Mizan, terazi, ölçü aleti, tartı, ağırlık, ölçme ayarı, mikyas, hesapta aritmetikle bir işlemin doğru olduğunu anlatmak için yapılan ikinci işlem, sağlama, akıl, idrak, muhakeme, adalet, eşitlik hissi, ahirette günah ve savapların iyilik ve kötülüklerin ölçüleceği terazi, manevi ölçü aleti, ticari hesaplamada bütün işlemlerin gösterildiği cetvel.
Felsefenin konusu olarak delillere dayanarak düşünme usulleriyle ilgili kolu mizanülharre: Termometre,
Yevmülmizan: Yevm, mizan günü,
Mizana: Üç direkli yelkenlilerde arka direk(gemilerde)
Kontra mizana: Dört direkli yelkenli gemilerin en arka direği
Mizanpaj: Baskı işlerinde sayfa düzenlemesi, sayfa düzeni; dergi mizampajı
Mizansen: Bir tiyatro eserini sahneye koyma işi, bir hali bir şeyi olduğundan başka göstermek için başvurulan düzen gibi anlamlarını sıraladıktan sonra mizan’ın sosyoloji ilminde düzen (Order) anlamında kullanıldığını ifade ederek değerlendirmemizi tamamlamaya çalışacağız. Eğer bir toplumda veya bunu daha şumullü değerlendirecek olursak dünya bilahare bütün kâinata uyarlayacak olursak parça ve bütün ilişkisini de göz önünde bulundurup Hz. Ali’nin meşhur fark + cem= Tevhit formülü muvahecesinde de değerlendirebiliriz. Canlılarda hücreden bütüne, cansızlarda da, atomla müştemilatının ilişkisinden kâinata kadar bir beyin jimnastiği yapabiliriz. Nasıl ki herhangi bir zerrenin, “Hayır ben görevimi yerine getirmiyorum, bu koca sistemi protesto ediyorum” dediğinde büyük patlamalarla kıyamet kopabilecekse, bütün canlıların nebatatın ve insanların sosyal, iktisadi ve hukuki problemleri düzen yani mizan çerçevesinde oturtulmadıkça, düzen birilerinin lehine geliştikçe, birilerinin de aleyhine bozulur. İşte o zaman felaket başlamış demektir.
Atomdaki enerjinin ne kadar muazzam bir kudreti temsil ettiği çekirdeğin parçalanması halinde ortaya çıkmaktadır. “Atomların parçalanmasında kütlenin korunma prensibi” ele alındığı zaman, reaksiyona katılan çekirdek kütleleri toplamının sabit kalmayıp, bir miktar kütlenin yok olduğu görülmüştür. Bu yok olan kütlenin Einstein’in ortaya attığı kütle-enerji eşdeğerliliği prensibiyle enerjiye dönüştüğü anlaşılmıştır.
Bize mutlak mekân ve mutlak zaman kavramlarını terk ettiren Einstein’in izafiyet teorisine göre madde yoğunlaşmış ve hususi yapıya sahip bir enerjidir. Şimdiye kadar maddenin tek karakteristiği olarak kabul edilen kitle, enerjinin bir özelliğidir. Bu cismani enerji alışverişİ, enerji paketleriyle yani kuantumlarıyla olur. Başka bir ifadeyle izafiyet ve Kuantum teorileri, modern fizikte enerji ile madde arasındaki farkları kaldırmıştır. Maddenin maddelikten çıkıp enerjiye dönüşmesi kesin olarak ispat edilmiştir. Binaenaleyh Prof. Dr. Recep DOKSAT’tan naklederek meseleye tıbbi bir misal verecek olursak fazlaca alınan vitaminlerin bazen vücudun ihtiyacı olan diğer vitaminlere dönüşebildiği şeklindedir. Bir atom çekirdeği hacim itibariyle içindeki neredeyse fark edilemeyecek kadar küçük bir yer kaplamasına rağmen atomun hemen hemen bütün kütlesi burada toplanmıştır. Bir proton ve bir elektrondan meydana gelen bir hidrojen atomunda kütlenin %99,94 ünden daha fazla bir kısmının çekirdekte bulunduğunu hesaplayabiliriz.
