliyorum der demez bütün Pakistanlılar varını yoğunu, hanımlar bileziklerini, küpelerini, erkekler hiçbir şeyi yoksa entarisini çıkarıp ortaya koydular. Sonuçta tarihçilerce malum olan büyük bir meblağ oluşturulup Rusya üzerinden bizim topraklarımıza kavuşturuluyor. Bu para Milli Mücadelede kullanıldığı CHP’nin mas-raflarında ve hassaten İş Bankasının kuruluşunda değerlendiriliyor. Onun için Pakistanlıları sevmek mecburiyetindeyiz. Çünki bayrakları bile bizimkine benzemektedir. Onların tasası ve kıvancı bizimkinden farksızdır. O garibim milletin üzerinde de çok oyunlar oynanmakta, hatta vakti zamanında Ziya-ül Hakkı haklamak içun ABD kendi bü­yükelçisinden de vazgeçtiği hep yazıldı çizildi.
İşte yine Pakistanımız kaynatılmakta, o güzelim insanlar batının ve batının batısının emellerine kurban ediliyor. Tam bu hengamede günlük gazetelere bakarken şu haberi sizinle mütalaa etmek istiyo­rum. Evet haber Orgeneral Müşerrefle alakalı. Size samimiyetimle ifade etmek istiyorum ki Pakistan’ın bütün devlet adamlarını bizim­kilerden ayırt etmeyecek kadar severim. Ancak şu haberin hafifliğine beraberce bakalım. “Müşerref ağlayarak bıraktı” Revalpindi, Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref, tartışmalara yol açan Genelkurmay Başkanlığı görevini bıraktı. Sivil devlet başkanı olarak yemin etme­den bir gün önce düzenlenen devir teslim töreninde konuşan Mü-şerref Pakistan ordusuna veda ettiğini bildirmekten üzüntü duyduğunu belirterek ordunun Pakistan’ın kurtarıcısı olduğunu söy­ledi. Duygusal bir konuşma yapan Müşerref’in gözlerinden birkaç damla yaş aktığı da görüldü. Müşerref, daha sonra Genelkurmay başkanlığı görevini törenle General Eşfak Kayani’ye devretti.

Hakikaten bu gibi hayati vezaifi deruhte etmek herkese nasib olmaz. Bu bir bakıma kaderin cilvesi ve Tanrı Teala’nın da mazhari­yetidir. Yaratılış itibariyle her kul bu gibi onurlu nefsî rütbelere sahip olmak ister. Bu sevdaya kapılmanın kınanabilecek hiçbir tarafı da yoktur. Bunu da normal karşılamak gerekir. Ancak filozoflar ve onun bir rütbe altı olan meczuplar için bu makamatın hiçbir anlam ve de değeri yoktur. Ama kader size bu rüzgarı estirmişse oturup çocuklar ve kadınlar gibi ağlamanın size zarardan başka bir şey getireceğini zannetmiyorum. Peki ne yapalım derseniz size iki büyük insandan misal vermek istiyorum. Tarihe ikinci Ömer olarak geçen Ömer Bin Abdülaziz hükümdar olup sarayına gittiğinde orada binlerce asker görevli ile karşılaşır ve onlara sorar, siz kimsiniz, burada ne işe yararsınız der. Onlar da sultanım biz sizin korumalarınızız derler. Hü­kümdar onlara peki beni Azrailden onun emanetimi teslim almasından koruyabilecek misiniz sorusuna hayır ona gücümüz yet­mez cevabını alınca öyleyse haydin buradan gidin der ve hepsini başka görevlere atar. Günümüzde de büyük devlet adamları çok mo­dern usullerle korunduğu halde yaptıkları icraatlar bazen zülfi yare dokunduğunda ya bir bardak şerbetle ya da uçaklarının bir cıvatalarının hafifçe gevşetilmesi maharetiyle encamına encam verilebil­mektedir. Haddi zatında her ziruhun belli bir metreküp su, belli gramaj ekmek ve sayılı soluğu olduğu halde ve tarihten günümüze kadar cümle ziruhun ve habibullahın irtihali vakiiyken bu yaşı altmışı geçmiş zevatın bu dünya veya hıyaristan muhabbetini anlamak na mümkün. Üstad Necip Fazıl’ın;
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?...” (1977)
Şiirini iyi okumak lazım.
Yine lider olmak kolay bir iş olmasa gerek. Atatürk’ten de bir misal vermek istiyorum. Bilindiği gibi Atatürk vakti zamanında henüz korgeneralken istifa edip Milli Mücadeleyi sivil ve bağımsız olarak yürütmek mecburiyetinde kaldığında şu cümleleri yazmıştır. “Evet bugün canımdan çok sevdiğim mesleğimden istifa ediyorum” demiş ve bir tek damla gözyaşı dökmemiştir. Şüphesiz ki Atatürk de bir insandır. Onun da sevindiği ve de çok üzüldüğü zamanlar olmuştur. Ama o hep ölçüyü koymayı bilmiş. Ne çok sevinmiş ve ne de çok üzüldüğü zamanlarda duygularına teslim olmamıştır. Ben şahsen Atatürk’ün çektiği bütün zorluklara rağmen ağladığına dair bir kayda rastlamadım. Eğer bunu tespit eden varsa söylesin yanlışımı düzelt­meye hazırım. Çünki zor zamanlarda zorluklara ve çetin mücadele­lere göğüs geren insanlara lider denilmektedir. Zira lider olunmaz lider olarak doğulur. O ayrı bir mazhariyettir. Geçen sene rahmetli Atilla İlhan’ın Teşvikiye Camiindeki cenaze namazına ve aşiyandaki ebedi istirahatgahına tevdi edilmesine bizzat katılmıştım. Bu zatı her zaman takip etmiş hatta bir ülkü kişi olarak kabul etmişimdir. Bu ve­sileyle bütün milli organizasyonların baş tacı olan Kuvvayı Milliyeci Fatma Ragibe Kanıkuru’nun devlet protokolüne serzenişini buraya almak istiyorum. Fatma hanımın başının üzerinde tuttuğu o kocaman çerçeveli ki delikanlı bir yiğidin bile onbeş dakika taşıyamayacağı, ortasında Atatürk’ün resmi, bir tarafta istiklal marşı, öbür tarafta da Atatürk’ün geçliğe hitabesi olan ağır camlı çerçeveyi saat­lerce taşıyor ve bütün milletine, hassaten orada bulunan sivil, resmi bütün devlet erkanına haydı uyanın kendinize gelin devlete millete sahip çıkın. O giydiğiniz üniformaların hakkını verin. O üniforma ki adı üzerinde o ünlü bir formadır. Onu taşıyan herkes devletini ve mil­letini temsil eder. Üniformalı kişi kim olursa olsun her şeyine dikkat eder. O çarşıda, pazarda simit, mısır yiyemez, laubalilik yapamaz, her yerde oturamaz. Yaptığı bütün hareketlerine dikkat etmek mecburi­yeti söz konusudur. Dolayısıyla Fatma Hanımın dediği gibi her mes­lek erbabı işinin gereğini yapacaktır. Şahsen ben kazara böyle bir vezaifi deruhte edebilseydim bir gün gelip emekli olduğumda kazasız belasız bu emaneti milletime tevdi edebildiğim içun Tanrı Tealaya şükür kurbanları keser ve ağlamak yerine sivil milletimle kalan öm­rümü değerlendirip tecrübelerimi yazmaya çalışırdım. Çünkü bu gibi görevlerin sürelerinin olması da demokrasinin çağımıza bahşettiği bir imkandır. Eskiden insanlar geldikleri makamlara kene gibi yapı-şır kalırlardı. İşte Osmanlı’da maalesef bu gelenek vardı. Devlet güç­lüyken fazla bir sorun çıkmıyordu. Amma devlet saygınlığını yitirmeye başlayınca Ispartalı Eşekçi Ahmedin oğlu Hüseyin Avni Paşa Sultan Abdulaziz’e önceleri şaklabanlık yaptığı halde bilahare onu köşkten indirmek içun hemdaşlarıyla ittifak eyleyüp sultanın refikalarına nahoşluk yaptıkları gibi Abdulaziz’in de bileklerini kese­rek ortadan kaldırıyorlardı. Çüki insanoğlu kadar zalim bir mahlukat henüz yeryüzüne inmemiştir. Yüce Çalap da kutsal Tıbyanında “şüp-hesiz ki insan zalim ve cahildir” demiyor mu?
Bizim İslamdan önceki Türkler bile bunu fark edip milletin gazını aldırmak ve idare sınıfına karşı hıncını hafifletmek için senede bir kez hakan evini çadırını talan ettirirlerdi.
Aslında demokrasinin bedelini ödememiş olmamıza rağmen yö­neticilerin zaman zaman değişip aramızda bizim gibi mütevazıleşmeleri sosyal düzen açısından çok faydalı olacağı kanaatindeyim. Eğer bu uygulama bihakkın yapılabilseydi bizim devlet geleneğimizde tarihte ve hatta günümüzde bile etkisini sürdüren siyaseten katl diye bir handikabımız olmazdı.
Neticeten ey insanoğlu insan hepimiz birer insan olmaktan başka bir şey olmayıp tek başına da hiçbir anlam ifade edemeyeceğimizi idrak ederek kâinattaki bütün mevcudatın ve her feridatın kendisi açısından merkez olması hakikati olsa da her birimiz bütünün birer parçasıyız. Hiçbirimizin diğerinden ne üstünlüğü ve ne de ehemmiyetsizliği mevzubahis değildir. Hepimiz yeryüzü tiyatrosunun birer oyuncusuyuz. Bize düşen şey rolümüz ne olursa olsun onu en mübarek rol olarak benimseyip oynamaktan başka yoktur çaremiz.
Neticeten: Fark+Cem=Tevhit.
Vesselam!..

