26 Temmuz 2010 Pazartesi

İNSANNAME - ARKA KAPAK

Yine çocukluğumda o dönemin ilkel metotlarla ve hiç uyuşturulmadan berberler tarafından sünnet olduğum, zurnamın yanlış ve fazla kesilmesi ve iyi sarılamamasından ötürü aşırı kan kaybını ve çektiğim ızdırabı hiç unutamıyorum. Pek tabiidir ki sünnet olabilmek bir masraf gerektiren, kivre tutmak ve yemekli tören yapmak gerektirdiğinden ötürü gureba da bir türlü bu şartları yerine getiremediğinden dolayı köyde yapılan hazır sünnet düğünü varsa fırsattan istifade sünnet olurlardı. Bu vesileyle köyümüzde ben altı yaşında sünnet olurken onsekizlik delikanlıların da köy meydanında nasıl sünnet olduklarını, çektikleri fiziki ve psikolojik ızdıraba şahit olmuşumdur.

Evimizde her türlü mekulat, meşrubat ve bol miktarda hayvansal besinler olmasın rağmen öğretmelerimiz bize zorla Amerikan yardımı olan süt tozundan yapılan sütü her gün içirirlerdi. Evimiz deki o güzelim keçi sütlerini bile içmezken sopa zoruyla iğrenerek içmek zorunda bırakıldığım o süt tozundan dolayı bir ömür süt içmekten nefret etmişimdir.

Bizim şark kültüründe bu işler hep böyledir. Büyükler haklı olsun, haksız olsun her şeyinize sosyal hayatınıza tahsilinize evliliğinize kısaca aklınıza gelebilecek her şeyinize maydanoz olurlar.

Mehtap içeri birazcık olsun aydınlatıyordu. Bir süre sonra evin sahibi baba yüksek sesle Salavat getirmeye başlamıştı ve bilahare yorgan yarım metre kadar yükselerek ileri geri gidip gelmekteydi. Ben bu maruz kaldığım olaylardan da şu sonuca varmıştım. “Benim milletimin evlatları savaşırken, dövüşürken, tarlada çalışırken, ibadet yaparken olduğu gibi sevişirken de Salavat getirerek, “Ey Muhammed! Şu anda icra-i faaliyet yapıyor ve senin ümmetin olacak bir zatın temelini atıyoruz sadedinden haberin olsun ha! Diyerek Salavat getiriyorlardı” diyorum. Yoksa olmayan aklımı yitirir işin içinden bir türlü çıkamazdım.

Kazım Paşa köşk malikânesinde Müzekki’ye ikram edilen mükellef köfte sofrası onu zıvanadan çıkarmıştı. Her hafta yediği beş kişilik köfte ve zerzevatı onu Asithane'ye döndüğünde mide fesatına uğratıyor, biraz iyileşip öbür hafta kaldığı yerden tekrar devam ettiriyordu. Sezeni Ruha-i Efendi de haklı olarak: “Yahu evladım siz buna ne yediriyorsunuz ki, her dönüşünde ağır hastalanıyor.”

SONSÖZ (AHİR-İ MERAM)

İpsizrecepzade Savtul Muazzam müderris Emin Efendi’nin tavassutu ile Eşeknamemizi neşretmiştik. (Üçüncü Harname Eşek Kitabı) Eşek sahipsiz gariban, insanoğluna hizmetten başka hiçbir endişesi olmayan yegâne mahlûk. Onun için eşeği çalışırken işimizi titiz yapmamıza rağmen fazla bir sıkıntı yaşamadım dersem beni hoşgörün. Eşek yazarken yanlış veya eksik bir cümlenizden dolayı bir yaptırıma uğramanız söz konusu değildir. Ama İnsanname'yi yazarken tav’an ve kerhen büyük bir stres yaşadık.

Şüphesiz ki insan çok zalim ve de cahil. İnsan’ın cahili bir problem, eğitimlisi daha çok problemdir. İnsan’ın mantalitesine göre, onu sürekli taltif edeceksiniz. Ama hak etsin hak etmesin onu sürekli öveceksiniz, onu sürekli uçuracaksınız. Onu fiziki değil metafizik bir hüviyet kazandırarak gizem vererek sıra dışı ve olağanüstü iltifatlarla tezyin etmeniz hep beklenir. İnsanoğlunun iğne ucu kadar menfaatinin ihmal edildiği ortam onun için en çekilmez ve de dayanılmaz bir değerlendirmedir.

Ey insanoğlu insan! Kalemi elime ürpererek alıyorum. Senin hak etmediklerini yazmak diye bir mecburiyetimin olmadığını lütfen hatırla. Ben içtimaiyatçıyım. Vazifem sadece ve sadece durum tespitinden başka bir şey değil unutma. Yaptıklarına iyi veya kötü deme hakkını kendimde bulmuyorum. Çünkü bu ihtisaslaşma arenasında durum tespitinden sonra yorumu ahlakçıya terk ediyorum.

Evet, kendimizi, çevremizi, gördüklerimizi ve yaşadıklarımızı bütün eksiklerimize rağmen hiç yazamamaktansa yazabildiklerimizi kaleme alarak yerli ve milli bir üslupla bir bakıma bu coğrafyamızın, Anadolumuzun sosyolojisini farklı bir yöntemle yapmaya çalıştık. Kim ne derse desin bu çalışma ciddi bir sosyolojik ve sosyolojist tespiti deruhte etmektedir. Pek tabiidir ki bu çalışma şimdiye kadar yaptıklarımdan tamamen farklı olacak. Şimdiye kadar tamamen akademik şablon söz konusuydu. Yani hepsini Müderris Musa Efendi’nin keyfine göre yazma mecburiyeti vardı. Artık bu mecburiyet ortadan kalktıktan sonra Müderris İpsizrecepzade Emin Efendi ile yaptığımız fikir teatisinden sonra Avrupa’da ilim adamları filozoflaştıktan sonra artık dipnot kullanmazlarmış diyerek bundan böyle dipnot kullanmaya asla ve kat’a yanaşmayacağım. Her halde ben gökten inmedim. Dünyada eğitildim. Ancak aldığım bilgileri kendi süzgecimden geçirerek sunmaya çalışacağım ki zaten bu üsluba da Deneme denilmektedir. Örneğin su her yerde sudur. Fakat herkes suyu kendi farklı kabına koyarak ona istediği şekli verir.

Saniyen bila kayd-ü şart, Kırk yıl hizmet ettiği ideolojisinden Hançer-i Rüstem tadan, Türkiye’nin en büyük ceridesinde, bizi Dede’lik makamına taşıyan ve bu naçiz çalışmamız esnasında her fasikül yazılır yazılmaz onun hemen çıktısını alarak büyük bir heyecan ve aşkla asrın en büyük organizasyonuna getirip önce Sezen-i Ruhai hazretlerine ve bilahare oradaki zevatı kirama dağıtmayı milli ve de ilmi bir vezaif olarak telakki ettiğinden dolayı Cerideci Muazzam, Mücessem Dehşel-ül Vahşet İlker Alpkaya Et Tarsusi Bey’e hizmetlerinden ötürü minnettarlığımı arz ederim.

Üsküdar Yalı Akademisi’nde Başöğretmen Yrd. Doç. Dr. Zeki Palabıyık Beye dedim ki; “Kitabımın önsözünde senden, son sözünde de Prof. Dr. Emin Gürses’ten bahsediyorum.” O da cevaben “Eğer bir kitabın başında da sonunda da bir Rizeli varsa o kitap semavi bir kitap sayılır”. Zeki bey ilahiyatçı olduğundan naşi, bu değerlendirmenin sorumluluğunu ona atfediyoruz. Yoksa öyle bir zehaba kapılmış değiliz.