Şu halde bize maddi varlıklar halinde görünen cisimler ve vücutlar aslında birer boşluk âlemden ibarettir. Kâinatta en bol ve en basit madde bir proton ve bir elektrondan oluşan hidrojen atomu olduğu için kâinatın dev büyüklükte olan tek bir atomun parçalanmasından oluştuğu öne sürülmektedir.
Kâinatın maddesi birdir. Aynı maddeden yaratılan parçacıkların değişik oranlarda bir araya gelmesiyle değişik elementler ortaya çıkmaktadır. Elementlerin de muhtelif şekillerde birleşmesiyle moleküller, moleküller üzerinde ise etrafımızdaki alem ve içindeki canlı cansız sayılamayacak kadar çok ve değişik varlıklar inşa edilir tespitini “ Demkurt hocamız”dan aldıktan sonra işi tekrar sosyolojik zemine oturtmaya gayret edeceğiz. Bu çetrefilli oluşum neticesinde insanoğlunun da deruhte ettiği elementlerle doğadaki elementlerin müsavi olduğunu yani insanın minyatür bir kâinat olduğunu bu söz konusu elementlerden birinin fazla veya eksik olmasının çeşitli hastalıklara vesile olduğu aslında tıbbi tedavi denilen şeyinde bu dengeyi sağlamaktan başka bir şey olmadığını belirtmek isterim.
Nasıl ki yeryüzünden nebatatı sildiğimizde çeşitli doğa afetleri olarak bize yansıyorsa hayvan türlerinin de birbirini kontrol etmesi mizanın bozulmaması için gerektiği gibi insanların yaşama beslenme, özgürlük, seyahat, ilim ticaret, yönetim, tarım gibi faaliyetlerde önce ferdi sonra milli menfaatlerini mizan mi’yarı ile paylaşabilseler dünya cennete dönüşür. Aksi takdirde emperyalizmin sacayağı olan kapitalist anlayış ve bana göre “sekülerleşmenin” son aşaması olan “Makyavelizm’e” göre her şeye ve herkese hakim olabilmek için yapılacak her şeyin mübah olması terbiye edilmemiş nefislerin sonsuz hakimiyet ve sahip olabilme iç güdüsü sizi yeryüzünde yaşamaya çalışan bütün canlı cansız varlıkların haklarını gasp etmeye yöneltebilir. Bir hadiste “İki vadi dolusu altını olan bir kişi üçüncü vadiyi de doldurmak için can hıraş gayret eder” şeklindedir.
Orhan Türkdoğan hocamıza göre fert-toplum dengesi eski bir kültür kodunun yansımasıdır. Günümüz deyimiyle bir tarih mirası olan fert toplum dengesi, ne kapitalizme ne de sosyalizme açık değildir. Türklerin İslamiyeti kabulünden sonra da fert toplum dengesini temsil eden tarihi miras İslamiyet karşısında çok yumuşak (İslamiyet’e çok uygun)bir kültür unsurunu teşkil etmiş ve kolaylıkla sistemle bütünleşmiştir. İslamiyet “Narh koyanlar sizden değildir” görüşüyle ticari hayata bir ferdi özgürlük hakkı serveti sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olarak kabul etmekle de bu özgürlüğü sınırlandırmak suretiyle toplumun hakkını teslim etmiştir.
Bu sebeple Osmanlı toplum yapısı, eski Türk kültür ve değerler sistemiyle İslami ilkeler bir kaynak noktasını teşkil etmiştir. Ancak Osmanlı düzeninde fert-toplum dengesi ağırlığı toplum kefesine koymak suretiyle bozulmuştur. Ticareti cihat ve ibadet kabul eden dürüst bir tüccarı da cennette peygamberler, sıddıklar ve şehitler grubundan sayan İslami değerler geri plana itilmiş bu husustaki imtiyazlar yabancı uyruklu kimselere verilmiş tüccar, sosyal itibari bulunmayan bir kimse olarak geri plana itilmiştir. Ticaretin Türklerden çıkarak yabancıların eline geçmesi, Osmanlı sınırları dışında meydana gelen ticari Merkantilizmin büyümesine ve dal budak salmasına yol açmıştır. Bilahare Kapitülasyonlar ve coğrafyanın büyüklüğü nedeniyle hububatın nakde çevrilememesi, eşkıya faktörü ve neticeten sanayileşme nimetinden yoksun kalıp dünya arenasında devre dışı kalmak. Görüldüğü gibi bu serencam neticesinde gelinen noktanın ben ve biz şuurunun paralelliğini kaybedip bizim tevhid sonucuna gitmemize engel olması şeklinde algılanması kanaatindeyim.