MÜDERRİS VE HIYAR

Pek tabiidir ki hıyara hıyarlık yapmak yaraşır. Müderrise de mü­derrislik yaraşır. Bunlar birbirinin vezaifini trampa etmeye çalıştık-larında ipin ucu adete puştun eline geçmiş gibi bir tel kopar düzen baştan bozulur misalinde olduğu gibi değil bütün teller ve kablolar kopmuş gibi hayat herc-ü merç olur. Malumunuz olduğu gibi tarihte
II. Harnameyi bir garip müderris olan Tokat’lı Lütfi Efendi kalemealmış, doğruya doğru dediğinden ötürü de kellesini vermişti. Bu elim­deki vesika da onun Harname müellifi olduğu unutulmuş, diğer va-sıflarından bahsedilmiştir. Haddi zatında Lütfi Efendiyi bize taşıyan iki kaynaktan başka doğru dürüst bilgi de bulunmuş değildir. Bun­lardan birisi Orhan Şaik Gökyay, ötekisi ise Fuat Köprülü’dür. Lütfi Efendi Fatih Sultan Mehmed’in sevgili dostudur. Onunla şakalaşa-cak kadar samimidir. Fatih’in yüksek himayelerinden ötürü kimse ona bir zarar ziyan verdirememiştir. Ancak sofu Bayazıt şahsiyet ve mizaç açısından başkalarının etkisinde kaldığı için Lütfi’yi kıskanan zevat, hem de ilmiye sınıfı ne yapıp edip iftirayı basıp yetkilileri ikna edip katline fetva çıkarıp padişaha da tasdik ettirip malum At Mey-danında hazreti idam hem de kılıçla kelle-i şerifini aldırırlar.
İdam meydanına götürülen Lütfi Efendiyi yolların iki tarafında te­merküz eden insanlar sevgi gösterileriyle alkışlarlar. Bu vesileyle Lütfi Efendi halen aramızda olup hayırla yad edildiği halde onu or­tadan kaldırmak için elinden gelen iftiraları yapan zevatın hiçbirisi­nin adı sanı söz konusu değildir.
Bilenler bilir hıyarlık başka, hıyar başka, adam gibi müderris olmak bambaşka bir şey. Bu olay tarihe mal olmuş gelmiş geçmiş gibi görünse de aslında değişen hiçbir şey yok. İnsanlar, hayvanlar, tabiat, iktidar, iftira, azmettirme gibi kirli hadiseler var gücüyle devam etmeye devam ediyor amma şükretmemiz gereken önemli bir şey var ki, Allaha çok çok ve binlerce şükür ve hamd olsun ki Osmanlı döneminde değil de cumhuriyet döneminde yaşıyoruz ve onun nimetleriyle nimetleniyoruz. Yoksa çoktan sahtekar bir grup müfteri müderris bulup bizim de kellemizi almışlardı. Diyerek bir garip mü­derris olan Molla Lütfi’nin 23 Kasım 2007 tarihinde Türkiye Gazete­sinde neşredilen ve kıymetli Vehbi Tülek’in yorumunu naklediyoruz: “Molla Lütfi, bir dersinde bizim namazlarımız Hazreti Ali’nin nama-zının yanında bir eğilip doğrulmadan ibarettir” der. İşte bu sözler onun idamına sebep olur. Nasıl mı? Yazıyı okuyalım görelim…
Müderris Molla Lütfi Osmanlı âlimlerindendir. Tokat’ta doğdu. Meşhur alim Ali Kuşçu’nun talebesidir. Ayasofya Medresesinde mü­derrislik ve hükümdar kütüphanesinde “Hafız-ı Kütüp” olarak vazife yaptı. Birçok talebe yetiştirdi. Bunlardan olan en meşhuru Şeyhülis-lam İbn-i Kemal Paşadır. Dini ilimler meyanında çok iyi bir yüksek matematikçidir.
Ona “Deli Lütfi” de derlermiş. Hayatında sadelik ve tabiilik Molla Lütfi’nin bir başka özelliğidir. Müderrisliği sırasında ise atına bine­rek medreseye geldiği, atını kendi elleriyle yemlediği, sonra da derse girdiği, ikindi vaktine kadar devam eden dersi tamamlayarak medre­seden ayrılıp, Şeyh Vefa zaviyesinde akşam ezanına kadar sahih-i Buhariden ders okuyarak açıklamalar yaptığı, zaman zaman ise ders­lerinde hadisleri açıklarken göz yaşlarını tutamadığı rivayet olu-nur.Molla Lütfi ya da “Deli Lütfi” namlı bu alimin hayatındaki en büyük trajedi ise idam edilişidir.
Molla Lütfi, rivayete göre bir dersinde Hazreti Ali’nin vücuduna batan oku namaz kıldıkları esnada çıkardıklarını ve Hazreti Ali’nin bu acıyı fark etmediğini söyleyerek “işte namaz dediğin böyle olur, bizim namazlarımız bunun yanında bir eğilip doğrulmadan ibaret­tir.” Şeklinde namazın ehemmiyetini açıklar. İşte bu değerlendirmeleri çevresindeki hıyartoları tepki göstermeye sebep olur. (Demek ki aklın yolu birdir. Bu zevatı kiram bizden takriben beş yüz sene evvel yaşamış olmasına rağmen Hayrullah Şanzumi de bundan önceleri yazdığı makalelerinde günümüz insanının bazılarının kıldıkları na-mazın kültür fizik veya cinsiyetine göre Aerobik yapmaktan öteye gidemediğini ifade etmiştir.)
Peki bu konuda ölçü nedir diye soracak olursanız bu ölçüyü Re­sulullah koymuştur ve kıstas tamamen şudur. “Eğer kıldığınız namaz ve yaptığınız ibadetler sizleri kötülüklerden arındırıp alıkoyuyorsa öyle bilin ki sizin ibadetleriniz kabul oluyordur. Ancak şeklen deolsa ibadet yaptığınız halde fitneniz artıyorsa demek ki siz esfelesafilin­desiniz de haberiniz yokmuş. Tabi bunu kimse, kimse için söyleme hakkına sahip değildir. Eğer söz konusu insan akşam yorganına sa-rılıp yatarken günün nefs muhasebesini yapıyorsa ki herkes bunu en azından zihnen yapıyordur; dolayısıyla aslında herkes kendisini çok iyi tanıyordur amma bu kamufle etmeyi kar zannediyorlar. Hâlbuki herkes eksiğini kabullenip tedbir alsa belki de kurtuluşlarına vesile olacaktır. Yeri gelmişken Nasreddin Hoca ki bizim hocalarımız çok­tur. Onların yolları da birer yıldız mesabesindedir. Bunların en mü­himlerindendir Nasreddin Hocamız. Nasreddin Hoca bir yaz günü Akşehir gölünün civarından eşşeğine binik vaziyette geçmektedir. Hava çok sıcaktır. Etrafa bakınır ki ins ve cin denilen mahlukat yok­ken göle girip serinlemek ister. Serinleyip gölden çıktıktan sonra bir de bakar ki zurnasına yeşil yeşil yosunlar sarılmış ve adeta yeşil sarıklı molla görünümü almıştır. Hoca hiddetle bre mel’un başına yeşil sarık sarıp kendini ilmiyedenmiş gibi göstermeye gayret etme. Beni kandıramazsın. Çünki ben senin ne kadar mel’un olduğunu ve hatta Ademi Cennetten kovdurup biz insanatın başını belaya nasıl soktu-ğunu bilirim der. Tabi bu Nasreddin Hocadır. Söylemeye de hakkı vardır.
Tekrar bizim Lütfi Efendiye gelecek olursak, fırsattan istifade bazı çekemeyenleri tarafından namazı eğilip doğrulmaktan ibaret sayı-yor, şeklinde yorumlanarak kendisine “zındıklık” isnad olunur. Şey-hülislam Efdalzade’nin katle sebebiyet verecek bir hadise olarak görmediği bu durum, kendisine hasım olan Hatibzade ve Molla İzari gibi kimselerin katline fetva vermeleriyle sonuçlanır.
Diyeceksiniz ki Nasreddin Hocamızı neden idam etmediler. Hoca avamla haşir neşir olup Selçuki Devletinin imkanlarından istifade etmediğinden kelleyi kurtarmıştır. Eğer Nasreddin Hoca da merkezi yönetime yakın olsaydı o da mutlaka idam edilirdi.
Neticeten Deli Lütfi’nin iftira ile helakine çalışıp gayret edip he­deflerine de ulaştılar. Molla Lütfi, At Meydanında idam edilmek üzere götürülürken halkın, yolun iki tarafına toplanarak kendisine övgü dolu sözler söylediği ve imanına şahadet ettikleri belirtilmektedir.
1494’te idam edilen Molla Lütfi, Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi haziresine defnedilir. İbn-i Kemal Paşa’nın hocası olan Molla Lütfi hakkındaki şu ifadeleri niçin idam edildiğini gösterir mahiyettedir.
“Akranının kıskançlığı belasına uğradı. İnce tabiatlı, şakacı, nadir söyleyici bir kimse idi. Çoğu kişileri donatırdı; yani giydirirdi. O ci­hetten düşmanları çoğalıp üstüne geldiler ve iftira ile helakine çalış-tılar.”
Molla Lütfi’ye rahmetler diliyoruz. Binaenaleyh günümüzde de aynı rumuzların kullanılarak aynını oynamaya çalışan cürüfattan ge­çilmiyor. Yüce Çalap bizi Lütfi Efendi’nin düşmanlarının ve onların çağdaş torunlarının şerlerinden halas eyleyip onları enkarib-üz ze­manda helakü perişan eylesin. Amin.
Bu vesileyle Miralay Ergenekon Beye “İnsanname” kitabımı imzalayıp takdim ettikten tam üç gün sonra kendilerini arayıp benim için zatı alilerinin değerlendirmelerinin çok mühim olduğunu arz edince Ergenekon Bey kitabı süratle okuduğunu ikiyüzüncü sayfaya kadar geldiğini ve buraya kadar hiçbir kimseye açıktan hakaret olmadığına şahit olduğunu ve hukukun ağına takılabilecek hiçbir ifa­denin yer almadığını; ancak kullanılan dil hakkında problem olduğunu buyurunca bendeniz de evet haklısınız. Bu konuda diyecek bir itirazım yoktur. Bu dil meselesinin her dönemde olduğunu, Osmanlıda da daha önce Selçuklularda da halkla yönetime yakın olan-ların farklı diller kullandığını, bir taraftan Fuzulilerin, Bakilerin öbür tarafta Yunusun Karacaoğlan’ın vaki olduğunu, haddi zatında Mevlana’yla Nasrettin Hoca taraftarlarının çekişmesinin de bundan kaynaklandığını ifade etmeye çalışmış olsam da Miralayıma hak vererek bu konuda lütfedip yazacakları raporu lehte veya aleyhte olmasına hiç bakmaksızın kitabımın böğrüne yerleştirerek bir sonraki baskısında yayınlayacağıma söz vererek söhbetimize devam ettik.Çünki, samimi ve doğru olan her şeye gönlümüz açıktır diyoruz.
Yine asrın en büyük Miralayı Necabettin Ergenekon Efendiyle son telefon mükalememizde aydın ve elit kavramları üzerinde mütalaa yaparken miralayımız aydın kavramının artık bundan böyle anlam değiştirdiğini ayakta ve özellikle iki parmak arasında çıkan nasır gibi bütün vücudu ağrıya ve sızıya gark ettiği gibi ikisinin manevra kabi­liyetini de kısıtlayan manaya geldiğini artık bündan böyle bu şekilde kullanılması gerektiğini bize nasihatte bulundular. Saniyen Neca­bettin Bey bu elit kavramının da pelit kelimesinden türetildiğini, pe­litin birkaç anlamı yanı sıra sadece ve sadece ocakta yakılabilen, mobilya v.s. olamayan ve hatta yongası bile olmayan bir odun çeşi-didir. Bu pelit kelimesinin (p)si düşüp eliti kalmıştır, deyince bende­niz de eliyle it gezdirme anlamının da çıkabileceğini el ve it kelimelerinin birleştirilerek elit kelimesinin türetilebileceğini ifade edince komutanımız bize eliyle it gezdirmenin hiçbir sakıncasının olmayacağını ancak tehlikeli olan şeyin elin iti olduğunu söyleyince kendilerinden bu tatlı değerlendirmeyi yazabilmem için müsaade al-dıktan sonra hemen mekan tutup kalem tutup zaptı rapt eyledim ves­selam!
Saniyen bana sorulsa asrımızın en zevkli icraatı nedir dense hiç tereddüt etmeden sadelik ve tabiilik adına çocukluğumu göz önüne getirerek hıyar bostanından topladığımız o turfanda hıyarları heybe­mize doldurup evimize dönerken eşeğimize binip onları tek tek yiyip bir taraftan rayiha koklayıp bir taraftan eşeğimizi mahmuzlayıp mesafe kat ederken eşek nallarının çıkardığı müzik eşliğinde anırtı bazen eşek inadı hadisesi ve nihayet eve avdettir derim. Belki köyde yaşayanlar bunun ne demek olduğunu anlamazlar amma metropol­lerin tasallutuna düçar kalmış bir insan için bu hayat seyri çok şey ifade etse gerektir. Zaten tenha yerlere turizm yapmanın sebebi hik­meti de bu olsa gerektir.
Tam bu hengamede apartman görevlisi Sami Akın Efendi sohbet etmeye geldiler. Kendileriyle hoş beş hal hatır faslından sonra hocam ne yapıyorsun deyince Sami Efendi şimdi de “Hıyarname” yazıyorum. Eğer hıyarla ilgili bir hatıran varsa söyle yazalım dedik.
Sami Efendi vallahi hocam biz Kütahya Simav’ın Dağardı bölge­sinde yaşardık. Ne hikmetse bizim bölgede her türlü sebze yetişme-sine rağmen fazla hıyar yetişmez. Ancak hıyarlık yapanlardan geçilmiyor. Bunların haddi hesabı yok dediler. Biz de bu vesileyle Sami’den alacağımız malumatı almış olduk. Binaenaleyh bütün çalışmalarımızın Har+insan+hıyar şeklinde tezahür etmesinin sebebi hikmeti de tabii düzen olan hayat seyridir. Bu silsile-i meratibde öncde bir eşek edineceksiniz ki ona bineceksiniz. Bundan maada da hıyarınızı heybenizden huruç ettirip kemali afiyetle götüreceksiniz.
“İnsanname”mizdeki kitap kapağının sebeb-i hikmeti de budur. Kitap yazarken önce “Harname”yi (eşeknameyi) neşrettik. Bilahare eşeğe binen mahluku ucubenin şerefine “İnsanname”mizi yayınla-dık. Şimdi ise esas ve ana rükun olan hıyar efendiye dünya tarihinin disipliner ve sosyolojik olarak yayınlanacak olan bu kitap ki “Hıyar-name” ismiyle müsemma olan çalışmalarımızı sizlere arz etmeye gayret ediyoruz. Amma dikkat edilecek en önemli girizgahın eşeğinde ve hatta ona binen insanın da fazla mühim olmayışıdır. Çünki reel olarak eşek de insan da hıyara çok muhtaçken zavallı veya garip ola­rak addedilen hıyarın ne eşeğe ve nede insana hiç ama hiçbir muh­taciyeti yoktur. Dünyadaki bütün hıyarların ne eşekler ve nede insanlar tarafından yenmediğini farz edecek olursak hiçbir hıyarın hıyarlığına hiçbir şekilde halel gelmeyeceği gibi bunun tersini düşündüğümüzde hıyardan mahrum edilmiş insanatın ve de hayvanatın hayatından ciddi bir lüksün ve de alışılagelmiş bir zevkin nakısası ağır bir şekilde kendisini gösterecektir. Öyleyse kısası hıyar gibi sıradan bir sebzeye bile bu kadar muhtaç olan bir eşekle bir insan içine düşeceği zavallılığı siz okuyucularımız değerlendirsin.
Velhasıl Harname, İnsanname ve Hıyarname ve tesirleri üzerinde de biraz mavra yapacak olursak, bana göre dünyanın en ağır yükü­nün öyle yüzlerce mikaplık mermer bloklar taşımaktan daha beter olan sahtekar poliyüzlü dost zanlısı mahlukatı taşımak olsa gerektir, dersem beni anlamak istemeyeceksiniz. Ancak en büyük hoca tecrü­bedir. Yıllarca iyi günlerinizi paylaştığınız sahte dostlarınız sizden aniden ayrılır; mesafesini öylesine buzdan dağlarla örerler ki bunlar sanki sizinle ömründe hiç karşılaşmamış gibi tavırlanırlar. İşte kainatın en ağır yükü bu angaryayı taşımaktır kanaatindeyim. Eğer siz karilerim de bu sonunda ne rütbe ne de mal olmadığı gibi ekstradan angarya ve tezellüm hamallık ve hamakatından kendinizi ve aile efradınızı ve hatta milletinizi azat etmeye talipseniz size bir büyüklük yapıp bunun reçetesini zevkle sunabilirim. Evet bu müşarünileyh mahlukatla herhangi bir harbü cenge falan gerek olduğu zehabına uğramayın. Fazla bir şey yapmanıza gerek de kalmayacaktır. Bulunduğunuz her mekanda ve konuştuğunuz her mahlukata doğru olanı söyleyip haktan yana tavırlandığınız gün bütün sahte dostlarınız sizi terk edecek ve hatta size harbü cenk edeceklerdir. Geçenlerde kadim bir dostum diyor ki sen yanlış yapana hakaret ediyorsun. Senden çe­kiniyorum. Ya bir gün ben de yanlış yaparsam beni de hırpalarsın di­yerek serzenişte bulunuyordu. Tartışmaya muttali olan Ali Murat Hocamız da zevkle iyi ya sen de kötülük ve yanlış yapmamış olur­sun. Bu tavrımız senin için caydırıcı bir yaptırım olsun veya bunu böyle kabul görüp kendini ya yanlış yaparsam diye kuracağına, yanlış yapmamaya göre kendini uyarla diyerek nasihatte ve meşihatta bulundular. Ne yapalım demek ki asrımızda dejenerasyon o kadar her yeri sardı ki insanlar ikazdan nefret edip kendi yanlışlarının birer fazilet olduğunu seslendirmeyen herkesi tabii bir düşman olarak addediyor. Bugün memleketimizin bütün kurumlarında küçükler bü­yüklerin bütün yanlışlarını fazilet olarak seslendirerek en önemli mevkilere geldikten sonra onları da bir tekmeyle indirip ihanetle işi noktalıyorlarsa bence bu suç sadece ihanet edenlerde aranmamalıdır. Tanrıya, insanlığa, milletine ve bütün doğrulara ihanet üzerine kurulan sistemlerin yetiştireceği mahlukattan ancak ve ancak ken­disini yetiştirenlerin özelliklerini aramak en doğrusu olacağı gibi hatta boynuz kulağı geçer misali çırak ustasına fark atacak ve şeytanlıkta üstadlaşılacaktır.
Hıyar tohumundan hıyar, patlıcan tohumundan patlıcandan başka bir ürün beklemenin hamakattan başka hiçbir sebebi olmasa gerektir.
Velhasıl statünüz ne olursa olsun hemcinsinizden hıyara tebdil olup hıyarlıkta kusur etmeyen mahlukattan geçilmez oldu vesselam!