Biz bu çalışmamızda baştan sona kadar müteselsilen tecrübelerimizi sıralamaktan aciz olduğumuzdan; hayatı kesit kesit vermeyi bir yöntem olarak seçtik. Ancak bazı zevatın kurtlar vadisi dizisinde olduğu gibi bu sanal değerlendirmeleri kendinden menkul bulup bulmamaları, hele hele ruberu tepki gösterme riskine bile girmeyi 00 rizikolu karakterlerine mütenasip görmeyip kiralık müderris ve insan kullanmaları ve bu tezgâhlara gelenleri Çalab hemen değerlendirsin derken Hayrullah ŞANZUMİ olarak bütün hayat savaşında sürekli muharib piyade olmayı tercih ettiğini, hiçbir zaman yardımcı sınıfa mensubiyeti içine sindiremediğini ifade etmek isterim. Vesselam.

EŞEKLİK FASLI HAKİKAMIZ

İnsanoğlunun tarihten günümüze kadar birçok eşeklik yaptığı vakidir. Ancak bu eşeklik faslını sınıflandıracak olursak;

1) Ferdi gayretlerle ve tercihan elde edilen eşeklikler: Bu eşeklik türü diğer eşekliklere göre rahmet sayılır çünkü bu insanlar eşekliklerini doya doya yaşadıkları halde ancak yakın çevrelerine zarar verdikleri için bunları eşeklere olan insani muhabbetlerimizden dolayı hoş görmek mümkündür.

2) İdeolojik ve siyasi eşeklik: Bu madde altında temerkuz eden eşeklikler dünyamızın kuruluşundan bu güne kadar haksız yere birçok savaşlar istilalar soykırım sömürüye sahne olmasına, dünya savaşlarının yaşanmasına, kendi ideoloji ve siyasi emellerinin gerçekleşmesi için her türlü ednalığa sebep olduklarından ötürü ne tarih ne insanlık nede yüce Tanrı onları affetmeyecektir.

3) İtikadi eşeklik: Bu başlık tamamen yüce Çalab'a mütealik olup insanların ona olan bağlılıklarında tercih ettikleri din veya bu inancın üslubu, yöntemi, yolu ve yordamı ile ilgilidir. Yeryüzünde birçok inançlar olduğu gibi hâlihazırda İslam dininin ve onun türevleri veya anlayış biçimleri olan mezhepler de söz konusudur. Bizim ülkemizde genellikle ehlisünnet ağırlıklı mezhepler söz konusuyken; dünya coğrafyasına açıldıkça birçok mezheple karşılaşacağımız gibi bunların marjinalleriyle de karşılaşmak mümkündür. Halen yaşayıp yaşamadığını ancak sağlam kaynaklardan dipnotlu aldığımız Hımariye yani Arapça (Eşekiyye) adındaki mezhep ve bunun gibi anlayışlar tamamen galat yani marjinal olup insanlığın itikadi karakterlerini bulandırma ve bozmayı kendilerine şiar edindiklerinden ötürü bu tür eşekliklerin de insanlık için büyük bir tehlike arzettiği realitesiyle birlikte onların da yüce Tanrının gazabından kurtulamayacakları kanaatindeyim. Özetle hımariye mezhebinden tenakul edecek olursak:

HİMARİYE: Bunlar Asker Mukrem’in mutezilelerinden bir topluluktur. Onlar Kaderiyye’nin muhtelif fırkalarının bid’atlerinden bir takım özel sapıklıkları seçmişlerdir. İbn Habıt’tan ruhların bedenler ve kalıplara tenasühü görüşünü almışlardır. Abbad b. Süleyman ed-Damri’den Allah’ın kendilerini maymunlar ve domuzlar haline çevirdiği, çevirme işinden önce insan oldukları ve çevirme işinden sonra küfre inandıkları görüşünü aldılar. Ca’db. Dirhem’den Halid Abdillah el-Kasriyy’in hediyesi olan şu görüşü aldılar. “Bilgiyi gerektiren tüme varım (Deduction-Nazar) sonucunda doğan bilgi, faili bulunmayan bir fiil olur.”

Bundan sonra onlar, şarabın Yüce Allah’ın fiili olmadığını; onun ancak şarapçının işi olduğunu; çünkü Yüce Allah’ın günah sebebi olan şeyi yapamayacağını ileri sürmüşlerdir.

İddia ettiklerine göre insan, bir takım hayvan cinslerini yaratabilir. Söz gelişi insan, bir et parçasını yere gömdüğü veya güneşe bıraktığı zaman kurtlanır. Bu kurtların insanın yaratığı olduğunu ileri sürmüştür. Aynı şekilde tuğlaların altında saman içinde görünen akreplerin de tuğlalar ve samanı bir araya toplayan kimsenin yaratığı olduğunu iddia etmişlerdir.

Bunlar, yılanları haşaratı ve zehirli hayvanları Şeytan’ın yaratıkları olarak gören Mecusilerden daha kötüdür. Bu bakımdan onları Ümmet’in fırkaları arasında sayan kimse Mecusileri de Ümmet’in fırkalarından sayan kimse gibidir.

Not: Bunlar aynı zamanda eşeğe taptıkları için bunlara Arapça Himariyye (Eşekiyye) fırkası denilmiştir. Tabiidir ki Eşeğe tapmalarının çeşitli sebepleri olsa gerektir.

--- Ebu Mansur Abdulkadir et Bağdadi, Mezhepler arasındaki Farklar (Trc. E.Ruhi Fığlalı), Ankara 1991

Binaenaleyh Keskin müderris Emin Efendinin özel ricasıyla Eşek kitabının mütala mekanlarından biri olan Bostancıdaki Honda tamirhanesini de çalışmamıza dâhil ediyoruz.

Hurdavi hazretleri dergâhı postnişini Reiszade Ağanın Hüseyin Efendi, sept günleri, eşek cemaatine bol miktarda hamsi ziyafeti çekerek Tanrıdan himar cenneti dilerdi.

Dergâhın iti şavi abdo (Gürcüce, Karabaşlı Alman) da bu arada eşeklik yapan müridana ve hasseten milli ceride muharriri Dr. Lütfi Efendiye çok huylanırdı. Eşek mekânı’nın kıdemli muvazzaflarından şehirli Behiç Efendi de Rizeli olmanın avantajlarını kullanan eski halk fırkası gençlik kolları reisi olması hasebiyle dünyasını imar için bir taraftan da iştirakiyye icra ederken, bir taraftan da Tanrının gönlünü hoşnut edebilmek için gece gündüz demeden tapınır dururdu. Kendi ifadesiyle Müslüman, komünist senteziyle dareynini mamur kılarken bu meyanda Eşek muhabbetlerini de kesinlikle kaçırmazdı.

Bu eşek tekkesinin bazı fırıldak müridanından bahsedecek olursak:

Ahırcı Ömer: Eşekleri paslı kaşağısıyla tımar etmeden önce istimal etmeyi tabii bir hak olarak görüyordu. Eşek muhibbi Dava vekili Ali Efendinin mazideki himariye muhabbetleri çok sıcak geçiyor ve toplantılarımıza ayrı bir renk ve ahenk katarken Kethüda Hacı geceleyin gizlice bütün kancık eşekleri sağıp, kımız eyledikten sonra pazarlamak için Bayat-ı Şam ellerine firar eyleyüp kendisinden bir daha haber alınamamıştır.