Bugünkü devlet yapımızda bile kuvvetler ayrılığı prensibi aynı boşluğu doldurmamaya yöneliktir. Devletimizin birbirinden önemli yasama yürütme ve yargı gibi birbirini tamamlayan unsurları farklı işlevlere yarasalar bile sonuçta devlet organizasyonunda birleşerek tevhid anlayışını ispatlamaktadırlar. Parça ve bütün misalinde olduğu gibi peygamberimiz bize sürekli “Hediyeleşmemizi” tavsiye ederek insanoğlunun içindeki fitne ve fesat eğilimini ortadan kaldırmaya yönelik değilmidir. Bu disiplin bütün kâinat canlı ve cansız her varlık için gereklidir.
Eğer bir yerde huzur, refah ve düzen yoksa bilinmelidir ki orada mutlaka bu anarşiyi doğran ve varlığın hayat akışını bozan ters bir eylem söz konusudur. Yeri gelmişken dün Üsküdar’da Sarhoş İmamlar Tekkesi’ne Necabettin Albayımla Emin Gürses hocamı görmeye gitmiştim. Bu vesile ile Ekşizade Rasim el Turani beyle karşılaştım. Cerideci İlker Bey ve hazirunun huzurunda postnişin Tabanzade Osman Efendinin hizbine rey vermeyen Sarhoş imamları kovduğunu söyleyerek söze başlayarak dün gece bir televizyon programında Yörüklerle ilgili bir program izlediğini benim de Yörüklerle ilgili araştırmalarım olduğundan dolayı can kulağıyla dinleyerek zaman zaman da müdahale ederek güzel tespitlerde bulunduk.
Programda dağda yaşayan Yörüklerin hanımlarının hayvanlarından sütü sağdıktan sonra yoğurt, peynir, çökelek, ayran vs. yaparken kediye, köpeğe hakları verildikten sonra taşlara süt koyup uzak mesafelere doğru giden teyzeye,“Teyze bu sütü nereye götürüyorsun?” Diye sorulunca, şunları söylüyor: “Evladım bu da yılanların hakkı uzağa bırakıp geliyorum, yılanlar süt kokusunu alınca hemen gelip sütleri içip gidiyorlar, sonra ben de gidip boş taslarımı alıp geliyorum”. Demek ki yörüğün sütünde misafirin kedinin köpeğin hakkı olduğu gibi o yörede yaşayan yılanların da hakkı varmış. Peki, bu sütü yılanlara vermeyince ne oluyor biliyor musunuz? Yılanlar geceleyin hayvanlara saldırıp zorla sütünü emiyorlar ve hayvanlar korktuğundan ötürü ya sütü kesiliyor ya da mücadele edip kendisini savunduğu için yılan tarafından ısırılıyor, ya da hayvanı ve sütünü zehirliyor.
Peki, bu günkü uygulamamız gibi bütün yılanları zehirli tarım ilaçlarıyla öldürelim dersek ne olur? O zaman fareler dünyayı istila eder. Yılanın havanın ve bazı tarımsal ürünlerin zehirini aldığını biliyor muydunuz? Yani eğer bu dünyada ağzımızın tadıyla yaşayalım diyorsak fareler de olacak, yılanlar da olacak. Sivrisineklerin yazın bizi canımızdan nasıl bezdirdiğini herkes bilir. Ancak sivrisineklerin akrepleri nasıl kontrol altında tutulduğunu biliyor musunuz? Anadolu da rüzgârlı günlerde genellikle sivrisinekler uçamadığı için akrepler rahat dolaşırlar diğer günlerde ise sivrisinekler akreplerin kıskaçlarında bulunan o tatlı sıvıyı içmek için onları mahvı perişan ederler.