YALI AKADEMİSİNDE HIYAR SOHBETİ

Yine günlerden bir gün milli bir maçımız vesilesiyle kahvehanemiz tıklım tıklım doludur. Tezahürat kıran kırana gidiyor. İçtima-i Mü­nasebetler Müdürü batının batısından profesörlük ünvanına sahip olan Baki Adalmış ve şeriki Hısnı Mansurlu Doğan ile Muşlu Çeçen Behçet Efendi hazirunu çaylamak için adeta seferber olmuşlardı. Sabık milli ceride muharriri Ezher Ulemasından Dr. Lütfi Efendi Koca Efendisinin yanından daha yeni avdet etmiş tecdidi nikah ve tecdidi imandan sonra cihada başlamak üzere kalemine sarılmış tetebbuat yaparken bir taraftan çayını yudumluyor, bir taraftan da Kenan Efen­dinin Küba’dan getirttiği o kalın-ı muazzama purosunu adeta hamam bacası gibi tüttürüyor, ona özel bir üslup ve endam veriyordu. Hay­rullah Şanzumi de gençliğinde tütünün her türlü mamulünü zevkle tüketmiş olmasına rağmen hakikaten puro içme işinin Lütfi Efendiye mahsus bir eylem olduğunu itiraf etmeyi milli bir vezaif olarak te­lakki ediyordu. İşi ehline bırakmak da bir erdemdir. Vakti zamanında Ali adında bir zatın ikazına rağmen yıllarca puro adındaki kalın ci-garaları temin edip Yalı Akademisinin önünde Lütfi Efendiye ikram eyleyip puronun nasıl içilebileceğini cümle ins ve ecinni taifesine uy-gulamalı olarak yaşattık. Lütfi Efendi puroyu özel bir itina ile soyup kabından ihraç eyledikten sonra mübarek elleriyle dizlerinin üze­rinde ovuşturarak yumuşatıp bir kibrit çöpüyle de deldikten sonra ateşleyip kahvesi ve yanında bitter marka acı çikolatasıyla bir mek­tep mesabesindedir. Hakikaten filmlerde başaktör olacak kadar ka­rizmatik, yakışıklı, zaten meşhur etiketiyle ümmetin sevimli çocuğudur. O bana kalırsa bütün sosyetenin puronun nasıl içilebile-ceğini ondan talim etmeleri gerekir. Biz zaman zaman ona kızmak is-temişsek de onun sevimliliği bu duygumuza galip gelmiştir. O gerçekten bir radikaldir. O aynı zamanda bir çok işi aynı anda yapa­bilmektedir. Bir defa bütün masalara hakimiyet salarken aynı za­manda gelen geçenle de iletişimini ihmal etmediği gibi Baki ve Doğan beylerle de vaziyeti idare edip siyaset, felsefe ve ilahiyatta sarsma-dığı taş ve köşetaşı yoktu. Türkiye’de kim varsa o da onların tepe­sinde. Hey bakın işte ben de varım deme cesaretine sahipti. Hele hele benimle özdeşleşen ve en taktir ettiğim noktası rizikolu olup her zaman ve zeminde bütün gemilerini yakıp boğazda sadece ve sadece hırpalanmış setresiyle kulaç atabilmesidir. O bir sene bütün yıllık iz­nini Üsküdar’da arabasında yatarak gündüzleri Yalıda oturarak de-ğerlendirmiş. Bir defasında da bizler karadan Yakup arabasını yavaş yavaş kullanırken, o da Şemsi Paşa Camiinin kenarından boğaza at-lamış kendisini akıntıya kaptırarak yavaş yavaş hareme kadar hem yüzüyor hem de bizimle yüksek sesle mükalematta bulunuyordu. Bu her yiğidin yapacağı iş değildi. Bizler de grup olarak kıyı şeridinde yürüyerek ona karadan denize doğru paralelce eşlik ediyorduk. Bu güzel geceyi unutmak na mümkündür. Velhasıl Lütfi Efendi özel bir zattı. Gerçi Lütfi özeldi de diğerleri özel değimliydi. Pek tabiidir ki bu camianın hepsinin diğer normal insden farklı tarafları vardı. Fakat Lütfi Efendi hep ön planda olduğundan mütevellit onu hepsinden daha çok tanıma fırsatına sahip olduk. Hazırundan muharrir iktisatçı Galip Efendi, Vedat Efendi, İbrahim Efendi, Ahmetler Efendi, önceleri Akademinin bahçesinde çaylarımızı yudumlarken mevsim şartlarının etkisiyle kapalı mekana geçip maç seyrederken vaveyla koparan ce­maati mezbureye maçla herhangi bir alakamızın ve alışkanlığımızın olmamasına rağmen sadece maçın milli olması ve kefereleri mağlup etmemizin verdiği tezavvukla milli heyecanı paylaşarak gol, gol, gol diye stres atıp arada bir İsrafil düdüğünü tahattur ettirip heyecenı doruğuna çıkarıyorduk. Neyse ki maç kesin galibiyetimizle sonuç-lanmış, bu arada lahmacun telefiyatı da tamamlandıktan sonra Baki Efendi bize özel istirhamda bulunup hocam kalemine kuvvet amma bundan böyle daha dikkatli döktürürseniz daha faydalı olursunuz di­yerek bize olan muhabbetini ifşa edince biz de Baki’ciğim anlaşıldı. Bundan sonra hiçbir kimseye kalem sürtmeyeceğim deyince hocam, ben hariç, beni her kitabının her sayfasında dercedip şereflendirmeni rica ediyorum deyince pekala dedik; ve oturumumuza şu değerlen-dirmeyle devam ettik: Bizim şehirli kesimin kaleme ve kağıda olan aşinalığı kendi kültürlerinin birer irtifa-i seviyesini gösterirken; bizim muhafazakar kesimin çocukları her ne kadar diploma almış olsalar da onların aklı hala geldikleri yerde kaldı. Onlar ne Medineli, ne de köylü olabildiler. Onlar, tabir caizse birer şaşkın olarak endam edip ne zaman, nasıl, ne yapacakları ve tepkilerinin ne olacağını kestire­mezsiniz denildi. Bence çokta doğru bir değerlendirme olsa gerektir.
Bu mükalememizin zapturapt altına alınmasının müsaadesini al-dıktan sonra eve avdet eyleyip Mektubatın sahibi İmamı Rabbani’nin Hindistan’daki mezarını ve özellikle mezar taşındaki yazıyı hatırla-yınca bu makalemi onunla şereflendirip bağlamaya çalışıyorum. Evet İmamı Rabbani’nin vasiyeti üzerine vefatından sonra mezar taşına “Rabbim eli boş geldim, hiçbir şey getiremedim. Ancak üç şey getir­dim: Biri suç, biri günah, biri hiç.” Bu tasavvufi mütalaadan esinle­nerek ben de: Ey yüce Milletim size hiç bir şey bırakamadım. Ancak üç şey bıraktım:
Biri Harname,
Biri İnsanname,
Biri Hıyarname,
Diyorum. Taktir karilerimindir.
Diyeceksiniz ki hocam bu makalenin hıyarla bağlantısını nasıl ku-racağız. Evet, kahvehanelerimiz eski dergâhlarımız gibidir. Oralara her türlü muhterem zevatın meyanında hıyaratın da eksik olmadı-ğını ve Baki’nin Ramazanda yaptığı hıyarlı salataların rayihasının da unutulmaması gerektiği kanaatindeyiz..
Tam bu esnada hazıruna intikal eyleyen meşhur Çağrı Marketler zincirinin sahibi Ahmet Efendinin biraz önce sivis otelde fincanda çay içtiğini, ancak Baki’nin çayını içmeden eve avdet ederlerse günün eksik kalacağını ve hiçbir anlam ifade etmeyeceğini söyleyerek me-kana ve cümle personele moral verdiği gibi bizim Yalı tercihimizin de yerinde bir karar olduğunu takdir eylediler. Biz hazirun da ger­çekten Yalızade olmanın bir tutku olduğunu acaba bu çaylara Ba-ki’nin bir terkip mi koyduğunu düşünerek hemhal eyleyip günün yorgunluğunu üzerimizden atıp evlerimize tam avdet edecekken Ya-lının baş rükünlerinden Rıdvan el Meraki enka mensubu olarak git-tiği Hartum ve Trablusgarp’tan dönmüş, beraberinde de Hatay’lı Mehmet Vaner namında bir dostuyla birlikte Yalıyı şereflendirmiş-lerdi. Rıdvan gerçekten sevildiği için herkes tarafından karşılanıp hali hatırı sorulduktan hemen sonra cemaatı mezbure halka şeklinde sohbete devam eyleyip dünya ve ahiret mevzuları irdelendi.
Ali Efendi müşarünileyhle Hartum’la nasıl ticaret yapabileceğini sorarken Çeribaşı Adila Efendi de ekmek parası kazanmak için bes-lediği tavşan yavrularına bol miktarda hıyar doğrayıp yemelerine yar-dımcı oluyor, aynı zamanda kendisini kitabımıza aldığımız için sürekli tezahüratta bulunuyordu.
Bu meyanda Duman-i Zade Nihat Efendi de geçerken uğrayıp günün mütalaasını alıp birden, ah Hocam ecdadımız ta Çin Seddin­den beri kılıca, kalkana, kamaya ve kurşuna mukavemet gösterdik­leri halde, günümüzün en ağır imtihanını kaybedip ferci ala ile fülusata teslim bayrağı çektiler dedi. El hak doğrudur. Ecdadımızın torunları bir şekilde ifsat edildiler. Saniyen sohbetin merkezine otu­ran Mehmet Vaner’le mükalememiz bayağı bereketli geçip ondan al-dıklarımızı sizlerle paylaşmakta fayda mülahaza ediyoruz.
Mehmet Efendi iki yıldan beri Sudan’ın Hartum’unda Yapımerkez Şirketinin ambarcılığını yaptığını vakti zamanında İzmir’de hukuk tahsil ettiğini ve bizim de özetle merak ettiğimiz hıyar, eşek ve insan hakkında çok özel malumatlar getirdiği için kendilerine medyunu şükranız.
Hartum’da bol miktarda süt beyaz ve katır büyüklüğünde Şam cinsi eşeklerden geçilmediğini, ancak oranın eşeklerinin de insan-ları gibi fukaralıktan mütevellit başıboş, bakımsız ve de çok cılız ol-duklarını bizimle paylaştılar. Bu bölgenin insanlarının ve eşeklerinin sömürgeciler tarafından fakirleştirilmesinin bir insanlık suçu oldu-ğuna parmak basan Mehmet Efendiye Sudan’da hıyar hakkında bize biraz bilgi verir misin şeklindeki sorumuza ise, Tanrının insanların ve de hayvanların yiyip beslenmeleri için bol miktarda yarattığı sebze olsa da hıyar, özellikle Türk halkının dilinde nahoş manalara çekilen bir kavramdır. Yapılan araştırmalara göre eşşekoğlu eşek sözcü-ğünde de olduğu gibi hıyar kelimesini argoda kullanan tek millet biz Türkleriz diyebiliriz.
Dünyanın hiçbir tarafında insanların birbirine hıyar dediğine rast-lanılmamıştır. Bu belki de hıyar sebzesinin orijin olarak biz Türklere ait olmasından da kaynaklanabilir. Maalesef günümüz gençliği bu lüzumsuz anlamı bu güzel sebzemize hep yükleyivermektedirler. Buna biraz da Türkçemizin zenginliği olsa gerektir gözüyle bakıp ra­hatlamakta fayda vardır kanaatindeyim. Ayrıca Mehmet Efendiye Hartum’daki hıyar hasadına değinmesini rica edince gerçekten çok orijinal bilgilere sahip olduk. Sudan ve başkenti olan Hartum’da iklim ekvatora yakın ve tropikal karaktere sahip olması hasebiyle o böl­geye ait birçok meyve ve sebzenin bolluğundan bahsederek mesela muzun kilosunun yarım Y.T.L. fiyatında olduğunu ve hasseten hıyar ve hıyargillere gelince de kesinlikle hormon kullanılmadığı halde yılın her ayında ve her gününde kavun, karpuz, kabak ve çeşitli sebzeler tüketildiği gibi hıyarın çok bol olduğunu iklim ve toprağın çok müm­bit olması hasebiyle hıyarların çok büyük olduğunu bir hıyarın bir ailenin hıyar ihtiyacını fazlasıyla karşıladığını ballandıra ballandıra anlattığını, ancak geri kalmış bütün ülkelerde olduğu gibi hıyarlık mevzuuna gelince nüfusun önemli bir kısmının zenci, yine önemli bir kısmının da arap olduğunu, Resulullah zamanında Müslümanla-rın eziyet çekmelerinden mütevellit bu bölgenin Hıristiyan da olsa adil bir hükümdarı olan Necaşi’nin Müslüman Araplara kucak açmış olmasından günümüze kadar varlıklarını sürdüren Arapların müşa-rünileyh olduğu tahminlerimizin doğrulandığını tespit etmiştir. Vel-hasıl gerek idarecilerin ve de gerekse halkın bol miktarda hıyar tüketmelerinden naşi olsa gerektir ki sömürge olmaktan kurtulma yolunda çaba sarf edememelerinin en büyük hıyarlık olduğunu dü-şünmekteyim. Yüce Çalap bize hıyarın en lezzetlisini taam eyleyip hı-yarlık yapmamıza müsaade etmemesi temennisiyle “mekerellahu hayrul makirin” diyen Yüce Çalabın (ben tuzak kuranların en hayır-lısıyım) eninde sonunda galip geleceğini furkanın buyruğundan maada bütün tuzakların boşa çıkacağından ümidimizi kesmiyor, moral değerleri kendi süflî arzularına alet edenlerin eştikleri kuyuya düşeceklerine inancımızın tam olduğunu ve bir gün gelir galip çıkar küfre ve münafakata galebe çalar diyerek herkes müstahak olduğu derekesine iner diyoruz. Vesselam!