Konjüktür Ali Efendi’de sık sık tebdil-i mekân ile takdim-i tebliği berheva ediyordu.

Yörükan taifesinden müderris-i müteyakkuz Salih Efendi de tüm vukuata ırak bir mesafeden şimşek hızıyla müdahil oluyordu.

Önceleri eşek kitabına girmekten imtina eden zevat-ı kiram; bu mübarek kitaba girebilmek için eşeklik yarışına tutuldular. Çünkü bu milli faaliyetten sonra ben kendimi artık milletimin fahri eşeği olarak hissediyorum. Bu hizmet benim için bir nevi iftihar vesilesi olmuştur.

Hakkârili Ayhan Efendi; Bütün maaşıyla çerez alır. Tekkenin eşeklerine zevkle yedirirdi. İşsiz kaldığında bile bu hizmetini aksatmazdı.

Yine eşek tekkesinin İngiliz tipi müslümanı şen ve şakrak erkişisi Sami Efendi de gerçekten kayda değer orijinal bir zattı. İstanbul’un neresinden kebap kokusu gelse onu orada görmemek mümkün değildi. O adeta bütün eşekleri tanır, hiç incitmeden ve hatta onlara zevk verdirerek İngiltere’den getirttiği altın kaşağısıyla tımar ederdi. Zaman zaman çevresindekilere Osmanlı döneminde mürted bir müderris olduğunu ve 28 Şubat günü cinler tarafından çarpıldığını anlatıyordu. Herkesten pul toplayıp büyük bir külliyat oluşturduğunu öğrendik. Kendisine evladım haramla iştigal etme, tevbe istiğfar et, bu işten vazgeç dediysek de bize kulak asmadığı gibi kendisini bir daha da eşek tekkesinde gören olmadı. Tek dileğimiz bu zatın bu alışkanlığından vazgeçip Tanrının onu çarpmasına fırsat vermemesidir, Âmin.

Yine sıra dışı arkadaşlarımızdan olan; Eşek tekmesine maruz kalan Mikrop Şevki’nin tedavisi halen sürmektedir. Bu isabetli tekmenin kendisine yaramasını vatana ve millete hayırlara vesile olmasını diliyor, bundan sonraki Himaroloji çalışmalarında daha dikkatli olmasını tavsiye ediyoruz. Atalar sözünde “bir musibet bin nasihatten üstündür” der.

Ayrıca kendilerinden bahsedemediğimiz himar zihniyetli ideologlar üzülmesin; onları da eşek tekkesinin kayıtdışı ekonomisi olarak düşündüğümüzü mutlaka bir gün mükâfatlandırılacaklarını ve onların birer isimsiz eşekoloji kahramanı olduklarını unutmasınlar. Binler selam

ÇEMENDAR: Eşek demektir.

Hayrullah Şanzumi yeni evlenmiştir. Çemenzar durağında oturuyordu. Minübüs şoförleri halka kötü muamele ettiklerinden dolayı Hayrullah Bey durağa gelmeden sesleniyor çemendar, inecek var diyor. Şoförler de peki ağabey diye cevap verip indiriyorlar.

Not: Durağın adı: Çemenzar yani çayır çimenlik anlamına geliyor. Çemendar ise çayır çimenle ilgilenen anlamında eşek manasına geliyor. Tabi şoför bu inceliği bilemez. Hayrullah böylece rahatlama hakkını kullanıyordu.

Not: Bursalı Melami Dervişi Ethem Gider Efendi 1966 yılında Eczacı Memduh Cumhur hocamıza anlatıyorlar. Memduh beyde Üsküdar’da ki eczanesinde 10.12.2006’da bize rivayet ettiler. “Eşeğe baktığınızda pek tabiidir ki eşek görürsünüz. Ama bir eşeğin resmini ayaklarını havaya gelecek şekilde negatifinden izlerseniz Arapça Allah yazdığını görürsünüz. Eşeğin kuyruğunu Elif, ayaklarını iki Lam, başını da He olarak görürsünüz” Tabii bu misal eşeğe benzeyen bütün hayvanat için geçerlidir.

KLASİK MEDRESE FIKRASI

Ben şecere-i Kabire’nin zillinde nevm-i gaflette iken, şimendifer Efendim firare kadem basmış tesadüfünüz vuku buldu mu? (Ben büyük bir ağacın gölgesinde gaflet uykusundayken Şimendifer Efendim “Eşeğim” kaybolmuş gördünüz mü?)

Eşek deve kervanının başına bağlandığından vagonların önünde giden tren lokomotifini çağrıştırdığı için Anadolu’da eşeğe şimendifer de denildiği tespit edilmiştir.

Ali Rıza Efendi 1970 yıllarında medresede Arapça okurken memleketi olan Bolunun Kıbrısçığına eşekle gider, yorulur. Eşeğini büyük bir çınar ağacına bağlar. Ağacın gölgesinde uyuya kalır. Uyandığında bir de ne görsün eşeği kaybolmuştur. Karşılaştığı köylülere hava atmak için medrese aksanıyla yukarıdaki cümleyle eşeğini sorar. Köylüler de bunu küfür ediyor zannederek sopalarla mükellef bir şekilde darb ettiklerini vakti zamanında Vip Turizmin otobüsüyle Sakarbaba şehr-i azimine avdet ederken devrin ulemasından Reis-ül Müderrisin Ekümenik, Seyyah Musa Efendiye anlatırken kulak misafiri olmuştum. Aramızdaki bütün adavete rağmen kendisine geçmiş olsun diyor, İnşallah ders olur da bundan böyle kimseye bir daha hava atmaz temennisinde bulunuyoruz. Bu meyanda tekkenin istihkakat muvazzafı Yılmazizade Mehmet Efendi’nin hizmetleri de kayda değerdir. O zaman zaman arpa ve saman hukukunu savundukça hazirunun zıvanadan çıktığını görmemek mümkün değildir.

Yine geçenlerde evden çıkıp Üsküdar’a doğru yol alırken; Bizim Apartman görevlisi Sami Akın bey yolumu kesmiş hocam herkesi yazıyorsun ama beni ihmal ediyorsun deyince ben de kendisine peki sen Anadolu çocuğusun mutlaka eşek veya eşeklikle ilgili bir hatıran vardır. Birisini anlat da senin de gönlünü görmüş olalım dediğimde Sami kitaba girmiş olmanın verdiği zevkten dört köşe olmuştu. Hocam binlerce hatıram var amma en önemlisini anlatayım dedi. Ben de ayakta not almaya başladım. Sami Efendi Kütahya, Simav Karakoca köyünde ikamet ederken bir gece karanlık ahıra girip eşeğini yemlemeye çalışırken aniden karakaçan Sami’nin alnına bir çifte koyuyor. Sami baygınlık geçiyor bilahare tedavi edilerek sağlına kavuşuyor. Amma Sami’nin alnında hala eşek nalının darbe izinin verdiği bir çukurluk ve dikiş izleri durmaktadır. Ben yıllarca Sami ile konuştuğum halde üzülmemesi için alnındaki bu büyük darbe izini hiç sormamıştım. Bu vesile ile Sami’nin alnındaki yaranın bir eşeğin çiftesinin işi olduğunu öğrenmeye öğrenmiştik amma pekte ikna olmamıştım. Çünkü bu işlem sanki yemleme işine benzemiyormuş endişesini uyandırmıştı. Binaenaleyh eşeğe ve bütün hayvanata ağzının tarafının olduğu yönde yemleme işlemi yapılır. Arkadan yapılmaz. Neyse biz Sami beye geçmiş olsun dileklerimizle hayatının bundan sonraki faslında daha dikkatli olmasını tavsiye ediyoruz.