Demek ki yüce Çalap hiçbir varlığı boşuna yaratmamıştır. Eğer düzenli huzurlu bir dünyada yaşamak istiyorsak her varlık asgari müştereklerde birbirine katlanacak ve birbirlerinin hakkına tecavüz etmeden kendi hakkını temin için namuslu ve ölçülü bir mizan dairesi içinde manevrasına devam edecektir. Yine Yörüklerden sohbet koyulaşırken kıllı çadırlardan bahsedilmişti. Bende size kıllı çadırın hikmetlerini Yörük beyi Fethiyeli Ramazan Kıvrak’tan nakledeyim: “Kıllı çadır keçi kılından eğrilerek yapılır. Bu çadırlar kışın çok sıcak, yazın da serin olurlar. Bu çadırlara yılan ve akrep keçi kılından gıcık olduğundan mütevellit rahatsız olur kesinlikle gelmezmiş”. Demekki her şeyin bir görevi varmış bize düşen araştırıp tespit edip bunları insanoğlunun huzur ve refahı için kullanabilmektedir hikmet.
Daha önceki yazılarımdan birinde Kıbrıs yaban eşeklerinin bile susuz kaldıklarında vukuat işlediklerini belirtmiştim. Bir de eskiden evler genellikle topraktan veya kargir olduğundan her evde bol miktarda fare bulunduğundan tedbir olarak her evin mutlaka kedisi olurdu. Annemin babasının da bol miktarda kitapları vardı (Eski yazı). Fareler bunlara müptela olmuş kemiriyorlardı. Rahmetli dedem çeşitli müsait kaplarda bu farelere su koyduktan sonra bu farelerin hiç birisinin kitapları kemirmediğine hepimiz müşahade etmiştik.
Yüce Çalap da kutsal metninde biz kullara hitaben (Rahman 7.8.9.) “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) o koydu ki mizanda taşmayın(Dengeyi bozmayın), Tartıyı adaletle doğru tutun da ölçü de(mizan da) eksiklik yapmayın!” buyurduktan sonra söyleyecek hiçbir şeyi bulmak mümkün değil.
Ancak mizan kelimesi çok şumullü olup aklınıza gelebilecek her şeyi kapsama kabiliyetine ve kudretine sahip olan kucaklayan içine alan kavrayan bir büyüklükte olduğundan kimsenin şüphesi yok olmasına yok amma, mizan basit anlatımla “Klasik bir terazi anlamında” kullanılır ki, tartı işlemi yapılırken de ortasındaki iple tutularak tartma faaliyeti yapılmaktadır. Bu faaliyet esnasında ne tartılan metaın nede bu terazinin hiçbir suçu ve kabahati söz konusu olmazken, bu tartıyı gerçekleştiren kişinin tutduğu ip var ya, “işte o ip puştun elindeyse” yapılacak ilk ve önemli işin bu kişinin azledilerek adil insanların istihdam edilmesidir.
Deve bile hiçbir zaman sahibinin kendisini dövdüğü alete yani sopaya kin ve buğz beslemez eğer fırsatını bulursa bir çölde gece sahibi uyurken sessizce gidip üzerine oturup çökerek ölmesini sağlar. Biz de taşeronlarla uğraşma alışkanlığımızdan vazgeçip ipin ucu kimin elindeyse onu ıslah etmeye çalışmalıyız. İple uğraşmayıp mizanı doğru tutmalıyız.
Bütün canlılar dünya nimetleriyle beslenerek belli bir zaman dilimini ihya ettikten sonra ölürler. Dünya kelimesi dişi bir karaktere sahip olup doğurgan ve şefkatle besleyen serüveninden sonra süresi dolan varlıkları adeta bir dönüşüm gibi tekrar bağrına basarak absorbe eder. Demek ki en büyük ve en anlamlısı mizan ölüm hadisesiymiş unutmayalım!
Mizan bozulunca yazımı büyük bir hüzünle tamamlarken birden aklıma gençliğim ve o yıllarda da mizanın henüz bozulmamış olduğunu hatırladım. Evet, genç bir teoloji talebesiydim. Genellikle de hepimiz gurebadan olsak da aramızda tek tük de olsa farklı öğrenciler yok değildi.
İşte bunlardan biri de rahmetli Malatya müftüsünün Mevlüt Rahmizade Abdurrahman Sezgin’in mahdumu Osman Sezgin Efendi idi. Hakikaten o hepimizden farklı, giyiminden, kuşamından, hitabetinden ve gerekse çok yakışıklı olmasından mütevellit göz dolduruyor ve aynı zamanda da aykırı bir tip olduğundan dolayı istikbal vaat ediyordu. Bilahare Türkiyemizin en zor hocalarından Recep Doksat beyden uzmanlaşmıştı. Sırasıyla Marmara ve Darülfünunda ihtisaslarını tamamlayıp bir taraftan üniversitedeki hizmetlerini sürdürürken bir taraftan da sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarına devam etmiştir. Vakıf başkanlığı, dergi, makale, kitap ve özel eğitim kurumu olan Kalem Okullarını yönetmiş, kısa zamanda birçok başarıya imza atmıştır. Maalesef bizim camiada eğer başarısız olmuşsanız her türlü istihzaya maruz kaldığınız gibi, eğer başarılı olursanız da yine herkes hasedinden ötürü size cephe alır.