ÜSKÜDAR SARHOŞ İMAMLAR TEKKESİNDE HIYAR MUHABBETİ

Tarihten günümüze kadar gurebanın hizmetinde kusur göster­meyen Üsküdar Sarhoş İmamlar Tekkesi hakikaten memleketimizin hemen hemen her kesimine fark gözetmeksizin hizmet servisi yap­maktan büyük bir haz ve de şeref duymaktadır. Rabbülalemin bu gibi halk ocaklarını eksik eylemesin. Zaman zaman İpsizrecepzade Emin Efendiyle de karşılıklı mütalaalarımızda bu ocağın postnişini olan Tabanzade Osman Efendinin gerek Hz. Alparslan’la olan münasebatı ve gerekse yaratılıştan tanrı vergili olup liderlik vasfını haiz olması aynı anda farklı kültür seviyelerine mensup insanatı idare etme ka­biliyetine haiz olması ve en önemlisi Osman Efendinin ta hayatın içinden pişerek gelmesidir. Osman Efendi vakti zamanında medre­seden icazet alıp mezun olduktan sonra bir süre rahmetli babası Şevki Efendiyle ticaret ve zenaatle iştigal eyleyip insanoğluyla hem-hal olunduktan sonra Asitanede Gülfem Hatun Medresesinde tam kırk yıl dini vezaifle birlikte çeşitli ticari faaliyetlerde bulunduğun-dan ötürü o adeta ins ve cin konusunda uzmanlaşmış Osman Efendi kiminle muhatap olursa onun gerçekten insan mı, yoksa hıyar mı ol-duğunu hemencecik orada kestirir ve hemen ona göre tavır serde­derdi. O hakikaten bir içtimaiyatçı halk adamıydı. Osman Efendi aynı mekanda bir taraftan akademisyenlerle aşık atarken, bir taraftan si­yaset yapardı. Türkiyemizin, Asitanenin ve hatta dünyamızın kalbi ve nabzını tutardı. Yine aynı zamanda işadamları ve müteahhitlerle hemhal olunurdu. Bir taraftan üniversite öğrencileriyle hasbihal edi­lirken öbür taraftan da esnaf, memur, işçinin bir şekilde gazı alınırdı. Bir de bakarsınız iş takipçileri, ayakçılar, lüzumlu lüzumsuz Yüce Ça-labın yarattığı her türlü ve her kesimden mahlukatın müracaat mer­kezidir bu mekan. Ancak bu kurumun esas sahipleri aksakallı emekli ve ömrünü diyanete bağışlamış ve yüce Türk milletine dini hizmette saçlarını ağartmış, ilahi şerbetle sarhoş olmuş hoca efendilerdi. Şah-sen bendeniz bu zevatı kiramdan çok şey öğrendim. Bu mekanda her türlü siyasi yelpazeye mensup olan sarhoş imamlar tekkesindeki si­yasi mukalkaleye doyum olmaz. Hepsine saygımız sosuzdur. Ancak eski İnönü dönemine mensup devlet memuru zihniyetli ve özellikle dindar halk partililere doyum olmadığını yaşayarak ifade ettiğimizi beyanda hiçbir sakınca bulamadığım gibi bu zevatın hizmetlerini de taktir etmemek mümkün değildir. Çünkü bu aidiyet illeti öyle süb­jektif bir illettir ki bir camiaya mensubiyetinizi ilan ettikten sonra onlar sizin gibi düşünmeseler dahi sizi nasıl bağırlarına bastıklarını ve de ideolojinizle birlikte farkına varmadan nasıl benimsediklerini hep müşahede etmişimdir. Diğer makalelerimizde de isimlerinden bahsettiğimiz iki tane imam efendinin hizmetlerini anlata anlata bi­tiremem. Bunlardan bir tanesi Zileli Abdulkadir Efendiyle, Hısnı Man­surlu Mehmet Efendidir. İkisi de rahmeti rahmana vasıl oldular. Allah onlardan razı olsun çok güzel insanlardı. Mesleklerini çok iyi bilir, ahlaklı insanlarla çok iyi anlaşır sadece biz halk fırkasındanız der İsmet Paşayı çok sever ve oylarını da Altı oka verir, bizim diğer eski ifadeyle sağ yelpazedeki hoca efendilerden daha iyi hizmet ederlerdi.
Çünki bizim muhafazakar kesim cenneti garanti etmiş zehabına kapılarak kendi hocalarına bile hürmette kusur ederken eski ifade­siyle bizim sol yelpazenin zaten dini bir tetebbuatı olmadığı için bir hoca efendi ben sol görüşlüyüm deyip onları şereflendirmesi onlara yetiyordu da artıyordu bile. Bu tür hocalar sol cenahtan fazlasıyla ih­tiram gördüğü gibi onların muhtacı olduğu bütün dini, ahlaki ve milli hizmetleri onlara götürmekte herhangi bir zahmete düçar olmadığı gibi taktir, tebrik ve dua alıyorlardı.
Şimdilerde de bu emekli imamatın çeşitli siyasi yelpazelerde endam ettiklerine şahit olsak da artık siyasal İslamcıların da pabucu dama atıldı kanaatindeyim.
Gerçi bu tespitler sadece memleketimizin realitesi değildir. Batıda ve bütün dünyada din ile devlet arasında mukalkale vaki olup bun-dan büyük zarar gören Hıristiyan âlemi bu faturaların şerrinden emin olmak maksadıyla laiklik ilkesine sığınıp bunu kurumsallaştırmaya gayret etmiş ve devleti kilisenin şerrinden emin etmek için bedeller ödemişlerdir. Hakikaten cumhuriyetle birlikte bize laiklik ithal edildi diyenlere, şunu hatırlatmak isterim ki, bizim kültürümüzde, mede­niyetimizde ismi konulmamış bir laiklik uygulaması vardır ki rah­metli sosyolog Prof. Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in çalışmaları da bu tezimizi savunur niteliktedir. Hocanın şu iki kitabı bütün meseleyi halleder mahiyettedir. 1) Laikliğin islamın özüne uygunluğu, 2) Ta­savvuf ve Laiklik.
Eski Türklerin bütün uygulamaları laikti.
Selçukiler laikti.
Osmanlılar laikti.
Haddi zatında Hz. Peygamberin şu hadisi de meseleyi kökten hal­leder mahiyettedir. Bir gün Hz. Muhammed Medine’de hurma bah­çelerini gezerken ziraatla iştigal eden sahabelere selam vererek hal ve hatırlarını sorar. Onlar da Ya Resülullah hurmaları aşılıyoruz şek-linde mukabelatta bulunurlar. Hz. Fahri Kainatta aşılamayıverin der ve geçer. Yıllar sonra bu aşılanmamış hurma ağaçlarının hurmala-rından bir sepet hurma toplanarak Resulüllaha götürülünce Hz. Mu-hammed tadına bakıp bunlar niçin acı der. Onlar da Ya Resülullah filan tarihte siz bize aşı faaliyetinde bulunmayın demiştiniz. Biz de emrinizi yerine getirip o günden beri hiç hurma aşılamadık. Dolayı-sıyla aşısız hurma ağaçlarının meyvası da acı olurç Deyince Resülul­lah hemen bütün hazırunu toplayarak bundan sonra ben tanrıdan size getirdiğim şeylerle amele mecbursunuz. Aksi taktirde bir kul ola­rak herkes kendi dünyevi işini ve mesleğini pek tabiidir ki benden daha iyi bilir diyerek yeni bir dönemi başlatmış olur. Demek ki Hz. Muhammedin buyurduğu gibi uhrevi meselelerde kutsal metinler esas alınacağı gibi dünyevi işlerimizi de dünyevi tecrübelerin ortaya koyduğu kaideler ve de bilimler esas alınarak yerine getirilecektir. İşte bana laiklik sorulduğunda benim için en yerli ve milli olan laik­lik tanımım bundan ibarettir. Bunun böyle olması benim batı laikli-ğine saygı duymamam anlamına gelmez. Ancak biz tarihte faturamızı ödemiş ve laikliğimizi de oturtmuştuk. Batı da kiliseden bizar oldu-ğundan çareyi bizde bulmuş. Ancak batının genel karakteri kopyacı olup dipnot kullanmamakta ısrarcı olmasıdır. Mesela sosyoloji bizde içtimaiyat olarak yaşandığı ve dünyanın ilk sosyologunun İbn Haldun olmasına rağmen sanki batı yeni bir bilim bulmuş gibi dışarıdan al-dığı değerlere modern bir disiplin ve etiket vererek sahiplenip tekrar dünyaya ihraç etmektedir.
Bu uygulama sadece bilimde değil dünyamızın bütün yer altı ve yer üstü maddi manevi zenginlikleri için de söz konusudur. Bu hadise bana Karadenizli dostum Prof. Dr. Mehmet Bilgin’in bir zamanlar ba-basıyla yaptığı faaliyetleri hatırlattı. Mehmet Bey ve kıymetli baba-ları doğadan topladıkları bitki soğanlarını vatandaştan üç beş liraya satın alıp Avrupaya ve dışarıya üç beş kuruş kar koyarak ihraç ettik­lerini ve batılıların da bu ham maddeleri işleyip ilaç yapıp parlak am­balajlara sararak bizlere ve bütün insanlara binlerce misli karlarla sattığını haddi zatında sömürgeci devletlerin işinin bundan başka bir şey olmadığını, Hollandalıların Afrikada lale yetiştirip dünya piyasa-larına arz etmesi gibi.
Bizim laikliğimiz de bizden çalınıp sanki batının yeni bir icadı gi-biymiş gibi bize yutturulmaya çalışıldıysa da bizim gibi sosyal bilim­ciler sayesinde bu yanlışlıkların bertaraf edileceği kanaatindeyim. Atatürk’ün senin muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur sözünü bütün problemlerimize uyarladığımızda altından kalkılamayacak hiçbir problemimizin olacağına inanmıyoruz.
İşte bu girizgahtan sonra Üsküdar Sarhoş İmamlar Tekkesi’nde özellikle postnişin Osman Tabanzade Efendinin kendisine getirilen bütün problemlerin üstesinden gelmesi hadisesinde de görüldüğü gibi kültür evlerimizin çoğaltılıp birer sivil toplum kuruluşu olarak milletimizin sosyal, siyasi, ahlaki ve iktisadi problemlerine neşter vurmasını ve faydalarını tespit ederken bu kurumun Ramazan vesi­lesiyle gösterdiği kadirşinaslık ve misafirperverliklerinden de misal­ler vererek neticelendirmeye gayret edeceğiz.
Ramazan ayı gelince her yerde bir telaş ve hazırlık faaliyeti baş-ladığı gibi Üsküdar Sarhoş İmamlar Tekkesi İşletmecisi Resul Efendi pazara gidip zerzevatın en kalitelilerini seçerek aldıktan sonra etli, balıklı v.s. yemeklerini özel bir itina ile hazırladıktan sonra iftara bir saat kala o keskin ve de uzun neşteriyle sebze ve zerzevatı büyük bir ustalıkla tamamen simetrik olarak doğramaya başlar. Resul Efendi bir sanat eseri gibi hıyarları ince ince ayarında keser adeta hıyarla-rın ağlama sesi duyulur. Ancak hıyarlar bir oruçlunun midesinde sadra şifa olurum ümidiyle kendi kendilerini teselli ederlerdi. Eğer merakınızı celb ediyorsa bir gün mutlaka Üsküdar Sarhoş İmamlar Tekkesine vasıl olup Resul Efendinin nasıl salata doğradığını ve has­saten salatanın ana rüknü olan hıyarları nasıl incecik ve birbiriyle mütenasip doğradığına şahit olun. Tabi Resul Efendi gün görmüş ge-çirmiş olgun bir Türk evladı. O ömrünün büyük bir kısmını uluslar arası ticari gemilerde geçirmiş bir kaptanı derya. Bu vesileyle ayak basmadığı yer kalmayıp onun Sakramento hatıraları da dinlemeye değer. Ayrıca siyasette de önemli işler becermiş bilahare işin çirkef ve curufatına şahit olunca da selamet derkenarest deyip kenara çekil-miş kendi küçük dünyasını süslemeye çalışmıştır. Resul Efendide daha nelere şahit olacaksınız. Onun Denizciliğinde Sadrazamın ağa-beyi ile hatıratı da meşhurdur. O çayı özellikle çini demlikte demler. Son zamanlarda Hüseyin Bekçinin maharetiyle Kahraman Maraşlı Sait Efendiden bol miktarda salep satın alıp bundan böyle sarhoş imamların hiç olmazsa kış mevsiminde midelerini ısıtıp sadra şifa ol­ması sadedinde önemli bir hizmetlerini de ifade etmekle de ve sizleri oraya sevk etmekten büyük haz duyduğumu ifşa ediyorum.
Efendime söyleyeyim Osman Efendinin de ruhu şad olsun gerçi çocukları kahvehane işletiyor amma sağ olsaydı Ekşizade Rasim el Turani Efendiyle bu mekana mekan tutup bayağı kültür hizmetinde bulunabileceklerini en azından mübarek ruhlarına sunuyorum.
Kim demişti ki bu ocak olamaz. Tekke dediğiniz şey nedir ki, o gibi kurumlar da bunun gibi sosyal münasebet ve hizmetler icra et­mekten başka bir şey icra etmiyorlardı. Ancak her kurumda olabile-ceği gibi bu müesseseler de asli hüviyetinden uzaklaşıp savaş yıllarında da birer asker kaçağı sığınağına dönüştüğünden ve ko­jonktür gereği kapatılmışlardır. Ancak halkevleri, dernekler, vakıflar gibi sosyal müesseseler bu boşluğu doldurmaya gayret etseler de halen bu boşluk ifsat edilmeye en elverişli bir mayınlı sahadır. Bun-ların yerine ikame edilecek sivil toplum kuruluşlarının devletin şef-faf denetiminden nasipdar olup halkın hizmetinde kusur etmemesi kanaatindeyim. Aksi taktirde bu gibi mekanların zararlı birer misti-sit organizasyon olmaması içten bile değildir.
Hayrullah Şanzumi de bu sene iki tane iftarını İpsiz Recepzade Emin Efendiyle bu mekanda yapmış ve hazırunun gerçekten bu sof­radan maddi menafiinden çok manen müstefid olduğunu, hassaten hıyar salatasına müptela olan Emin Efendinin bu hıyarlı salataya nasıl kaşık salladığını temaşa eyleyerek zevkle yaşadığımı ifade etmek isterim. Ramazan gelip geçince de zaman zaman cemaati mez­kurenin peynir, kara ekmek ve çay ziyafetinden sonra koyulaşan soh­betlerinin de tadına doyum olmaz.
Postnişin Osman Efendinin vakti zamanında kağıtçılık, giyim kuşam ticareti dışında pazarlarda cam bardak ticareti yaptığını da bilmiyordum. Hatta bir hatırasında kendilerinin pazarda cam pazar­larken eski sadrazamlardan birinin yakini ile olan hatıratı da çok mü­himdir. Osman Efendi Paşabahçeden mamul yere bile düştüğünde kırılmayan halis Türk kumundan yapılan sadra şifa veren çay, su, şer-bet v.s. nimetlere kaplık yapan bardaklar artık yok. Binaenaleyh o bardaklarla içilen her meşrubata ayrı bir haz veren güzelim Osmanlı camları ve çeşmibülbülleri artık yok.
Evet hocam eski çamlar artık bardak oldu. Artık o baba ve ata ya-digarı o bardaklar yok. Bırakın bardakları eski hıyarlar bile yok oldu. Şimdilerde duyduğumuza göre İrandan bardak ithal ediyormuşuz.
Bir iki defa kullanınca da kırılıyorlar. Kullanırken de insanın içini ka-rarttığı gibi en kısa zamanda kırılıyorlar. Osman Efendi nerede o eski kaliteli ecdat yadigarı rengarenk çeşitli cins ve ebatlarda insanlara sanatla zevkle içmeyi yaşatan o güzelim bardaklar.
Bilahare yaptığımız tetebbuatta meğer Osman Efendinin elli se­neden beri canhıraş desteklediği bir siyasi parti bu kurumumuzu özelleştirme bahanesiyle ifsat edip arsasını değerlendirip fabrikayı da Bulgaristana tehcir ettirmişti.Yorum güzel karilerindir. Vesselam!

SEKÜLER EĞİTİMLİ METAFİZİK HIYARTO

Tamamen seküler eğitim aldıkları halde metafizik havari kesilen hıyartoları anlamak mümkün değil.
Günümüzün en vahim hastalıklarından biri de şüphesiz dünyevi bakımdan itibar ve kazanımı yüksek olan tahsiller ikmal edildikten sonra bu müspet ilimlerle insanat, ecinni taifesini, hayvanatı ve ne-batatın nabzını tamamen tutamayan ve tutamadığı için gizemli ha­vadan istifade edip ki, (kurt dumanlı havayı sever) atasözünde olduğu gibi insi ve ecinniyatı tanzim ve tahlil içun uzaktan ve yakından hiç­bir alakası olmadığı metafizik disiplin ve hiçbir terbiyeden geçmediği halde dini bir cemaatin baronu olan zevatı kiram bir de bakıyorsunuz ki meşhur bir kolejden sonra tıp, hukuk, mülkiye, mühendislik, as­kerlik, polislik eğitimlerinden sonra büyük bir İslam alimi kesilmiş-ler ve hatta dini lider çıkıvermişler ve cümle aza ve cevarihlerinden öptürüyorlar, işte tam yeri gelmişken söylemekten kaçınamayaca-ğım bir zulmü ifade etmek isterim. Vakti zamanında hiçbir dini eği-timi olmayan emekli bir zatın yazdığı ilmihalin maharetiyle memleketimizin yüzlerce ve hatta binlerce evlatlarının abdestiniz ge­çersizdir zehabıyla sağlam dişleri sökülmedi mi? Bunlardan birisi olan kıymetli Sefer Amcamız bize acı hatıratını anlatırken evladım genç yaşta o güzelim sağlam dişlerimi bana hem de Allah rızasıymış gibi söktürdüler diye ağlamaklı bir şekilde mükalememizde bizim milletimizin din vatan ve bayrak için milyonlarca şehidimizin yattı-ğını, birkaç dişin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini acı acı terennüm etsek de bu kadar hassas konuların nasıl istismar kabul etmediğini hep beraber yaşıyoruz. Yani elin gavurunun din afyondur demesine gel de hak verme. Gerçekten eğer din yanlış kullanılırsa insanoğluna yaptıramayacağı şeyin olmadığını asrımızda fazlasıyla yaşamıyor de-ğiliz. İntihar komandosu olmanın bunun en güzel ispatı olduğunu herkes biliyor.
Bu din istismarı sadece İslam için değil bütün inançlar için ge­çerlidir. Medyadan zaman zaman sapık tarikatların ve uygulamaları-nın hep şahidi olmuşuzdur. Geçen sene birisi bir zavallıya telefon ediyor. Kendini tanrı olarak tanıtıyor ve talimat vererek hem de An-kara’nın göbeğinde Kızılay’da falan adama git o benim resulümdür ona bir milyon dolar ver diyor. O da tıpış tıpış gidip o parayı ona tak­dim ediyor. Bu olayı hepimiz basından okuduk. Demek ki gerekirse inanç afyon olarak da kullanılabiliyormuş. En zavallı üslubuyla bir din, sizin sağlam dişlerinizi size din adına söktürebiliyorsa siz de ce­haletinizin kurbanı olarak dişçi koltuğuna oturup genç yaşta kendi isteğinizle protez takma dişlere Allah rızası için müstahak olabili-yorsanız yarın mahşerde Tanrı sizi iki defa cezalandıracaktır. Birin­cisi kendi dininizi sağlam kaynağından öğrenmeyip ısmarlama esnaftan öğrendiğiniz için ikincisi de boşu boşuna kendinize eziyet edip sağlığınızı kaybettiğiniz için durumunuz pek de iç açıcı değildir.
Geçenlerde muhafazakâr bir diş tabibi bu konuyu inceleyip dile getiriyordu. Güya dolgu harammış. Çünkü guslü engelliyormuş. Se­bebine gelince de boş dişte yemek artığı olunca gusül olmazmış. Adamcağız feryat ederek yahu biz diş dolgusunu yemek artığıyla mı dolduruyoruz demişti.
Yine vakti zamanında Asitanemizin tanınmış bir mescidinde ikindi namazını eda etmeye vasıl olmuştum. Cemaate yetişmediğim için yalnız başıma tam tapınacakken şalvarlı, sakallı ve de külahlı göbekli ve ensesiyle kafasının kalınlığı birbiriyle mütenasip bilahare mesle-ğini de öğreneceğim bir Makine Yüksek Mühendisi hey çocuk bak­sana cemaat olalım dedi. Tam otuz yıl geçti bu hadisatın üzerinden ancak içime o kadar işlemiş olacak ki hiç ama hiç unutamıyorum. Ben teoloji tahsil ettiğim halde benim imamlık yapmama fırsat ver­meden hemen önümüze geçip bize imamlık yapıp namaz kıldırdıktan sonra bize dönerek hey cemaat siz var ya siz kâfir ve de domuz ol­dunuz diye seslendi. Amca niçin domuz olduk diye sorunca da siz imamdan önce secdeden başınızı kaldırdığınız için domuz oldunuz demişti. Nereden okudun deyince kavga gürültü kendi cemaatinin sürekli okuduğu bir hadis kitabından okuduğuna göre bir insan imamdan önce başını kaldırınca domuz olarak haşr olacakmış. Tabi zavallının ilahiyat nosyonu olmadığından dolayı lafı tersine anla-mıştı. Hâlbuki imam demek sadece cami görevlisi anlamını havi de-ğildi. Oradan bir müslümanın devlete ve devlet adamlarına başkaldırmasının domuzluk olarak değerlendirildiğini anlamamış ve anlamadığı gibi anlamaya da niyeti yoktu. Ben o zavallıya beyefendi ben bu işin tahsilini yaptım, lütfen bilmediğiniz işlere karışmayın de-diğimde adeta kuduruyordu ve hemen kendisinin seküler gücünden bahsediyordu. Kendisine mademki dine bu kadar heves ediyorsunuz niçin teoloji tahsil etmiyorsunuz diye sorduğumda, biliyorsun dini tahsilin maddi bir getirisinin olmadığını öne sürüyordu. Ben de, öy­leyse bakın ne güzel mühendis olmuşsunuz. Kendi mesleğinizle ilgili mütalaalarda bulunsanız daha faydalı olursunuz deyince de mühen­dislikte zirve yaptığını ve hatta fabrikatör olduğunu bütün dünyevi zevkleri fazlasıyla en marjinal noktasına kadar yaşadığını, din üze­rinden de nostalji yaşadığını, Osmanlı ve daha önceki heyulayla he-yulalandığını bu tarihi kıyafetle hem gurabaya fark attığını ve hem de kendisini Kanuni Sultan Süleyman zannettiğini bu işinde bir çeşit tatmin olduğunu itiraf edince, yahu muhterem çok güzel ne yapı-yorsanız yapın. Ancak dinimizin yakasından elinizi çekin çalap aş-kına deyip kavgayla ayrıldık.
Beyler lütfen bu çağdaşlaşma serencamında herkes kendi ihtisa-sına göre uğraşı yapsın. Sizin tuzunuz kuru dünyalık derdiniz olma-dığı gibi uhrevi mükalemeyi de uhdenize aldınız. Siz aslında dincilik faaliyeti yapıp dini ticarete, siyasete ve bütün hayatınıza alet edip ondan nemalanmanıza rağmen teolojik hiçbir disiplinden de geçme-miş olmadığınıza rağmen hep durumdan vazife çıkarıp kendi men­faatlerinizi dinin en temel kuralları olarak telakki ettiğiniz halde bu dini konuların esas sahibi ve mütehassısı olan ilahiyatçılarla da hep dalga geçtiniz. Son zamanlarda marjinalleşerek medyaya malzeme olan ilahiyatçılar da sizin eserinizdir. Onlar da bir bakıma kader kur-banı oldular. Tekrar rica ediyorum işi ehline bırakın. Kendi işinize bakın. Bu güne kadar yaptığım araştırmalarda üzülerek şahit oldu-ğum sonuçta (her zaman istisnalar kaideyi bozmaz. Kendi işini doğru dürüst icra eden herkese saygımız sonsuzdur. Keza dini hizmetler için de aynı şey geçerlidir.) karşılaştığım cemaat, cemiyet, dernek, vakıf, sivil toplum kuruluşları bazında legal veya illegal dini mahiyet taşıyan oluşumlarda bir de bakıyorsunuz ki çalınan enstrüman ta­mamen din veya dini endeksli olduğu ve istismarın haddinin çok aşıl-dığını, ancak gel görelim tiyatroyu oynayanların ciddi bir şekilde gerek resmi ve gerekse özel olsun din eğitimiyle hiçbir alakasının ol-madığı gerçeğidir. Şahsen bu gibi organizasyonların başında bazı teologlarla karşılaştığımda işin daha ciddi tutulduğuna hep şahit ol-muşumdur.
Bütün bu tecrübelerin kutsal dinimizin aslında dinle hiçbir ala-kası olmayan tamamen seküler mahiyette diplomaları olan zevat ta-rafından istimal edildiğini, hatta isim isim verebilecek bilgi ve beceriye sahibim. Bunların namlarını yazıp mahkemelik olmak iste­miyorum. Buna ne zamanım ne de param müsait değil. Ancak size bir mühendislik profesörünün kendisini şeyhülislam ilan etmesinin ve birçok insanımız tarafından da kabul görülmesinin içinde bulundu-ğumuz vahametin ne seviyede olduğunu gösterse gerektir. Bu kadar hıyartoluğa ne dense yeridir. Hayır ve şer Yüce Çalaba malumdur. Vesselam!