Özellikle bu makalemde sonuçlandırmam gerektiğine inandığım bir tesbitim de şudur: Kuzenim ve dayım defalarca mebus olmuştu. Adamcağızlar vatana, millete ve ne de bir gurebaya hizmete vesile olmadıkları gibi bir de fazladan onlara hürmet etmemizi bizden bekliyorlardı. Bunu tabii bir hakları olarak telakki ettiklerinden naşi kahroluyorlardı. Erenlerden birisi Temmuz günü bir ağaç diker. Sulama için de su bulamayınca bir taraftan köküne teşarşür ederken öbür taraftan da ektiği fidana nasihatte bulunarak der ki: “Ya ağaç! Sıkı dur. Çünkü görüp göreceğin rahmet budur.” Binaenaleyh bizimkilerin faslı baharı tükenmiş olup artık kış mevsimi başlamıştır. Bize sakın ha gelin biz akrabayız helalleşelim deme gafletinde bulunmayın. Aksi takdirde Selahattin Efendi’nin erik ağacından yapılan vernikli zurnasını ensenizde öttürürüm. Vesselam.

YA EYYÜHE’L-VÜLEDAÜ’L-HASSA

Köroğlu'nun dediği gibi “Delikli demir icat edildi mertlik bozuldu” ifadesi eskiden mertlik ve yiğitliğin kaba kuvvet ve geleneksel kültüre göre belirlendiğini ancak sanayi devrimiyle delikli demirden maksadın namlulu ve çok namlulu silahların icat edilmesiyle klasik ve geleneksel güç ve değerlerin hiç biri anlam ifade etmediği vurgulanmak istenmektedir.

Eskiden ordular karşı karşıya gelip en yiğit ve en cengâver olanlar er meydanında kıran kırana birbirine girip kılıç kalkan sopa, bilek gücü ve taşlarla savaşıp sonunda galip gelen tarafa eyvallah denilirdi. Sanayi devriminin icatlarıyla barut bilahare her türlü modern aletler sayesinde beyin gücü ve hanımların o narin parmaklarıyla bir tuşa basıp bölgeyi yerile yeksan edebiliyorsunuz. Bu hengâmede insanoğlunun barınma, beslenme ve hayatlarını idame ettirme üslupları da tarihten günümüze kadar alışılagelen homojen yapısını yitirmiştir. Herkes vay nefsim deyip modern hayatın gülümseyen ancak gerçekten çok münafık olan yüzünün tılsımına kapılarak bir taraftan köylerden kasaba ve ya şehirlerimize ve hatta bir imkânını bulanlar uluslararası hicretler gerçekleştirerek rızıklarını aramaya ve fırsat buldukça sınıf atlamaya azmü, cezmü kastetmişlerdir.

Gerçekten kabiliyetli olup şansı yaver gidenler bir nebzecikte olsa hedeflerine vasıl olmalarına rağmen geride kalan veya bölünen aile problemleri ve başıboş kalan çocukların içler acıtıcı akıbetleri meydanda. Bunların beraberinde getirdikleri dramların hepsinin altında sanayi devrimi ve bu nimetin ne milletimiz ve nede devletimiz tarafından vaktinde yakalanamayıp hizmetimize sunulamaması velhasıl ona ayak uyduramama veya bizim olmayan sanayiye ayak uyduralım derken ortaya çıkan arazlar ve sonuçları.

Eskiden sınıf atlama problemi yokken herkes hakkına razı olup herhangi bir yarış söz konusu olmadığı için farklı bir hayat tarzı da yoktu. Herkes yeknesak olduğundan ötürü bir huzursuzluk da mevzu bahis değildi.

İşte Hayrullah Şanzumi olarak Necip hocamızın dediği gibi ben ailemin Hz. Âdem’den beri ilk tahsil gören evladıyım misalinde olduğu gibi köyden kasabaya oradan şehre gelerek tam yarım asırlık yılmadan verdiğim hayat mücadelemin hülasasını fazla isimlere gark olmadan analizler şeklinde vermeye çalıştım. Bütün olayları üç defa elekten geçirip eneyip deneyip hukuka ve ahlaka uygun bir hüviyete büründürdükten sonra kimi zaman sanal kimi zaman mahlas metodlarını kullanarak milletimin mazlum ve mağdur evlatlarının çilesini, ızdırabını ve içinde bulunduğu çıkmaz sokaklarıyla vermeye çalıştık. Bunu yaparken ne kimseyi hedef almak ve nede kimseyi hırpalamak niyetinde olmadığımızı kesinlikle itiraf etmek istiyorum.

Hiçbir kişi isim ve soy ismi ve özellikleri ve adresiyle verilmemiş ancak örnek alınması gereken kıymetli Türk büyüklerinin açık isimleri verilmiştir ki onlardan istifade edilmesinin sağlanması ve göz ardı edilmesin diye. Hayat hikâyemizde olumsuzluklarıyla verilen isimler tamamen sanal olup bu tiplemelerin tiksinti yarattığı ve sosyal hayatımızın akışını bozduklarını ve insanlarımızı rencide ettikleri gerçeğini ortaya serdim. Onlardan ve yaptırımlarından içtinap edilmesini sağlayıp milletimizin ve hatta insanlığın başta ruh sağlığını kontrol etme hizmetleri esas alındığından dolayı çalışmamız hep mizah içerikli tatlı ve akıcı bir üslubu yaşatmayı yeğlemiştir.

Hal böyleyken içimizden bazı zevat yahu bu tipleme beni anlatıyor hem ismi de benimkine benziyor diye kudurmayı bir vazife telakki ediyorsa ben bu isimleri seçerken herhalde Avrupai isimler kullanacak değildim. Buradaki isimler de sizinle örtüşebilir veya çağrıştırabilir. Ancak soy isim iş, mekân, adres olmadıktan sonra böyle bir zehaba kapılmanızı doğrusu anlamış değilim. Ha eğer yaptığımız benzetmeler size benziyorsa ve bu özellikler gerçekten sizi ve çevrenizi rahatsız edici nitelikleri yansıtıyorsa işte bu yazılar güzel bir vesile olsun. Hiç olmazsa bundan sonraki kalan ömrünüzde kendinize bir çeki düzen verip insanlığa hayırlı bir vatandaş olun. Biz muharrirler de bu vesileyle hayırlı bir işe vesile olmuş olmaktan haz ve mutluluk duyalım.

Bu giriş faslından sonra başımdan geçen olayların köyden kente gelip hayat mücadelesi verince arkamdan ne kudret ve nede eğitimli bir ailemin mevcut olmayışı ve hayatımın her basamağından çelmelere maruz kaldığımı söylemeliyim. Sonuçta belli bir yere kadar geldiğimi ancak bu yılların benden çok şey aldığını ve geriye doğru dürüst bir değerin kalmadığını belirtir, her nefis muhasebesi yaptığımda acaba bu mücadeleyi vermem gerekiyor muydu? Buna mecbur muydum? Ne kazandım ne kaybettim muhakemesi beni bedbaht ediyor dersem yadırgamayın.