Ben Osman Efendiyi tam otuz yıldan beri tanıyan takip eden (ancak hiçbir alışverişimizin de olmadığını belirtmekte fayda olduğu kanaatindeyim) objektif bir değerlendirmeci olarak onun için şunları söyleyebilirim. Çağımızda herkesin sıfır rizikolu olduğu bir dönemde o riske girdiği için bol miktarda düşmanı olduğu gibi dostları da olan zeki, çalışkan, becerikli, eşini, işini, aşını, dostunu, düşmanını çok iyi bilen, gözünü budaktan esirgemeyen idealist bir vatan evladıdır. Aynı zamanda bir sanat adamıdır. Geçenlerde kendisini rüyamda Nakşî şeyhi M. Said Efendiyle beraber Türk sanat müziği icra ederken görmüş, heyecanlanmış ve hemen aramıştım. Osman Efendi bir kültür adamı olarak dünyevi ve uhrevi faaliyetlerini bir sanat gibi düzenleyip özetle ona hayat usulubunu giydirmişti. Özetle o güzel bir insandı. Bir yıl önce Altunizade Kültür Merkezi’nde Serap Mutlu Akbulut hanımefendinin konserinden sonra müzik hakkında verdikleri konferans başta Serap hanımefendiyi ve bütün hazirunu nirvanaya çıkarmış, hepimizi mestetmişti. Bu vesileyle kendilerine başarı dileklerimle henüz mizan bozulmadan önce rahmetli babaları Malatya müftüsüyken yaşadığı bir olayı bize nakletmişti. Ben de makalemi bu hikâyeyle sonuçlandırıp değerlendirmeyi okuyucularıma bırakıyorum.
Vakti zamanında Hamit Fendoğlu adında bir Türk büyüğü Malatya’nın eşrafından idi. Kıymetli refikaları Hamid Efendi'ye “Efendi komşu muz Ahmet Efendi refikalarına kaçak ipek çok kıymetli bir fistan almış, aynısından bana da alır mısın?” diye istekte bulunmuş.
Hamido da hemen Ahmet Efendi’yi yanına çağırıp geldiğinde eşine aldığı o kıymetli ipek elbiseyi de beraberinde getirmesini emretmişti. Ahmet Efendi hemen emri yerine getirmiş doğru Hamido’nun yanına gitmişti. Hamido o zamanın şartlarına göre sobalı bir evde oturuyordu. Hamido Ahmet Efendiye o pahalı elbiseyi hemen yanmakta olan sobaya atmasını emretmiş ve Ahmet Efendiye de bu elbiseyi kaç liraya aldın demiş. O da fiyatını söyleyince tam iki katını ona ödemişti. Ahmet Efendi bu olup biten olayı bir türlü anlamakta zorluk çekerken rahmetli Hamido ona dönerek bak hemşehrim sen zenginsin bu elbiseyi alabilmişsin ben de varlıklıyım ben de refikama aynısından alabilirim. Ancak diğer insanların eşleri de aynı elbiseden almak isteyecekler kocaları bu isteklerini yerine getiremeyeceği için fitne, fesat, huzursuzluk, çekememezlik tohumları ekilmiş olacak, Türk ailesi bundan yara alacaktır. Sosyal düzen bozulacaktır. Onun için bütün toplumun aynı normlara ve hayat şartlarına uyması ve biribirimize fark atma yarışında olmamamız gerektiğini tavsiye etmişti. Bu vesileyle Hamido’nun Osman Efendinin Kivresi olduğunu da öğrenmiş olduk. Ayrıca Hamido’nun rahmetli dedemle de dostlukları meşhurdur. Neticeten diyoruz ki eğer sosyal münasebetlerde dikkatli olsaydı kesinlikle mizan bozulmayacaktı.
Vesselam.