MEDRESEYLE OKUL ARASINDAKİ HIYAR

Yüksek Ziraat Mühendisi Sarıözkanzade Erdoğan Efendiden çok ince bilgilerle donatıldık. Hıyarın argo bir kelime zannedildiğinin ak-sine hıyar, tamamen bilimsel ve de akademik bir kavram imiş. Bütün Ziraat Fakültelerinde hıyara hıyar denilmekteymiş. Gerçi halk ara-sında bu kavramı yumuşatmak anlamında salatalık denilse de bu ifade tamamen yanlış olup; çünki salata yapılabilecek bütün zerze-vatın salatasının yapıldığı gerçeği hıyara sadece ve sadece hıyar den­mesinin adeta bir zaruret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Aksi taktirde en güzel salataları süsleyen domates, biber ve de havuca da salatalık deme yanlışını bize işletebilirler. Evet demek ki hıyara hıyar demekten başka hiçbir seçeneğimizin olmadığını ifade etmenin etik bir vezaif olduğunu beyan etmek durumundayız. Bu vesileyle tohuma kaçmış hıyarlara da Malatya yöresinde özellikle ZAVRAK denildiğini kayıt altına alıyoruz.
Sadede gelecek olursak Medresenin verdiği eyyamcılık, cer kül­türü ve bunun beraberinde getirdiği şahsiyet kırılması onları ifsat et-tiği gibi modern okulların da verdiği ve taktik tekmilleri, şeytanlık, işin içinden sıyırmak ve sıyrılmak, vefasızlık, adam kayırmacılık ve en kötüsü kopyacılık neticesinde bir bakıma ayakların baş, başların da ayak olmasını sağlamış olmasına rağmen medreseyi bir bütün olarak ele alıp incelediğimizde müspet menfi yönleriyle bir kurumla karşılaşılmaktadır. Yine modern mekteplerimizi mercek altına aldı-ğımızda bütün handikaplarıyla yine her şeye rağmen mükemmel bir yapı ve kurumsallaşmayla karşılaşılmaktadır.
Ancak özellikle teoloji tahsili yapanlarda medrese ortadan kaldı-rılmış olsa da onun kırıntılarıyla beslenip o geleneğe kaçak da olsa bulaşmış zevatın aynı zamanda modern mekteplerden de diploma alıp piyasaya ucube bir ara form takiyye anlayışı aynı anda farklı iki dünya görüşü beyinde fırtına, dinmemiş bir kafa yapısı, aile de ge­nellikle geleneksel hakimiyet reel dünyada modern realite bazen medresenin kesin hakimiyetinin verdiği havayla ya tamamen tecrit ya da kendisini seküler hayata kaptırıp reddi miras eylediği gibi ma­zisine ve onu yetiştiren müesseseye ve bütün mensuplarına ve bütün değerlerine olağanüstü bir düşmanlık, kin haset, eyyamcılık ve ifsat neticeten daha düne kadar karısı olan zavallıya acımasızca boşanma davası, ev değişimi, semt değişimi,eş değişimi, bütün çulların (giysi­lerin) değişimi, tavır, endam, kültür, ahlak, nehafet düşmanlığı ve bir zamanlar onun yetişmesinde ona burs verenler destek verenlerin hepsinin tekfiri ve ortaya ucube bir araform hıyar, yahu sen kimsin medreseli misin? Hayır sen modern bir adam mısın? Hayır. Sen iki dinli misin? Hayır. Senin kim olduğunu aslında senin de bildiğini zan­netmiyorum. Gel sana yardımcı olup senin gerçek hüviyetini bera­berce tespit edelim. Evet sen medreseyle okul arasında kalmış zavallı bir hıyarsın. Vesselam.

HIYAR

Meyve ve çekirdeklerinden yararlanılan bu bitki, hemen hemen her ülke ve bölgede yetişir.
Özellikleri ve Yararları
-İdrarı söktürür.
-Cildi güzelleştirir.
-Akciğerdeki ağrı ve yaraları geçirir.
-Kolay doğum yapılmasını sağlar.
-Hazmı güçleştirir.
-Alerjiyi giderir.
-Safra için faydalıdır.
-Ciğer ve dalağın kanını giderir.Aba başı: Dağlarda yetişen, dağlıların yediği hıyar gibi dikenli, bir ot.
DLT, I/86; DLT dizininde Besim Atalay bu bitkiyi “yer mürveri” olarak açıklamış, Latince karşılığını da cannababis sativa olarak gös-termiş.
Yer mürverinin “Ababaş-Dikenli Hıyar” ile aynı bitki olup olmadığı tartışmalıdır. Yermürveri, Haziran-Temmuz aylarında hoş kokulu çi­çekler açan, 50-200 cm. yüksekliğinde otsu bir bitkidir. Orman ve tarla kenarlarında yetişir. Yaprakları ve meyveleri müshil olarak kul-lanılır. Meyvelerinde tanen, uçucu yağ, reçine ve valirian asidinden başka bol miktarda renk maddeleri bulunur. Bu bitkinin meyveleri sonbaharda tamamen olgunlaştıktan sonra toplanır. Olgunlaşan meyveler parlak siyah bir renktedir. (T. Baytop, Türkiye’nin Tıbbî ve Zehirli Bitkileri, Ü. Yay. İstanbul 1963, s.399). Görüldüğü gibi, yer mürverinin ve özelliklerinin DLT’deki “dağlılar yer, hıyar gibi (hıyar benzeri) dikenli bir ot” tanımlamasıyla az çok uyuşur. Ancak, “aba” kelimesinin bir anlamının da Kıpçakça “ayı” olduğu (DLT,I/86) ve yer mürverinin ülkemiz mahallî isimlerinin birinin de “ayı otu veya ayı hı-yarı” olduğunu (Bk. T.Baytop, Bitki Adları, s.221) hatırlatmakta yarar var.
Teme muhammes-i benâm.
Ba’zı lügatlerinin tercümesin beyan ider. Evvelâ
Vejd: Bir hâlet şar enbar: Sema etmek, hoban kandir: bostan bo­zuntusu fena hıyar
ACI DÜLEK
(ACI KAVUN, EBU CEHİL KARPUZU, HANZAL EŞEK HIYARI, ACI ELMA, ACI HIYAR, KARGA BÜKEN, CEVZ-İ MUKAYYİ, UTRUÇ)
ADİ ILGIN-(İFDERİ, ÇIBAN OTU)
Adi Ilgın hemen her yerde bulunan çok çeşitli bir bitkidir. Meyve­sinden yararlanılır.
Özellikleri ve Yararları
-Mide ağrılarını ve hazımsızlığı giderici özelliğe sahiptir.
-15 gr. Kullanıldığında iyi bir balgam sökücüdür.
-Kurusu bal suyu ile karıştırılıp içilirse safraya iyi gelir
-Her türlü romatizmalı ağrıları giderir.
-Parmak aralarına sürülürse yaraları geçirici özellik taşır.
-10 gr. Adi ılgın kara sevdayı tedavi eder.
-6-7 gramı hıyar suyu ile karıştırılıp 7 gün boyunca içilirse, cüz-
zam hastalığına çare olur.
BEL SOĞUKLUĞUNA REÇETE
1 gr. Kahve ile 12 gr. Hıyar çekirdeği aç karnına içilir.
Hıyarı şenbe ciğer ağrısını keser.
SANCILAR İÇİN
Ravençini, katran köpüğü, rezene suyu ve eşek hıyarı karıştırıla-
rak içilir. Ardından sirke ve fıstık alınması iyi olur.
6-7 gramı hıyar suyu ile karıştırılıp 7 gün boyunca içilirse, cüz­zam hastalığına çare olur.
Yine Gültepe Hazretlerinin kudeması Ekşizade Rasim el Turani de her zamanki gibi ilmi faaliyetlere katkısıyla meşhuriyetinden bize şu bilgiyi getirmişlerdi. Konu Tahir Kutsi Makal Benim, Benim O Benim hikayesi ve kitabın başlığıydı o. Vakti zamanında Prof.Dr.Turhan Fey-zioğlunun aleyhine Ecevit hükümetinin Sosyal Güvenlik Veziri Hilmi İşgüzarın bir işgüzarlığı maharetiyle mahkumiyetiyle sonuçlanan yol-suzluklarının ortaya çıkarılması üzerine intikam almak maksadıyla bir kitap yazdırılmıştı. Nemci Onur, aynı konuyu yazdığından ötürü yüzüne gözüne bulaştırmış mahkum olmuştu. Ancak Tahir Kutsi Makal ise usta kalemi sayesinde beraat etmişti. Aslında müşarüni-leyh kitapta Feyzioğlu ince ayar bir şekilde tenkit edildiği halde ispat vaki olmadığından yazar beraat etmişti. Muharriratı mahkum ettir­mekte aciz kalan hukuk profesörü şirazeden çıkmış bir vaziyette mahkeme heyetine bu anlatılan benim sadedinden ey yüce divan lüt­fen o benim o benim o benim diyerek serzenişte bulunduğu halde usta kalemi hapsettirememiştir. Ancak bu hadise hem tatlı bir hatıra olarak tarihe mal olmuş, hem de bu yazılan kitabın söz konusu adı olmuştu “Benim, Benim, O Benim”.
Gerçi bizim “İnsanname” “Kurtlar Vadisi” dizisi gibi tamamen sanal olmasına rağmen birileri kendi şahsi amelleriyle bu yazıları-mızı örtüştürüp kısa yoldan meşhur olmayı denemiş olsalar da bizim şahıslarla değil yanlışlarla hesabımızın olduğunu ifade etmek iste­riz. Bu vesileyle Ekşizade Rasim-el Turani ağabeyimizin çalışmaları-mızı tarihle münasebet kurarak beyin jimnastiği yapmasını bizim faaliyetlerimize değer vermesi şeklinde algılıyoruz. Saniyen Rasim-el Turani hazretlerinin Turan Vakfı Riyasetini deruhte etmesi vesilesiyle her hafta yüzlerce kitabı yüklenip Üsküdar Sarhoş İmamlar Tekke­sine getirmesinin gerçek bir kültür faaliyeti olduğunu zevkle beyan etmek isterim. Bendeniz de bu emanetleri yüklenip Saktürün geze­genindeki evladı fatihana nakleyleyip tevdi ettiğimi bu vesileyle yüce milletimizin evlatlarının milli ve de yerli tetebbuatla haşir neşir ol-malarını sağlamamız sadedinden bir bakıma kitap yüklü eşek mesa­besinde milletimin evlatlarına kitap taşıyan eşek olmaktan büyük bir tezevvük yaşadığımızı iftiharla ifşa etmek isterim.
Pek tabiidir ki her meslek erbabı kendi işiyle iştigal eder sade­dinden birkaç zuhurat sıralayıp makalemizi nihayetlendirecek olur­sak tarihte ıtriyatçı Lütfi İhsanıhak Efendinin Gaziantep hurucatı sa­dedinden hıyar hak olmasını Göksuna talebin ıtriyat vesilesiyle mu­hatab olduğu Devaülemrazhane maliki Memduh Efendiyle mükalemesi dehşetnüma bir hadisedir. Yine mayhoşzade efendinin inşaathanesindeki hıyarhahlık neticesinde sünnetli gibi iki ay çapraz kare yürümesi de kayda değer bir olaydır.
Bugün 23 Kasım 2007 saat 13.00 Bendegah-ı Mevleviye Gökhan el Abdullah Efendiyle önce taam eyleyip bilahare yürüyerek Fethi Paşa korusuna vasıl olurken mükalemeye tutulduk. Geçen yaz ailece Marmaris’in beldelerinde tatil yaparken tropikal iklimlerin bir ağacı olan okaliptüs adında büyük bir ağaca tesadüf ettiklerini, bu ağacın aslında bu iklim ve coğrafyaya tamamen yabancı olduğunu onun için çevreyle mütenasip düşmediğini, hatta gariplik çektiğini söyleyerek bu ağacın hususiyetlerinin özetle, kısa zamanda bölgeye hakimiyet kurup semirtip büyüyüp ululaştığını günde takriben binlerce metre küp suyu çektirdiğini ve hatta kendi anayurdu olan tropikal bölge­lerde bataklık kurutmakla maruf bir ağaç olduğundan naşi bölgenin bütün yer altı sularını kuruttuğunu anlatınca bendeniz de aniden hayretle Allah Allah demek ki bu ağaç bizim meşhur hortumcu hı-yartolara benzediğini fehmedip kayıt altına alıp milletimi bu ve bunun gibi kaza ve de belalara düçar olmaması için say’ü gayret ettim. Gerçi bu okaliptüs ağacını Anadoluya getirip diktiklerinde ondan eski alışkanlıklarından vazgeçmesini ihtar etmelerine rağmen
o yine huyundan vazgeçmemişti. Fakat hıyar asil bir Türk sebzesi ol-duğundan hep sözünde dururdu. Yüce Çalabın kitabında müslüma-nın tanımı yapılırken onlar namaz kılarlar, ibadet yaparlar şeklindeki bir tanımla karşılaşmaktan çok “Onlar ki ahitlerinde dururlar, ver­dikleri sözleri yerine getirirler diye tavsif ederler”. Hıyar da hıyarlık vazifesi mucibince Yüce Çalaptan aldığı hıyarlık edramını aldığı gün­den beridir arsızca hıyarlaşıp insana ve hayvanata hıyar ihtiyaçlarını kıyamete kadar karşılamak için hizmet ve gayret etmek için canhıraş vefa gösteriyor diyoruz.
Yüce Çalap Furkanında “benim bilgim dâhilinde olmaksızın bir yaprak bile kıpırdamaz” buyurmaktadır. Bu vesileyle benim şahsen hiçbir şeyin cebriyenın rüzgarın önündeki kuru yaprak misali tesadüfi olmadığını ve hatta kainattaki her şeyin birer zuhurat dahilinde vuku bulduğu kanaatindeyim, buna inancım da tamdır. İşte yıllar önce har­nameyi Memduh Efendiye takdim ettiğimizde bize bir şiir yazıp ikinci baskıda kullanmamızı tavsiye ettiler. Biz de bunu emir telakki eyle­yip matbaaya verdiğimiz halde maalesef unutulmuştu. Bilahare “İn-sanname” ve “Hıyarname”ler kaleme alınınca bu şiiri daha dikkatli okuyup ilgili ayetlerle de mütalaa edince esasen bu şiirin bize üç kitap kaleme alacağımızı müjdelemiş ve ışık tuttuğundan onu be­nimseyip bağrımıza bastıktan sonra müşarünileyh şiirde insan +eşek+hıyar üçlemesinin hakim motif olması, biz de bu fevkalade­lik durumu fark edince zuhuratı hem de gerçek zuhuratı idrak edip bu kıtayı şerifi zevkle “Hıyarname”mizin başsözü yapıp, değerlen-dirmeyi siz kıymetli karilerimize terk ediyoruz vesselam!
Eğer takatimiz yeter de ileride bir “Hırname” kaleme alacak olur­sak hır’ın kavga, savaş, gürültü, anarşi anlamlarına geldiği gibi hır çıkarma=kavga çıkarma manalarına kullanıldığı da cümlenin ma­lumu olmalıdır. Binaenaleyh hır çıkarma argoda erkek cinsel organı namını da taşımaktadır. Bu vesileyle hır hangi manada kullanılırsa kullanılsın bütün dünyada insan, hayvan ve canlı tarihini çok yakın-dan alakadar etmektedir. Çünkü bu organ hayatın idame etmesi üre­mesi ve hatta tanrının yaratma vasfına vesile olması hasebiyle o kainatın en mühim olmazsa olmaz kavi enstrümanıdır, dedikten sonra bilumum kimesneye ne Yüce Çalap kelamı kadimini doğru dü­rüst okuyup anlamalarını ve amel eylemelerini taktir eyledi. Ne de bunlar Nutku okuyabildiler ki biri manevi, öbürü maddi kitabımızdı. Ancak Hayrullah Şanzumi’nin suhufunu mukabele usulüyle hatmey­leyip yuttular. Çünkü herkes encamında suretlerini buldular. Halbuki bu suhufatta çok güzel ve de nehafetli mevzular varken kendilerini güzelde, doğruda, dürüstlükte ve adalette görmek varken koca ki-tabcağızdan cımbızla ehveniyat çekip acaba bu ben miyim deyip ken­dinizi zavallı durumuna düşürmeyin tavsiyesinde bulunmaktan başka hiçbir şey söylemeye kudretim yetmiyor.
Söze 17. yüzyılda yaşamış kıymetli şairimiz Cevri Çelebi Efendinin şu mısrasıyla nihayet vermeyi yeğliyorum;
“Aşinaya Aşinayım
Biganeye Biganeyim”
Vesselam!