Başta evlatlarıma sonra bütün vatan evladına seslenerek diyorum ki benim ve benim gibi bu tür mücadelelere maruz kalanlar savaştaki ön cephede yerini alan neferler gibidir. Onların hepsi şehit olurlar ki geride kalanlar kahraman gazi olsunlar, vatan da bağımsızlığına kavuşsun. Ben ve benim gibiler de bu kadar hayat mücadelemizle ancak bir altyapı mesabesinden öteye gidemedik. Fakat sizler kadir bilip bunun üzerini ikmal ederseniz hem siz kısa zamanda muvaffak olup hedeflerinize kavuştuğunuz gibi bizim de bu kadar mücadelemizin akamete uğramasına engel olacaksınız demektir.

Neticeten bizler ilk kuşak olarak sizlere bazı imkânları sunmak için elimizden gelen bütün gayretlerimizle çalışmalarımızı tamamladık. Artık bundan sonraki iş size kalmıştır. Her Türk çocuğu sadece sahip olduğu imkanlarını değerlendirebilirse maksat hâsıl olacaktır. Yoksa kimsenin sizden bir keramet beklediği vaki değildir. Bütün say ü gayretimiz yüce Çalab’ın “sizi aranızdaki beyinsizler yüzünden mahv ü perişan ederim” tehdidine maruz kalmamamız için gösterilen çırpınışlardan başka bir şey olamaz. Vesselam.

MİZAN BOZULUNCA

Mizan, terazi, ölçü aleti, tartı, ağırlık, ölçme ayarı, mikyas, hesapta aritmetikle bir işlemin doğru olduğunu anlatmak için yapılan ikinci işlem, sağlama, akıl, idrak, muhakeme, adalet, eşitlik hissi, ahirette günah ve savapların iyilik ve kötülüklerin ölçüleceği terazi, manevi ölçü aleti, ticari hesaplamada bütün işlemlerin gösterildiği cetvel.

Felsefenin konusu olarak delillere dayanarak düşünme usulleriyle ilgili kolu mizanülharre: Termometre,

Yevmülmizan: Yevm, mizan günü,

Mizana: Üç direkli yelkenlilerde arka direk(gemilerde)

Kontra mizana: Dört direkli yelkenli gemilerin en arka direği

Mizanpaj: Baskı işlerinde sayfa düzenlemesi, sayfa düzeni; dergi mizampajı

Mizansen: Bir tiyatro eserini sahneye koyma işi, bir hali bir şeyi olduğundan başka göstermek için başvurulan düzen gibi anlamlarını sıraladıktan sonra mizan’ın sosyoloji ilminde düzen (Order) anlamında kullanıldığını ifade ederek değerlendirmemizi tamamlamaya çalışacağız. Eğer bir toplumda veya bunu daha şumullü değerlendirecek olursak dünya bilahare bütün kâinata uyarlayacak olursak parça ve bütün ilişkisini de göz önünde bulundurup Hz. Ali’nin meşhur fark + cem= Tevhit formülü muvahecesinde de değerlendirebiliriz. Canlılarda hücreden bütüne, cansızlarda da, atomla müştemilatının ilişkisinden kâinata kadar bir beyin jimnastiği yapabiliriz. Nasıl ki herhangi bir zerrenin, “Hayır ben görevimi yerine getirmiyorum, bu koca sistemi protesto ediyorum” dediğinde büyük patlamalarla kıyamet kopabilecekse, bütün canlıların nebatatın ve insanların sosyal, iktisadi ve hukuki problemleri düzen yani mizan çerçevesinde oturtulmadıkça, düzen birilerinin lehine geliştikçe, birilerinin de aleyhine bozulur. İşte o zaman felaket başlamış demektir.

Atomdaki enerjinin ne kadar muazzam bir kudreti temsil ettiği çekirdeğin parçalanması halinde ortaya çıkmaktadır. “Atomların parçalanmasında kütlenin korunma prensibi” ele alındığı zaman, reaksiyona katılan çekirdek kütleleri toplamının sabit kalmayıp, bir miktar kütlenin yok olduğu görülmüştür. Bu yok olan kütlenin Einstein’in ortaya attığı kütle-enerji eşdeğerliliği prensibiyle enerjiye dönüştüğü anlaşılmıştır.

Bize mutlak mekân ve mutlak zaman kavramlarını terk ettiren Einstein’in izafiyet teorisine göre madde yoğunlaşmış ve hususi yapıya sahip bir enerjidir. Şimdiye kadar maddenin tek karakteristiği olarak kabul edilen kitle, enerjinin bir özelliğidir. Bu cismani enerji alışverişİ, enerji paketleriyle yani kuantumlarıyla olur. Başka bir ifadeyle izafiyet ve Kuantum teorileri, modern fizikte enerji ile madde arasındaki farkları kaldırmıştır. Maddenin maddelikten çıkıp enerjiye dönüşmesi kesin olarak ispat edilmiştir. Binaenaleyh Prof. Dr. Recep DOKSAT’tan naklederek meseleye tıbbi bir misal verecek olursak fazlaca alınan vitaminlerin bazen vücudun ihtiyacı olan diğer vitaminlere dönüşebildiği şeklindedir. Bir atom çekirdeği hacim itibariyle içindeki neredeyse fark edilemeyecek kadar küçük bir yer kaplamasına rağmen atomun hemen hemen bütün kütlesi burada toplanmıştır. Bir proton ve bir elektrondan meydana gelen bir hidrojen atomunda kütlenin %99,94 ünden daha fazla bir kısmının çekirdekte bulunduğunu hesaplayabiliriz.

Şu halde bize maddi varlıklar halinde görünen cisimler ve vücutlar aslında birer boşluk âlemden ibarettir. Kâinatta en bol ve en basit madde bir proton ve bir elektrondan oluşan hidrojen atomu olduğu için kâinatın dev büyüklükte olan tek bir atomun parçalanmasından oluştuğu öne sürülmektedir.

Kâinatın maddesi birdir. Aynı maddeden yaratılan parçacıkların değişik oranlarda bir araya gelmesiyle değişik elementler ortaya çıkmaktadır. Elementlerin de muhtelif şekillerde birleşmesiyle moleküller, moleküller üzerinde ise etrafımızdaki alem ve içindeki canlı cansız sayılamayacak kadar çok ve değişik varlıklar inşa edilir tespitini “ Demkurt hocamız”dan aldıktan sonra işi tekrar sosyolojik zemine oturtmaya gayret edeceğiz. Bu çetrefilli oluşum neticesinde insanoğlunun da deruhte ettiği elementlerle doğadaki elementlerin müsavi olduğunu yani insanın minyatür bir kâinat olduğunu bu söz konusu elementlerden birinin fazla veya eksik olmasının çeşitli hastalıklara vesile olduğu aslında tıbbi tedavi denilen şeyinde bu dengeyi sağlamaktan başka bir şey olmadığını belirtmek isterim.

Nasıl ki yeryüzünden nebatatı sildiğimizde çeşitli doğa afetleri olarak bize yansıyorsa hayvan türlerinin de birbirini kontrol etmesi mizanın bozulmaması için gerektiği gibi insanların yaşama beslenme, özgürlük, seyahat, ilim ticaret, yönetim, tarım gibi faaliyetlerde önce ferdi sonra milli menfaatlerini mizan mi’yarı ile paylaşabilseler dünya cennete dönüşür. Aksi takdirde emperyalizmin sacayağı olan kapitalist anlayış ve bana göre “sekülerleşmenin” son aşaması olan “Makyavelizm’e” göre her şeye ve herkese hakim olabilmek için yapılacak her şeyin mübah olması terbiye edilmemiş nefislerin sonsuz hakimiyet ve sahip olabilme iç güdüsü sizi yeryüzünde yaşamaya çalışan bütün canlı cansız varlıkların haklarını gasp etmeye yöneltebilir. Bir hadiste “İki vadi dolusu altını olan bir kişi üçüncü vadiyi de doldurmak için can hıraş gayret eder” şeklindedir.