HIYARIM TAM OLSUN

Bugün 22 Kasım 2007 Perşembe. Devrin en kıymetli zabitanı şerifi Ergenekon Miralayımla Asitane’nin Asitane Lokantasında buluşup hasret giderdikten sonra her zamanki gibi millet ve memleket mese­leleriyle hemhal olup dertleşirken asrın ceridecisi dehşetül vahşet İlker Alpkaya ki eski hava kuvvetleri kumandanlarımızdan Alpkaya Paşa hazretlerinin yeğeni de bize dahil olup mükalkale ve karışık pide ziyafetiyle müzeyyen olup çay ve kahve faslından sonra evlerimize avdet eyledik. Hülasatımız, vakti zamanında Necabettin Miralayımı-zın herkesle mükalkalesi ve içtimai münasebetlerdeki sertlik muva­cehesinden naşi bir şekilde ikna eylenüp devrin tabibi seraskeri tabib el Miralay Nasırlıoğlu Cahit Efendidir ki Kasımpaşa bahriye şifaha-nesinde psikiyatrist olup şifa dağıtırken bir vesileyle onun mübarek ellerine teslim ve tesellüm olunup bir hafta boyunca yapılan tetkik ve tedavi neticesinde bağırarak: Evet hastalığınıza teşhis koydum, di­yerek heyecanlandığı gibi bütün hazırunu ve hassaten devrin seras­keri Miralay Necabettin Efendiyi heyecana gark eder. Necabettin Efendinin vahim bir şekilde netayici beklemesi bir an önce tabib mi-ralayın müşarünileyh emrazın namını ifade etmesi calibi dikkatte ser-güzeşt olmuştu ki, Tabib Efendi, evet sizin hastalığınızın adı “puştluklara karşı ani feveran hastalığıdır” deyince sular durulup ha-zırun gülüşmeye başlamıştı. Neticeten Necabettin Miralayın herhangi bir hastalığı vaki değildi. O namuslu bir vatan evladı olduğundan ötürü işinde fevkalade titiz ve mizan ehli olduğundan yanlışlığı ken­disine şiar edinen gerçek hastaların ekseriyete sahip olması kendi­lerinin değil tek başına kalan bu namuslu insanı hasta telakki etmişlerdi. Bugün üzerinde durulması gereken çok ciddi bir mesele­dir bu kanaatimce. Kimin hasta kimin sağlıklı olduğu karma karışık bir vaziyet almıştır. Necabettin beyin tek şansı tabibin de işinin ehli olmasıydı. Aksi takdirde kazara hasta muamelesi görüp ziyan olabi­lirdi maazallah Çalap esirgesin.
Bilahare fakirhanemde kendilerine “İnsanname” gönderdiğim dostlara teker teker telefon ettiğimde Hısnı Mansurlu Ebubekir Efendi kendileri iyibir dilbilimci olmalarından dolayıdır ki değerlen-dirmelerine şahsen değer veririm. Üstad çok güzel bir üslub tuttur-muşsun. Şu anda hazırunla mütalaattayız, dediler. Yine Kırşehirli Kazım Efendiyi aradığımda Hayrullah’cığım Altmışıncı sayfadayım.
Kitabı bitirdikten sonra seni arayacaktım, deyip taktirlerini ifade bu­yurdular. Bilahare Kırıkkale’den Fatih Maşuk Gülşehri’ni aradığımda
o da son kitabımızı mütalaa makamındaydı. Sonra kadim dostum Karaçamzade Zahit Efendiye telefonumda kitabbaşı olup taktir ve te-şekkürlerini esirgemediler. Egenin incisi İzmir’i aradığımda tabip Said Efendiyle Miralay Hüseyin Efendinin kitabı mükalkaleten ele­diklerine şehadetle mütehassıs oldum.
Son olarak Dürrül Elvan şeyhül müsakeşe Selahattin efendiye de ulaştığımda kitabı süratle tetebbuatına dahil eyleyip bu mevzuda sil­keleyici bir makale neşredeceğini beyan buyurunca bendeniz de seb etmek dahil serbest, yeter ki müfteriyat inzal buyurulmasın dedik ki, tam yazmaya başlayacağım zaman Devrin Abdullahı azamı Gökhan el bendegahı Mevleviye beni aradılar. Kendilerine “İnsanname” tak-dimatıyla alakalı randevulaştıktan sonra dertleşerek günümüz insa-nının özetle maruzatının;
Hem karnım doysun
Hem de hıyarım tam olsun şeklinde tezahür ettiğidir.
Behey ahmak adam. Diyelim ki hıyarını eline aldın. Karnını do­
yurmak ve bu süfli arzunu yerine getirmek için pek tabiidir ki hıya-rını yemek mecburiyetindesin. Buna fiziki mecburiyetin vardır. Oturup karnım doydu diye şükretmek gerekirken “Eyvah neden hı-yarım eksildi, kırıldı veya bitti diye ağıt yakmanın hiçbir anlamı ve geçerliliği söz konusu değildir. Bu başlıktan çıkarılabilecek bir çok sonuçlar vardır. Yani ne yaparsan sonucuna katlanmak mecburiyeti hasıl olacaktır. Ya hıyarı yiyeceksiniz, doyacaksınız, ya da hıyarı ye­meyip aç kalacaksınız. Taktir ve hıyar sizindir. Yaptığın puştluklardan mütevellit aldığın tepkilere ve sonucuna şaşırmaman gerekir. Bu ve­sileyle Gökhan Efendinin son olarak okuduğu Prof. Minkali Efendi­nin hiciv kitabında hicvin bir bakıma aklın zekatı olduğu değerlendirmesini de kayıt altına aldıktan sonra Zahit Karaçam ho-camızın Mizah’ın zekanın terlemesi değerlendirmesi de çalışmamıza zenginlik katmaktadır diyoruz. Hısnı Mansurlu Bekir Efendiye ge­lince vakti zamanında Bünyamin Efendi namında bir dostlarının ol-duğunu, herkese bacanak diye hitab ettiğini ve hatta bir gün mescitte müminlere hitab ederken ecmaine aziz cemaat diyecekken alışkan-lığından mütevellit aziz kıymetli bacanaklar diye hitab eder. Zaman gelir bir gün evinin bir odasına destursuz girer amma girdiğine ve gi-receğine bin pişman olmuştur. Bir de ne görsün baldızı şerifin elinde bir acurla istimal keyfi ve dışarı huruç eyleyip tövbe istiğfar faslın-dan mabadehu ve bir gün zevkle buzdolabının kapısını açıp biraz me’kulat ve de meşrubat almaya çalışırken dolabı muazzamanın baş-tan aşağı hıyaratla dolup taştığını görünce şuuraltı arşivinin de taz­yikiyle müşarünileyh muamelattan naşi bütün hıyarlara bacanaklık payesi verip tarihe hıyar bacanağı olmanın şeref ve haysiyetiyle geç-miş oldu. Haşiyen eğer bir kitab çıkar çıkmaz farklı şehirlerde aynı zamanda muhtelif zevati kiram tarafından tezevvükatla okunuyor ve bu mübarek çalışmaya elini sürenin bir çırpıda bitirmeden bırakamı-yorsa demek ki burada güzellik, sanat ve nehafet olsa gerektir. Ge­riye kalan zerzevatı şerifin çırpınışlarını yırtık fercin feryadı veyahut yırtık dondan fırlayan fukara zurnasından maada hiçbir şey olama-yacağı kanaatinin hakimiyetini göz ardı etmemek gerekir diyorum.
Makalemin tam bu hengâmesinde biraz ara verip dinlenmek mak-sadıyla Üsküdar sarhoş imamlar tekkesine vasıl olduğumda bir de ne görelim asrın müverrihlerinden ve arşivat uzmanı Necati Gültepe el Erzincani Efendi hazretleri “Hıyarname” çalışmalarımıza katkıda bulunmak üzere aşağıdaki bilgileri bize bırakmışlardı. Kendilerine bu nehafetlerinden naşi müteşekkiriz.
Müverrih ve Arşivat Muharriri Necati Gültepe el Erzicani hazera-tından inciler:
N. Gültepe’den Hıyarname’ye Bir FaideEvliyaçelebi’den
4.Cilt-(227a)

........

çay ve badyan ve ıssı avşıla ve sükkerî şerbet ve ıssı palûde ve südler gelüp nûş olundu. Rûz merre beher yevm bir kerre ale’s-sabâh futûr kim niçe yüz elvan hulviyyât ve sükkerî riclât ve mürabba’at ve sâ’ir ma’âcinât ve reybas ve kebbât ve emlah ve şakakıl ve bevvâ ve vemurabba-ı hıyar-ı şembu ve murabba-ı felic nâm murabbaatlat ve ma’âcinler ve reçeller gelürdü. Vakt-i zuhurda mezkûr sumat-ı kebîr gelürdü ve kable’l-gurûb bir sumat-ı Muhammedî gelirdi kim on günon gicede hân-ı âlîşân Melek
ve Keşan katifesi ve Şam kutnîsi ve pâreler ki asla bir münkeratı-mız ve hokkalar içre gunagun dühniyyât vema’âcin-i hulviyyât ve kavun ve karpuz ve hıyar ve kabak çekirdekleri ve bunun emsâli niçe bin gûne tohum-ı mekûlât ve kalay-ı kumkumalar içre mürekkeb ve arak ve sirke ve şarâb ve neft ve sandaloz ve koyun ve keçi kelleleri ve paçaları tüğleriyle tuzlanmış ve bir arslan kellesi ve bî-hisâb yı-lanve sakankur ve kertenkele ve akrep ve çıyan mürdeleri ve eşek ve at ve katır ve deve ve hınzîr ayakları ve dişleri ve niçe hokkalarda ha­yâtda kara sülük ve çıyan ve
Mecelleden:
Esnâf ı ıspanakcıyân (ve) sebzeciyân:
Dükkân 4000, neferât 500 pîrleri Baba Rütn i Bâğban idüğü bâ­lâda mastûrdur. Bunların büyük kârhâneleri Yemiş İskelesi dibinde sebzehâne i mîrîdir, bir kârhânedir. Sebzehâne ağası, bostancıbaşı tarafından terekecibaşıdır. Ekmekcilere ve sebzevâtcılara dahı hâ­kimdir. (Ve ru’ûs i hümâyûn ile muhteşem başka katibi vardır). Ammâ bu âlâyda kendüsü ekmekcibaşıyla gidüp sebzeciyân esnâfıyla ket-hudâsı gider. Bu sebzeciyân taht ı revânlar üzre dükkânların salata ve mi’de-nivâz ve kerefiz ve kabak, lahana ve hıyar ve patlıcan ile tezyîn idüp halk üzre hıyar ve şalgam atarak ubûr iderler.
........

Maltepe Ve Adalar’dan
Vârid olan envâ ı meyve i ter ve üzüm ve kiraz ve vişne ve bosta-nın kıymetinden olarak beher kuruşda iki para gümrük ve dört para bâyi’iyye ve bir para ihtisâb alınageldiği, vârid olan sebzenin kıyme-tinde olarak beher kuruşda dört para bâyi’iyye ve bir para ihtisâb alındığı.
Tevârüd eden kabak ve hıyar ve havucun beher kabından asmâ-nına nazaran kırk paradan altmış paraya kadar bâyi’iyye ve kıyme-tinden bir para ihtisâb alındığı.
Vürud eden patlıcanın kıymetinden olarak beher kuruşta iki para bâyi’iyye ve bir para ihtisâb alınmakta olduğu. ......
Ve dahi yaş ve kuru fevâkih vesâir mekûlât vesâir üzüm ve incir gibi ve onun emsâli onu onbirakça üzerine satıla. Ve yaş yemiş olsa satalar. Bir defa yaş yemişe narh olunduktan sonra bitirüp çürüdü deyü tekrar gelip narh taleb etmeyeler. Tayin olunan narh üzerine satalar. Tekrar narh vermeyeler. Ve müşteri elinde tura bilinüp tutu­lup eksiği taleb olunan kişinin günahını setr için ben şuna aldım de-diğine itibar olunmaya. Tartıp tahkik olunup eksiği olıcak satanın hakkından geline. Tâzir oluna. Ve yükle yemiş ki hadâyıktan gelir. Bozulma olnaya. Ağzı niçe ise aşağısı dahi öyle ola. Ve kavun ve kar­puz ve hıyar görüle ve bunların emsâli yemiş dahi görüle. Karıştırma olmaya. Ve Pazar yerinden gayri yerde bey’ eylemeyeler. Ve eğer is­tikbâl ederler ise muhtesib tutub siyâset ede. Mecelle 1
Bakara/ -61. “Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mer­cimek ve soğan yetiştirsin” demiştiniz de, “Hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, şüphesiz orada is-tediğiniz vardır” demişti. Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu, Allah’ın ayetlerini inkar et­meleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi; bu, karşı gel­meleri ve taşkınlık yapmalarındandı.”
Eski bir şifalı bitkiler kitabından
(Osmanlıca, 1290 tarihli, isimsiz.)

Hıyar Çeşitleri: Yerli hıyar alâ—Yerli hıyar sagîr

KONJONKTÜREL HIYAR

Malumunuz olduğu gibi konjonktür: 1) Hal ve şartların tayin et-tiği durum 2) Bir memleketin sosyal, iktisadi, siyasi nüfus vb. yapısı-nın bağlı olduğu unsurların tamamı.
Konjonktürel ise konjonktürle ilgili, konjonktüre bağlı anlamları yüklenmektedir.
Taibatıyla bütün canlıların bu kavramları uzaktan yakından kendi yaratılış, cibilliyet ve eğilimine ve tercihine göre münasebetleri söz konusudur. İşe hayvanlardan başlayacak olursak ehlileştirilebilen hayvanların hemen hemen hepsi istisnasız konjönktürel varlıklardır. At, eşek, katır, inek, boğa, it gibi hayvanat insanoğlunun konjönktü­rüne boyun eğmekte çareyi buldukları halde, ayı, kurt, çakal, kaplan ve arslan gibi hayvanat ise özgürlüğünü her türlü değerin üstünde tutarak konjönktürel olmaktan imtina edip bağımsızlığın tadını çı-karmaktadırlar.
Nebatata gelince bazı hayvanların da tercihlerinde görüldüğü gibi coğrafya, mevsim ve hayat şartlarını seçici olmuşlardır. Amma vela-kin hıyar zerzevatına gelince bütün mahlukatın içinde ilk sırayı kim­seye kaptırmayacak kadar konjonktürel bir sebzedir. Hıyar sera maharetini de sonsuza kadar istimal eyleyip biraz toprak biraz da su bulduğu mekanda hemen fışkırıverip çevreye her türlü uyumu sağ-lamakta adeta mahirdir o. O hıyarın dili olup bir de konuşabilse sizi temin ederim o Müslüman ile Müslüman Hıristiyan ile Hıristiyan Ya­hudi ile Yahudi, Ateist ile Ateist, Hümanist ile Hümanist, hatta ko­münistle komünisttir. Sebzecilik yaptığınız mekanda her türlü sebzeleri ekip tarım yaptığınızda veya yapanlarla hasbihalinizde tes-bit edebileceğiniz gibi bütün sebze envaı kendi sınırlarını bilip bütün komşularıyla paylaşabildiği halde hıyarın böyle bir edebi olmayıp bir gecede bile etrafındaki komşularını kapatacak şekilde filizlenip adeta bir sarmaşık gibi sarılır. Geçenlerde yine sarhoş imamlar tekkesinde sohbete dalmışken Bahçıvan Mehmet Efendi Hendek Kazimiye kö­yünde sebzecilikle iştigal ettiğini Biricik Efendi ile beraber tarladan hasat toplarken hıyarların domateslere galebe çalıp onları ifsat et­tiklerini ve domateste üretimin düşük olduğunu üzülerek şu cüm­leyle ifade etmişti.
“Ah ben ne domatesler yetiştirecektim amma velakin şu hıyarlar bir müsaade etse”
Görüldüğü gibi hıyar her yere uyum sağlayıp bütün hayata bila kaydüşşart uyum sağladığı halde sonuçta ferdi menfaatini hep ön planda tutup eninde sonunda ne yapıp edip bir şekilde kesin haki­miyet tesis edip semirtip somurtmaktadır. Evet görünürde hep çev­reye intibak eden hıyar neticede hakimiyetini kotarsa da bir haftalık bile olmayan ömrü için bu kadar fitnenin keenlemyekün olduğu ka-çınılmazdır.
Esas sadede gelecek olursak bugün içinde bulunduğumuz düny­evi ve iktisadi hayvan anlamında insan hemen hemen bütün moral değerlerini yitirip sınırını, hadini, edebini, ahlakını ve haysiyetini rafa kaldırıp seküler olmak, daha seküler olmak, en seküler olabilmek için bütün iktisadi, siyasi ve fiziki güçleri temerküz eyleyip elinde Mu-sa’nın asası gibi taşımayı yeğlemek için idrar teşarşürünü en marji­nal noktasına kadar yaşayıp haz üstüne haz keyif üstüne keyif çatmak için ne gerekiyorsa icra edip ve bütün güç odaklarıyla da pas-laşma vehmedip dareynini mamur içün konjonktür dinine duhuliyet ve icabatı ne gerektiriyorsa her türlü zillete şapka çıkaran mahluku ucubatı harabatı hıyarata ey konjonktürel adamcağız sana soruyo­rum: Eğer Hz. Resulullah Mekke’deki konjonktüre göre hareket et­seydi belki başına hiçbir sıkıntı gelmeyecekti amma bugün yeryüzünde bir tane Müslüman’a tesadüf edilemezdi.
Yine Hz. Kur’an en büyük konjonktürleri ortadan kaldırmadı mı?
Yine Hz. Atatürk konjonktüre göre hareket etseydi bugün Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet söz konusu olamayacaktı. Mustafa Ke-mal’n ben size ölmeyi emrediyorum komutunun dünyadaki bütün konjonktürlerin dibine dinamit koymamış mıdır?
Yine kendi döneminin en büyük konjonktür adamı olan ve Sela­hattin Hocamızın ifadesiyle eş durumundan paşa olan Enver’in ça-baları ancak ve ancak başta kendisini bilahare tarihteki en büyük Türk devletini ifsat etmemiş miydi?
Demek ki konjonktürel olmakla belki zevahiri kurtarmış olup gü­nünüzü gün etmiş gibi kendinizi kandırmış olacaksınız amma bana soracak olursanız ve bu kadar nasihatten de nasibinizi alacak olur-sanız eğer hayat üslubunuza çeki düzen verip doğruya doğru yanlışa yanlış diyemezseniz bir gün gelecek ki çok ama çok geç kalmış ola-caksınız. Belki kendinizi uyanık zannedip dostlarınızla birlikte etra-fınızı ve manevra alanınızı talan edip milli hasıladan onlarca kişinin payını gasp ve tecavüzle birkaç tane fazla kebap telef edip kollestro­lünüzü azdırıp biraz da birikiminizle bina bilahare de rükünattan olan zina icrası eğer ona da yüreğiniz yetmiyorsa biraz din istismar-cısı iseniz mut’a veya onu da yapmanıza cesaretiniz yoksa bol mik­tarda curufiyat mukalkalesiyle nefsi zebununuzu meşgul edip esfelessafilinde ikamet buyurup vakti gelip çatınca “Ah keşke mec­nun olup Arafta ikamet etseydim” diye içerleyeceğinizden haberiniz mutlaka vardır. Ancak hıyarlığa çare yoktur size nasihat de nafile. Encamında belanızı konjonktürünüzde enkaribüzzamanda bulasınız inşallah. Vesselam…

ASKER KAÇAĞI HIYARA

Milli vezaifini yapmamak içun binbir türlü oyun ve tezgah kuran sahte çürük raporu alıp kendisini akıllı zanneden zavallılara atfen kaleme alınan Hasan Onbaşının hikayesini okur okumaz bu dar büt­çemle yüzlerce fotokopi çektirip önüme gelen herkese dağıttım. Bir çok ortamda okuttuğum bu tarihi realitenin verdiği heyecanla in-sanlarımızın hep ağladığına şahit oldum.
Bu yazının daha çok yayılması, bu vesileyle ecdatla evladın daha kolay mukayesesine yardımcı olup silkelenip kendimize gelmemiz açısından hizmete vesile olup hıyarlıklardan içtinap etmemiz ve utan-mamız ümidiyle!...
IĞDIR’LI ONBAŞI HASAN’IN 55 YILLIK MESCİD-İ AKSA NÖBETİ
İlhan Bardakçı’nın Kudüs’te yaşadığı bir hatıra ilginç ve bir o kadar da ibret vericidir
“Osmanlı Kudüs’ten 1917 yılında çekilir.
Şehir yağmalanmasın diye de küçük bir
bölük bırakılır. İşte Hasan Onbaşı o bölük­
tedir. 1972 yılına kadar nöbetini terk etme-
miştir.”
Mevki Kudüs. Mekan Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecile­rin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucize­sinin soluklandığı ilk Kıble’mize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu var-dır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmış-tır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır.Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladı-nız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşır-sınız.
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput,pardesü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dim­dik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalın-tısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam dedim?” dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi.”Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yılardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ du­ruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi gör­mez.”
Kan mı çekti nedir?
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Se­lâmüaleyküm baba.” Dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çi-zilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
-Aleykümüsselâm oğul…
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…
-Kimsin sen, baba? Dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvela biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip,asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir mua­melesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
-Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateş-ler gibi zımbaladı:
-Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım…
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerin­deki başı, öpülesi sancak gibiydi…
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
-Sana bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
-Elbette, dedim, buyur hele…Konuştu:

-Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, bu-rayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki…
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
-Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Ko-mutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nö­betinin başındadır.
Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi” dersin…
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı göz
­
leri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nö­betçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küs-memişti.
YILLAR SONRA
Merhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, TV’de anlattığında zamanın genelkurmay başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister. Bardakçı sonra şunları yazar:
Hasan Onbaşı bizdendi… O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk…
İlhan Bardakçı, doğumu: 22 Şubat 1926 Burhaniye; Vefatı: 28 Şubat 2004 Frankfurt