Orhan Türkdoğan hocamıza göre fert-toplum dengesi eski bir kültür kodunun yansımasıdır. Günümüz deyimiyle bir tarih mirası olan fert toplum dengesi, ne kapitalizme ne de sosyalizme açık değildir. Türklerin İslamiyeti kabulünden sonra da fert toplum dengesini temsil eden tarihi miras İslamiyet karşısında çok yumuşak (İslamiyet’e çok uygun)bir kültür unsurunu teşkil etmiş ve kolaylıkla sistemle bütünleşmiştir. İslamiyet “Narh koyanlar sizden değildir” görüşüyle ticari hayata bir ferdi özgürlük hakkı serveti sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olarak kabul etmekle de bu özgürlüğü sınırlandırmak suretiyle toplumun hakkını teslim etmiştir.

Bu sebeple Osmanlı toplum yapısı, eski Türk kültür ve değerler sistemiyle İslami ilkeler bir kaynak noktasını teşkil etmiştir. Ancak Osmanlı düzeninde fert-toplum dengesi ağırlığı toplum kefesine koymak suretiyle bozulmuştur. Ticareti cihat ve ibadet kabul eden dürüst bir tüccarı da cennette peygamberler, sıddıklar ve şehitler grubundan sayan İslami değerler geri plana itilmiş bu husustaki imtiyazlar yabancı uyruklu kimselere verilmiş tüccar, sosyal itibari bulunmayan bir kimse olarak geri plana itilmiştir. Ticaretin Türklerden çıkarak yabancıların eline geçmesi, Osmanlı sınırları dışında meydana gelen ticari Merkantilizmin büyümesine ve dal budak salmasına yol açmıştır. Bilahare Kapitülasyonlar ve coğrafyanın büyüklüğü nedeniyle hububatın nakde çevrilememesi, eşkıya faktörü ve neticeten sanayileşme nimetinden yoksun kalıp dünya arenasında devre dışı kalmak. Görüldüğü gibi bu serencam neticesinde gelinen noktanın ben ve biz şuurunun paralelliğini kaybedip bizim tevhid sonucuna gitmemize engel olması şeklinde algılanması kanaatindeyim.

Bugünkü devlet yapımızda bile kuvvetler ayrılığı prensibi aynı boşluğu doldurmamaya yöneliktir. Devletimizin birbirinden önemli yasama yürütme ve yargı gibi birbirini tamamlayan unsurları farklı işlevlere yarasalar bile sonuçta devlet organizasyonunda birleşerek tevhid anlayışını ispatlamaktadırlar. Parça ve bütün misalinde olduğu gibi peygamberimiz bize sürekli “Hediyeleşmemizi” tavsiye ederek insanoğlunun içindeki fitne ve fesat eğilimini ortadan kaldırmaya yönelik değilmidir. Bu disiplin bütün kâinat canlı ve cansız her varlık için gereklidir.

Eğer bir yerde huzur, refah ve düzen yoksa bilinmelidir ki orada mutlaka bu anarşiyi doğran ve varlığın hayat akışını bozan ters bir eylem söz konusudur. Yeri gelmişken dün Üsküdar’da Sarhoş İmamlar Tekkesi’ne Necabettin Albayımla Emin Gürses hocamı görmeye gitmiştim. Bu vesile ile Ekşizade Rasim el Turani beyle karşılaştım. Cerideci İlker Bey ve hazirunun huzurunda postnişin Tabanzade Osman Efendinin hizbine rey vermeyen Sarhoş imamları kovduğunu söyleyerek söze başlayarak dün gece bir televizyon programında Yörüklerle ilgili bir program izlediğini benim de Yörüklerle ilgili araştırmalarım olduğundan dolayı can kulağıyla dinleyerek zaman zaman da müdahale ederek güzel tespitlerde bulunduk.

Programda dağda yaşayan Yörüklerin hanımlarının hayvanlarından sütü sağdıktan sonra yoğurt, peynir, çökelek, ayran vs. yaparken kediye, köpeğe hakları verildikten sonra taşlara süt koyup uzak mesafelere doğru giden teyzeye,“Teyze bu sütü nereye götürüyorsun?” Diye sorulunca, şunları söylüyor: “Evladım bu da yılanların hakkı uzağa bırakıp geliyorum, yılanlar süt kokusunu alınca hemen gelip sütleri içip gidiyorlar, sonra ben de gidip boş taslarımı alıp geliyorum”. Demek ki yörüğün sütünde misafirin kedinin köpeğin hakkı olduğu gibi o yörede yaşayan yılanların da hakkı varmış. Peki, bu sütü yılanlara vermeyince ne oluyor biliyor musunuz? Yılanlar geceleyin hayvanlara saldırıp zorla sütünü emiyorlar ve hayvanlar korktuğundan ötürü ya sütü kesiliyor ya da mücadele edip kendisini savunduğu için yılan tarafından ısırılıyor, ya da hayvanı ve sütünü zehirliyor.

Peki, bu günkü uygulamamız gibi bütün yılanları zehirli tarım ilaçlarıyla öldürelim dersek ne olur? O zaman fareler dünyayı istila eder. Yılanın havanın ve bazı tarımsal ürünlerin zehirini aldığını biliyor muydunuz? Yani eğer bu dünyada ağzımızın tadıyla yaşayalım diyorsak fareler de olacak, yılanlar da olacak. Sivrisineklerin yazın bizi canımızdan nasıl bezdirdiğini herkes bilir. Ancak sivrisineklerin akrepleri nasıl kontrol altında tutulduğunu biliyor musunuz? Anadolu da rüzgârlı günlerde genellikle sivrisinekler uçamadığı için akrepler rahat dolaşırlar diğer günlerde ise sivrisinekler akreplerin kıskaçlarında bulunan o tatlı sıvıyı içmek için onları mahvı perişan ederler.

Demek ki yüce Çalap hiçbir varlığı boşuna yaratmamıştır. Eğer düzenli huzurlu bir dünyada yaşamak istiyorsak her varlık asgari müştereklerde birbirine katlanacak ve birbirlerinin hakkına tecavüz etmeden kendi hakkını temin için namuslu ve ölçülü bir mizan dairesi içinde manevrasına devam edecektir. Yine Yörüklerden sohbet koyulaşırken kıllı çadırlardan bahsedilmişti. Bende size kıllı çadırın hikmetlerini Yörük beyi Fethiyeli Ramazan Kıvrak’tan nakledeyim: “Kıllı çadır keçi kılından eğrilerek yapılır. Bu çadırlar kışın çok sıcak, yazın da serin olurlar. Bu çadırlara yılan ve akrep keçi kılından gıcık olduğundan mütevellit rahatsız olur kesinlikle gelmezmiş”. Demekki her şeyin bir görevi varmış bize düşen araştırıp tespit edip bunları insanoğlunun huzur ve refahı için kullanabilmektedir hikmet.