Kaynak: Zafer Dergisi Sayı: 345

YA ADAM OLURSUN YA DA HIYAR

Hayatta hıyarlık müptelası olmaya niyeti olmayan zevata yaşınız, cinsiyetiniz ve de statünüz ne olursa olsun Ömer Seyfeddin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesini mutlaka tekrar tekrar okuyun ve an­lamaya çalışın tavsiyesinde bulunmak istiyorum. Evet, kendinizin, devletinizin ve de milletinizin onurunu, gururunu kurtarmak istiyorsanız mutlaka “Pembe İncili Kaftan”ı okuyup anlayıp bilahare yaşamaya ve yaşatmaya çalışmalıyız diyorum. Bu hikâyeyi okuyup yaşayan hiçbir Türk’ün yanlış yapma şansları yoktur. Bu hikâyenin başaktörünün Üsküdarlı oluşu ve milletinin onurunu kurtarmak için yegâne serveti olan Üsküdar’daki o güzelim bahçeli evini satıp o pa­rayla “Pembe İncili bir kaftan diktirip bununla İran Şahı’nın ağzının payını vermesi hakikaten uluslar arası münasebetler açısından tarihi bir uygulamalı darb-ı mesel olup, önce incili kaftan üzerinde oturması ve bilahare onu bırakıp gitmesi, ikaz edilip kaftanını unuttun diyen Şah Efendiye de biz üzerine oturduğumuz kaftanı üzerimize almayız demesi takdire şayan olup bu hikâyenin bütün okullarımızda mutlaka okutulması gerektiği kanaatindeyim. Yeri gelmişken Osmanlının son dönemlerinde yetişen kıymetli zevatın çoğunun Askeri ve Baytar mekteplerinden mezun olmuş olmasını da biraz izah ede­cek olursak: 1) Askerlik mesleğinin Türk Milletinin ana rüknü olması şeklinde izahı meşhurdur. 2) Osmanlının son dönemleriyle Cumhu­riyet döneminin önemli simalarının Baytar mekteplerinden mezun olması o dönemlerin kalkınmışlığıyla alakalıdır. Çünkü Veterinerlik mesleği bir bakıma insanların rahat yaşayabilmesi için gerekli olan alt yapı hizmetlerinin başında gelir. Çünkü eğer Baytarlık ciddiye alınmışsa o bölgede veya devlette hayvancılık ciddiye alınıyor de­mektir. Hayvancılığın önemsenmesi demek de hayvan ürünlerinin bol miktarda üretilmesi ve tüketilmesi manasına gelmektedir. Bi­naenaleyh tarımsal ve hayvansal üretim ve tüketimin dengeli olarak icra edildiği söz konusu olan topluluklarda bir anlamda beslenme problemleri olmayacağından ötürü insan sağlığının da mükemmel-leşeceği görülecektir. Bir de bu Baytar okulları sadece hayvan sağlığı üzerinde eğitimle yetinmeyip başka disiplinlerde de ciddi başarılar kaydedip kıymetli insanlar yetiştirmiştir. İşte bu kıymetli insanlar­dan biri Ömer Seyfettin asker kökenli, öbürü de Mehmet Akif Ersoy da baytardır. Ne kadar enteresandır ki Darül Fünun Edebiyat Fakül­tesi değil de Askeri mektepler ve Baytar mektepleri bu değerleri ye-tiştirmiştir. Gerçi bu büyük insanlar yetiştikten sonra edebiyatımızın ortasına oturmuşlardır; ancak onlar birer asker ve diplomalı Veteri­nerdir.
Evet yaşımız, mesleğimiz ve statümüz ne olursa olsun geç kal­madan birer Ömer Seyfeddin külliyatı satın alıp evde çoluk çocuğu-muzla o güzel sevimli ve herkes tarafından anlaşılabilen Türkçe ile kaleme alınan Ömer Seyfeddin’i önce Pembe İncili Kaftanı’ndan, sonra Diyet’inden başlayarak okuyup birazcık kendimize gelelim. Eğer Diyet’i de okuyacak olursanız belki çıktığınız zıvanaya tekrar girer, yırtıldığınız şirazenize tekrar ulanırsınız. Kazara bir fakire bir ekmek parası vermişseniz yıllarca onun türküsünü yakıp hey hem-şerim hani beni hatırlar mısın? Yıllar önce kapımın önünden geç-miştin ya açlıktan ölüyordun. Sana bir doyumluk nimet sunmuştum, eğer onu vermeseydim ölecektin demekten kurtulursun belki. Hal­buki o doyumluk lokma bundan tam elli sene önce yenmiş ve de ab­sorbe olmuştu. Haddi zatında rezzakın Tanrı Teala olup bizlerin birbirimize teşarşür vesilesi olduğumuzu belki hatırlarsın. İşte biz bu değerlerimizi kaybetmeye yüz tutarsak bütün hayatımız alış veriş üzerine inşa edilirse bu işin altından ne alanlar ve ne de verenler çı-kabilir. Hepimiz bu fani dünyada bir kelle ve nefes borusu iki ciğer, iki böbrek, kalp, mide ve bağırsaktan başka bir şey değiliz. Eğer bu çirkin malzemelerimize deri ve derinin üzerine de libaslar giydiril­meseydi inanın biz insandan daha çirkin bir mahluk yeryüzünde ol-mazdı. Yine nefesinizin durduğunu, yemek veya nefes borusuna bir şeyler kaçtığında o azametli havanızın ve endamınızın sona ereceği hiç ama hiç unutmayıp gaflet uykusundan uyanıp başkalarıyla ifsat savaşına gireceğinize herkesin kendisinin aslında sağlıklı bir insan olabilmesi için tam teşekküllü çalışan birer dışkı makinesı olduğu-muzu unutmayalım.
Yine her zaman olduğu gibi manevi desteklerini gördüğüm Ben-degahı Mevleviyye Gökhan el Abdullah Efendi bendenizi arayarak Hayrullah Efendi “İnsannameyi” daha önce hukuki perspektiften in-celediğini ancak, şimdi tekrar tekrar mütalaa ettiğini kendilerinin sü­rekli iyi bir okuyucu olduğunu, bazı kitapların kendisini gülmekten kırdığını, yine bazı kitapların kendilerini ağlattığını, bazı kitapların ona tefekkür yaşattığını, bazılarının da kendilerini kin ve hınç dol-durduğunu, hülasa okuduğu kitapların başlı başına ancak bir işe ya­radığı halde “İnsanname”nin yalnız başına bütün kitaplardaki gizemi, güç ve kudreti yaşattığını ifade ederek şüphesiz ki bütün kutsal me­tinler geldi. Bundan böyle herhangi bir suhuf dahi gelmeyecek amma ben “İnsanname”de manevi bir ihtişam görüyorum. Çünkü “İnsan-name okurken kendimden geçip bazen gülmekten kırılıyorum, bazen ağlıyorum, bazen de entelektüalizmin nirvanasına çıkıyorum deyince hocam öyleyse bu duygularınızı kaleme alıp lütfederseniz kitabımı-zın yeni baskısına ekler basarız dedik. Gökhan Efendi bilahare hocam şu zalim hüssoya neden bir parti kurdurup onun da ağzının payını verdirmedin deyince onu hukukullah çarptı. Bizim kültürümüzde dü-şene vurmazlar. Hem de hak acil davrandı. Hukukullah vurunca işini temiz yapıyor. İnsanlar bu işi pek beceremez. Becerse de eksik kalır. Hem de yüzüne gözüne bulaştırır. Gerçi hüssonun da Taşar gibi parti kurmaya meyli fazlasıyla vardı ama çalap izin vermedi ne yapalım, deyip sohbetimizi nihayetlendirdik.
Vakti zamanında büyük bir sanat adamı olan İsmail Dümbüllü Efendi Anadoluya turneye çıkmıştı.Milletimizin evlatlarına kabiliyet­lerini icra ederken birden kendini bilmeyen bir zavallı sahneye bir hıyar fırlatır. Gayet edepli ve nükteli bir edayla Dümbüllü Efendi hı-yarı önünden kaldırarak oradaki hazıruna göstererek,
“Efendim birisi buraya kimliğini düşürmüş galiba, bu zavallı kimse gelsin alsın” diye serzenişte bulunur.
Geçenlerde tekne kazıntısı biraderim Kavasımat Efendi bir vesi­leyle beytül haremimi ziyaret etmiş “Hıyarname” tetebbuatı mevzu­unda mükaleme eylerken bir taraftan ailemizin en küçük mensubu olan Beyza Hanımın yürüme temrinlerini kutlarken öbür taraftan da azmanlaşmış yeğenimiz Hüdayinin Hısnı Mansura kadem basıp her gün istısnasız hıyar yiyerek rekorlar kitabına girdiğini taaccüple mü­talaa eyledik. Refikam Hayriye Şanzumi bir bayan arkadaşının tütünü terk eylediğinden ötürü dayanamayıp bir çuval hıyar satın alıp onunla kendisini kandırdığını ifade etti. Demek ki hıyar birçok şeye malzeme olabiliyormuş. Kalorisi sıfır sıfır olmasından naşı hem şekerliler tü­ketiyor hem de tütünün yerine ikame ediliyor. Hem iltifat, hem kim­lik, hem de istihzada yani bilumum derde devadır. Hıyar ve hıyargiller pek tabiidir ki en ideal olan rütbenin adam olmak olduğunda kimse­nin bir itirazı olmasa gerektir. Biz birer mahlukat olarak hem adam hem de hıyar olma manevrasına sahip değiliz. Ancak bunlardan bi­risini tercih etme ihtiyarına sahibizdir. İsteyen adam gibi adam olur, bu yolda yapılması gereken ne varsa onu yapar. İsteyen de hıyar ol­makta karar kılar. Demek ki sonuç olarak hıyarda ihtiyar vardır. Her fert kendi ihtiyarına katlanacaktır.
Haddi zatında adam olmakla hıyar olmanın bir de uluslar arası boyutu var ki bununla baş etmek için sizin ve de devletinizin en güçlü olmasından başka çaresi yoktur.
Dün akşam memleketimizin yetiştirdiği büyük devlet adamların-dan Fırat-i Zade İsmail Efendi bendenizi ve bir grup ticaret ehlini Çamlıca Et Lokantası’nda ağırlayıp memleket meselelerinde fikir tea­tisinde bulunulurken İsmail Efendi özetle şu değerlendirmelerde bu­lundu: Uluslar arası sermaye ve onların uzantıları insanların ya köle ya da küskün olması için gayret gösteriyorlar. Yani özellikle Anado-lu’muzun üzerinde bugün kul, köle veya küskün üretilme tezgahı ku-rulmuştur. Eskiden dört köşe olan vatandaşlarımız ya yontularak köşeleri kaybettiriliyor ya da safra gibi küsüp dışarı atılıyorlar. Mu­kalkalemizin nihayetinde eskiden insanlarmış her şeye ve her şarta rağmen haksızlıklar karşısında dik durmayı milli ve manevi bir şah-siyet meselesi olarak kabul edip bütün hayatlarında bu davranış sti­linin bir mihenk taşı olduğunu benimsemişken şimdilerde bütün devlet ve sivil kurumlarında yönetime gelen zevatın hoşlanacağı üs­luba bürünmekte, bukalemunları bile şaşırtacak bir davranış biçi­miyle tamamen karşı karşıyayız. Hazreti Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” düsturu artık antikaolarak bit pazarlarına düştü. Diğer kitabım “İnsanname”de de belirttiğim gibi inançlı bir insan evde müselman,çarşıda pazarda kapitalist ve sol gö-rüşün hakim olduğu bir yerde de çalışıyorsa orada da iştirakiyyun takılıyor. Dünya tarihinde böyle psikolojik bir zulüm ve münafakat görülmemiştir. Neticeten Adam olmak büyük bir mazhariyet; terci­hen olduktan sonra hıyarlık bile şahsiyetsiz olmaktan daha şerefli bir pozisyon olsa gerektir.
Vesselam.

HER MEVSİM HIYAR MISIN

Hey hıyaran hemşerim unutma ki bir bakıma nefislerimiz kalıcı ancak mevsimler gelip geçici olduğu gibi aynı zamanda tekerrür edi­cidir. Kış mevsimi geldi diye bir avuç arpayı, bir tutam samanı kıy-mete bindirip dostlarını azad edersin. Tamam anlaşıldı. Makyavelist bir perspektife göre en doğrusunu yaparsın. Kış elbette bir gün gelip geçecek. Ömrü vefa etmeyenler bahara çıkmayacak. Ancak unutma ki bazı eşeklerin ömrü uzun olur. Vakit gelip çatmadığı takdirde, ne kışın sert şartları ne de açlık onları ortadan kaldıramaz. Bir gün gelir bahar gelir havalar ısınır otlar fışkırır, bereket gelir senin de bir yük hayvanına ihtiyacın olur. Her zamanki gibi hiçte utanmadan ahırdan azat ettiğin o eski hemcinsini arar bulursun. Hatta birileri onu sa-hiplenmişse kavga çıkarır bu boz eşek benimdi. Ben onu daha sı-payken kış dolayısıyla azat etmiştim der. Eğer gücün yeterse o eşeği yeniden sahiplenip isti’mal edersin. Ama hiç utanmazsın. Çünkü bu ahval senin gerçek kimliğin ve gerçek yüzündür. Özetle sen o kadar alçak, şerefsiz, adi bir mahluksun ki senin her geçtiğin yerden biten otlar eyvah bir münafık geliyor beni çiğneyecek diye endişelenirken geçtiğin yollar bizar görüştüğün ins ve cin tedirgin ve seni gören hay­vanat müteessir. Sen öyle bir hıyarsın ki dünyada ve hatta kainatta ne kadar fikir ve inanç yelpazesi varsa hepsine mensupsun. Seni ta-nıyınca düalizmi bile itikadi açıdan münasip bir akaide şekeri olarak görmemek na mümkün. Sen kainatın menfaat lobileriyle hemhal olurken hassaten müslümanım dersin. Amma bu zaviyeden de bir ta­raftan milliyetçileri hoplatırsın, bir taraftan tarikatçıları hoplatırsın. Tarikatın sorulduğunda da hıyariyenin bütün kollarına mensup ol-duğunu ve hepsinin benden sorulduğunu ima edersin. Cemaatlere gelince girmediğin mahfil yoktur. Hepsiyle çok iyisin. Hangisine so­rulsa bizdendir derler. Nemalanmadığın kaynak, dibine işemediğin duvar kalmadı. Altında zıbarmadığın söğüt kalmadı. Arkadaş, ger­çekten sen kimsin? Sende kendini bildiğin ve tesettür ettiğin gibi bir hıyarsın. Hıyarın ömrü bir haftadır. Ancak ömrünü uzatmak için sa­lamura olup birkaç yıl uzatma gayretlerine rağmen sen sadece ve sa­dece bir hıyarsın. Hıyarın hıyar olmaktan başka bir özelliği yoktur. Hıyar kainatın neresinde nerede, nasıl, ne zaman ve hangi makama hizmet ederse etsin hıyar hıyardır. Özel bir hıyara rastlanılmadığı gibi hıyara özel bir payeye rastlanılmamıştır. Yalnız hıyarın hakkını ye­meye hakkımız yoktur. Hıyar eskiden sadece ve sadece yaz mevsim­lerinde bir görünüp kaybolurken şimdilerde seracılık ve hormon sa­yesinde senenin her mevsiminde ve her gününde ve de gecesinde bol miktarda üretilip dünya insanına din, dil, ırk ve cinsiyet gözetmeksi­zin her zaman ve her mekanda varlığını sürdürüp kendisinden bah­settirip mutlaka bir kesin rükün olma özelliğini sürdürmektedir. Hıyar Yahudiler başta olmak şartıyla ki kutsal Kur’anda geçtiği gibi Yahudilerin dünyalık isterken servetle birlikte ilk arzularından biri de HIYARDIR. Bilahare Hıristiyanların vaftiz törenleri dahil bütün sof-ralarından eksik olmaz. Hele hele bizim Müslümanlara gelince Hz. Muhammedin hadisine de malzeme olmayı bir şekilde başarmış ol-masına rağmen tesciliyeti yoktur.
Cumhuriyet dönemine gelince de bir taraftan dincilerin, solcula-rın, sağcıların sofrasından ayrılmamış olan hıyar hele hele çilingir sofralarının ana rüknüdür. Müskirat içerken ciğerleriniz yanarken hart diye bir Çengelköy hıyarı dişlerseniz içiniz açılır. Bu da çok güzel bir tespit amma Nakşilerin, Kadirilerin, Bektaşilerin, Melamilerin, dürzülerin, Şiilerin ve bilumum İslami zenginliklerin ve çeşitlerin sof-ralarına misafir olursanız göreceğiniz en önemli rükün dünyevi olsun uhrevi olsun askeri olsun ve hatta bürokratik olsun her mensubiye­tin her dem hıyarı hart diye dişleyip kütür kütür yemeleridir. Halbuki benim tespitlerime göre bazı nimetlerin bazı aidiyetlerinin olduğu en azından bir mevsime ait oldukları şeklindedir. Mesela benim bildiğim şerefli haysiyetli bir meyve vardır ki bunun adı yeni dünyadır. Bütün meyveler baharda çiçeğini açıp meyvesini olgunlaştırdığı halde; özgün şerefli aykırı sıra dışı bir meyve olarak yeni dünya bütün kai-natın ve bütün mevsimlerin inadına o çiçeğini sonbaharın soğuk günlerinde açıp meyvesini kışın pişirip baharın serin ilk günlerine hazırlayıp insanlığın hizmetine sunmaktadır. Demek ki bir meyve bile isteyince bütün meyvelerden farklı olarak inadına ve bütün ilklim şartlarının zorluklarına rağmen hey efendiler bakın işte ben de varım diyebiliyor. Ama ya sen hıyar çok kolaycı ve çok politiksin. Geçen­lerde tapındıktan sonra Kavaklı İskele Mescidi’nin bahçesindeki ye­nidünya ağacının serencamını ve çiçeklerini Çalap dostu Galip Boztoprak’a gösterip anlattığımda bayağı heyecanlanıp yenidünyanın çiçeklerini koklayarak bu kadar güzel kokuya Asitanede vasıl olma-dım demişti. Ben de içimden pek tabiidir ki O yenidünya ağacı onun davası ve iddiası var. O kocaman ve zalim bir mevsim olan kışa karşı cihat açmış meyvesini oluşturmak için yola koyulmuştu. Bu vesileyle kendi köyümün camisinin bahçesine diktiğim yenidünya ağacının da kocaman bir ağaç olduğunu ve çevredeki canlıların ondan istifade ettiğini de öğrendiğimde bayağı bahtiyar olmuştum. Bence Müslü-manım diyebilen bir neferin yenidünya ağacı gibi iddialı olması ge­rekir. Çünkü o çok şerefli ve mübarek bir ağaçtır. Bu vesileyle hıyar yetiştirmek isteyenlere de bir tavsiyem var. Hıyar her yerde ve her şartta yetişir. İki çekirdek dikip dibine işediğiniz her hıyar tohumu bir ay sonra size her türlü ve her marka ve çapta hıyar verecektir. Fakat gül ağacının ve onun gibi şerefli bitkilerin dibine kesinlikle işenmez. Eğer böyle bir yanlış yapacak olursanız bu bitki küser ve kurur. Size gelince ankaribüzzemanda çarpılırsınız ha!
Hepsi bitki ve nebatat amma velakin gül nire, lale nire, yenidünya nire, hıyar ve hıyaroğlu hıyar nire. Bunların hepsini herkes bilir amma söylemeye makatları tutmaz. Hele hele kalem sürtmeye kim­senin gözü kesmez.
Şimdi taktir sizin. İster hıyar olup bütün kainatı seyreder ve her sofraya harcıalem olur bütün bağırsakları şişirir girer çıkarsınız, ister yenidünya ağacı gibi idealist olursunuz ya da Gül ve lale gibi Resu-lullahı, Tanrı Tealayı remzeder şeref ve haysiyet sahibi olursunuz.
Bu vesileyle başta kırıkhıyar, hırhınnik hıyar bir zamanların zayıf-i nizar olup, bilahare semirten hıyarına ve cümle münafık ve finnik hıyaratına ihtarımdır ki aranıza ebucehili ve araform piç medeniye­tin temsilcisi Abelül çüş gibi malzemelerinizi alıp planlarınızı reor­ganize edip durmayın. Her hıyar durup durduğu yerde dursun. Yoksa her hıyarı ayrı bir sarhoşa meze yapacağımızı ve akıbetlerinin Anüs ziyafeti olacağını unutmasınlar.
Hey moloz hıyar öyle mabeyn arasından kendini önce setredip sonra strese girip tekrar endam eyleme. Biliyorum her kış mevsi­minde olduğu gibi uzaklaşır ve yine her bahar gelince utanmadan sı-kılmadan haya etmeden sanki 50 senelik günahsız, hatasız, kusursuz bir dostmuşçasına karşıma dikilme. Biliyoruz ihtiyaca binaen bu kış çok sert ve uzun sürecek amma bu gelecek olan bahar bir daha bit­meyecek. Sakın ha baharda kesinlikle karşıma çıkma! Bizden söyle­mesi.