Daha önceki yazılarımdan birinde Kıbrıs yaban eşeklerinin bile susuz kaldıklarında vukuat işlediklerini belirtmiştim. Bir de eskiden evler genellikle topraktan veya kargir olduğundan her evde bol miktarda fare bulunduğundan tedbir olarak her evin mutlaka kedisi olurdu. Annemin babasının da bol miktarda kitapları vardı (Eski yazı). Fareler bunlara müptela olmuş kemiriyorlardı. Rahmetli dedem çeşitli müsait kaplarda bu farelere su koyduktan sonra bu farelerin hiç birisinin kitapları kemirmediğine hepimiz müşahade etmiştik.

Yüce Çalap da kutsal metninde biz kullara hitaben (Rahman 7.8.9.) “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) o koydu ki mizanda taşmayın(Dengeyi bozmayın), Tartıyı adaletle doğru tutun da ölçü de(mizan da) eksiklik yapmayın!” buyurduktan sonra söyleyecek hiçbir şeyi bulmak mümkün değil.

Ancak mizan kelimesi çok şumullü olup aklınıza gelebilecek her şeyi kapsama kabiliyetine ve kudretine sahip olan kucaklayan içine alan kavrayan bir büyüklükte olduğundan kimsenin şüphesi yok olmasına yok amma, mizan basit anlatımla “Klasik bir terazi anlamında” kullanılır ki, tartı işlemi yapılırken de ortasındaki iple tutularak tartma faaliyeti yapılmaktadır. Bu faaliyet esnasında ne tartılan metaın nede bu terazinin hiçbir suçu ve kabahati söz konusu olmazken, bu tartıyı gerçekleştiren kişinin tutduğu ip var ya, “işte o ip puştun elindeyse” yapılacak ilk ve önemli işin bu kişinin azledilerek adil insanların istihdam edilmesidir.

Deve bile hiçbir zaman sahibinin kendisini dövdüğü alete yani sopaya kin ve buğz beslemez eğer fırsatını bulursa bir çölde gece sahibi uyurken sessizce gidip üzerine oturup çökerek ölmesini sağlar. Biz de taşeronlarla uğraşma alışkanlığımızdan vazgeçip ipin ucu kimin elindeyse onu ıslah etmeye çalışmalıyız. İple uğraşmayıp mizanı doğru tutmalıyız.

Bütün canlılar dünya nimetleriyle beslenerek belli bir zaman dilimini ihya ettikten sonra ölürler. Dünya kelimesi dişi bir karaktere sahip olup doğurgan ve şefkatle besleyen serüveninden sonra süresi dolan varlıkları adeta bir dönüşüm gibi tekrar bağrına basarak absorbe eder. Demek ki en büyük ve en anlamlısı mizan ölüm hadisesiymiş unutmayalım!

Mizan bozulunca yazımı büyük bir hüzünle tamamlarken birden aklıma gençliğim ve o yıllarda da mizanın henüz bozulmamış olduğunu hatırladım. Evet, genç bir teoloji talebesiydim. Genellikle de hepimiz gurebadan olsak da aramızda tek tük de olsa farklı öğrenciler yok değildi.

İşte bunlardan biri de rahmetli Malatya müftüsünün Mevlüt Rahmizade Abdurrahman Sezgin’in mahdumu Osman Sezgin Efendi idi. Hakikaten o hepimizden farklı, giyiminden, kuşamından, hitabetinden ve gerekse çok yakışıklı olmasından mütevellit göz dolduruyor ve aynı zamanda da aykırı bir tip olduğundan dolayı istikbal vaat ediyordu. Bilahare Türkiyemizin en zor hocalarından Recep Doksat beyden uzmanlaşmıştı. Sırasıyla Marmara ve Darülfünunda ihtisaslarını tamamlayıp bir taraftan üniversitedeki hizmetlerini sürdürürken bir taraftan da sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarına devam etmiştir. Vakıf başkanlığı, dergi, makale, kitap ve özel eğitim kurumu olan Kalem Okullarını yönetmiş, kısa zamanda birçok başarıya imza atmıştır. Maalesef bizim camiada eğer başarısız olmuşsanız her türlü istihzaya maruz kaldığınız gibi, eğer başarılı olursanız da yine herkes hasedinden ötürü size cephe alır.

Ben Osman Efendiyi tam otuz yıldan beri tanıyan takip eden (ancak hiçbir alışverişimizin de olmadığını belirtmekte fayda olduğu kanaatindeyim) objektif bir değerlendirmeci olarak onun için şunları söyleyebilirim. Çağımızda herkesin sıfır rizikolu olduğu bir dönemde o riske girdiği için bol miktarda düşmanı olduğu gibi dostları da olan zeki, çalışkan, becerikli, eşini, işini, aşını, dostunu, düşmanını çok iyi bilen, gözünü budaktan esirgemeyen idealist bir vatan evladıdır. Aynı zamanda bir sanat adamıdır. Geçenlerde kendisini rüyamda Nakşî şeyhi M. Said Efendiyle beraber Türk sanat müziği icra ederken görmüş, heyecanlanmış ve hemen aramıştım. Osman Efendi bir kültür adamı olarak dünyevi ve uhrevi faaliyetlerini bir sanat gibi düzenleyip özetle ona hayat usulubunu giydirmişti. Özetle o güzel bir insandı. Bir yıl önce Altunizade Kültür Merkezi’nde Serap Mutlu Akbulut hanımefendinin konserinden sonra müzik hakkında verdikleri konferans başta Serap hanımefendiyi ve bütün hazirunu nirvanaya çıkarmış, hepimizi mestetmişti. Bu vesileyle kendilerine başarı dileklerimle henüz mizan bozulmadan önce rahmetli babaları Malatya müftüsüyken yaşadığı bir olayı bize nakletmişti. Ben de makalemi bu hikâyeyle sonuçlandırıp değerlendirmeyi okuyucularıma bırakıyorum.

Vakti zamanında Hamit Fendoğlu adında bir Türk büyüğü Malatya’nın eşrafından idi. Kıymetli refikaları Hamid Efendi'ye “Efendi komşu muz Ahmet Efendi refikalarına kaçak ipek çok kıymetli bir fistan almış, aynısından bana da alır mısın?” diye istekte bulunmuş.

Hamido da hemen Ahmet Efendi’yi yanına çağırıp geldiğinde eşine aldığı o kıymetli ipek elbiseyi de beraberinde getirmesini emretmişti. Ahmet Efendi hemen emri yerine getirmiş doğru Hamido’nun yanına gitmişti. Hamido o zamanın şartlarına göre sobalı bir evde oturuyordu. Hamido Ahmet Efendiye o pahalı elbiseyi hemen yanmakta olan sobaya atmasını emretmiş ve Ahmet Efendiye de bu elbiseyi kaç liraya aldın demiş. O da fiyatını söyleyince tam iki katını ona ödemişti. Ahmet Efendi bu olup biten olayı bir türlü anlamakta zorluk çekerken rahmetli Hamido ona dönerek bak hemşehrim sen zenginsin bu elbiseyi alabilmişsin ben de varlıklıyım ben de refikama aynısından alabilirim. Ancak diğer insanların eşleri de aynı elbiseden almak isteyecekler kocaları bu isteklerini yerine getiremeyeceği için fitne, fesat, huzursuzluk, çekememezlik tohumları ekilmiş olacak, Türk ailesi bundan yara alacaktır. Sosyal düzen bozulacaktır. Onun için bütün toplumun aynı normlara ve hayat şartlarına uyması ve biribirimize fark atma yarışında olmamamız gerektiğini tavsiye etmişti. Bu vesileyle Hamido’nun Osman Efendinin Kivresi olduğunu da öğrenmiş olduk. Ayrıca Hamido’nun rahmetli dedemle de dostlukları meşhurdur. Neticeten diyoruz ki eğer sosyal münasebetlerde dikkatli olsaydı kesinlikle mizan bozulmayacaktı.

Vesselam.

ZEAMETZADE SABAHATTİN EFENDİ

Atatürk’ün dediği gibi göçmenlerimiz bize kaybettiğimiz topraklarımızdan birer hatıradır. Muhterem Sabahattin Hocamız Osmanlının iskân politikası müvacehesinde Anadolu’nun Konya’sından Balkanlara yerleştirilip kendilerine fermanla zeamet verilen bir ailenin torunu olup soyadını da bu realiteden mülhem olarak almıştır. Henüz çocuk yaşta İştip’den Asitane'ye hicret etmiş, babası da ticaretle iştigal eden rahmetli Mehmet Zaim Beydir.

Rahmetli valideleri Saime Hanımefendinin yıllarca dualarına mazhar olan hocamızın uzun yıllar hizmette kusur etmediği ve kendilerinden hiç ayrılmadığı validelerinin cenaze namazının Dersaatte, Fatih camiinde Âdem Erim Hoca Efendi tarafından 1991’de kılınmıştı. Bilahare aile mezarlığı olan kıymetli pederlerinin de medfun bulunduğu Edirnekapı’daki ebedi istirahathanesine tevdi edilmesi törenlerine katılmış hocamızın bu acılı gününde yalnız bırakmamaya gayret etmiştim.

Muhterem Sabahattin hocamız mülkiye ve bilahare hukuk lisanslarını ikmal ettikten sonra bir süre kaymakamlık yapmış ve özellikle Hısn-ı Mansura’ya bağlanmadan önce Malatya Vilayetimizin bir kazası olan Kahta’da kaymakamlıkta bulunmuş olması hasebiyle kendilerini fahri hemşehrim olarak telakki edip takip etmiş sürekli onun ilim, irfan faaliyetlerinden nasibim kadarıyla istifade etmişimdir.

Sabahattin Hocamla ilgili birçok kişi tarafından çeşitli değerlendirmeler yapılmış olmakla beraber bunların hiç birisinin tesirinde kalmayıp kendim kabiliyet ve algılamam çerçevesine yaptığım bazı tespitleri arz edecek olursam şu maddeleri sıralayabilirim. 1996’da muhterem hocam bir televizyon kanalının (Samanyolu TV.) kendisi hakkında bir program yapacağını programcılara benim de adımı verdiğini bu vesileyle bendenizi de bütün talebelerinin içinden seçerek yer vermesi benim için ilmi bir miraciye olmuş hemen şu tespitleri kaleme alıp evimde yapılan çekimde ifade etmeye çalışmıştım.

1) Muhterem hocamız Prof. Dr. Sabahattin Zaim Beyefendi, Adıyaman Kahta Kaymakamlığı yaptığı için bizim tabii ve fahri hemşehrimizdir.

2) Bilahare zat-ı âlilerine tilmiz olma şerefine nail olduğumdan ötürü kendimi çok şanslı olarak addediyorum. Muhterem hocamız bütün talebelerinden ve bendenizden irşat ve ikazlarını esirgemediği için kendilerine daima medyunu şükran olmuşuzdur.

3) Üç yıl gibi ciddi bir zaman diliminde kendileriyle beraber şehirlerarası otobüslerde gidip gelerek bu yolculuklar esnasında gerek yaptıkları sohbetler bizim için birer ders mesabeside olduğu gibi, benim şehirlerarası yaptığım yolculukların verdiği yılgınlık ve yorgunluktan kurtulmamız için sürekli bizi bu ilmin meşakkatine dayanmamız yönünde tavsiyelerde bulunmuş, sürekli hepimize aşk ve şevk aşılamıştır. İhtiyat Zabitliği dönüşümde Dekan oldukları makamlarını ziyaret etmiş, bendenizi öğle yemeğine davet etmiş o zaman yardımcısı olan ve bilahare vezir olan Sami Efendinin makam aracında şoförlüğümüzü yapmış olması da benim için tatlı bir hatıradır.

4) Haddim olmayarak hocamızın meziyetlerinden birkaç tanesinden bahsedecek olursam

a) Hocamız yanlışı tenkit etmekle zaman kaybetmez her zaman doğruluğuna inandığı doğruları tavsiye etmeye çalışır ve hep doğruyu konuşur.

b) Hocamız adalet ve şefkat duygularını beraber çalıştırır, ona göre, hoca hem adil hem de şefkatli olmalıdır. Zalim olmamalıdır.

c) Benim de şahit olduğum bütün milletvekilliği genel seçimlerinden birçok hizipten adaylık teklifleri aldığı halde bir prensip olarak o politikaya asla ve kat’a rağbet etmemiştir. Hocamız sürekli ilmi ve ilim adamını her zaman ve her yerde her şeyin üzerinde tutmaya ömrünün sonuna kadar da devam etmiştir. Bizlere de Aman ha! Hocalığınızı ekonomik getirisinin az olması veya başka bahanelerle hiçbir şeye değişmememizi ve özetle Aman ha! Hocalığınızı küçük görmeyin tavsiyesini hep tekrarlıya durmuştur.

d) Muhterem hocamızın ilme getirdiği yeni üslub ise o modern iktisatla geleneksel iktisadı en güzel bir şekilde yorumlayarak adeta mezcetmiştir. Hocamızın ilmi faaliyetlerinden önce ya klasik iktisat ya da batılı anlamda modern iktisat anlayışları söz konusuyken hocamız adeta bu anlayışa izdivaç yorumu getirmiştir. Aslında ilmin bir bütün olduğunu eski veya yeni olmaktan çok silsile seyrinin birer ünitelerini oluşturduğunu ve bana göre iktisat anlayışımıza yeni yorumlar getirip yastık altı kazanımların sıcak paraya dönüşmesini bu faaliyetler neticesinde dünyamızın yeni bankacılık sistemleriyle tanışmasına vesile olmuştur.

e) Ona göre iktisat ilmi sadece insanoğlunun mutluluğuna vesile olması için müspet anlamda kullanılarak bütün kazanımların neticesinde onun en büyük ideali olan güzel insan yetiştirmektir. Hocamıza yakın olanlar, onun bu kavramı bütün faaliyetlerinin merkezine alarak yapılabilecek zaruri, beşeri ve ahlaki faaliyetleri bir altyapı olarak kabul edip onun üzerine hep güzel insan modelini oturtma gayreti bir hayat boyu hocamızın ana projesi olmuştur. Hocamızın bu hedefini tespit eden az sayıdaki öğrencilerinden birisi olduğum kanaatindeyim. Bunu da büyük bir mutlulukla ifade etmek istiyorum. Çünkü güzel insan modelini yetiştirip onun muhtaç olduğu ihtiyaçlarının da karşılandığı bir dünyada bütün problemlerin kökten halledildiği anlamına gelmektedir. Muhterem hocamıza göre Türkiyemizin ve hatta dünyamızın kurtuluşunun tek çaresi güzel insan yetiştirmekle mümkün olacağı gerçeğidir.

f) Muhterem hocamız, “Nahif, Dakik, Rakik, Kibar, Mütevazı” bir Türk beyefendisidir. Hocamızın eserlerini makalelerini ve tarihçe-i hayatını herkes yakından takip etmektedir. Ancak ben kendi zaviyemden haddim olmayarak ve kendilerinden icazet alarak ayaklarına biraz kalem süttüm. Hocamızın en büyük özelliklerinden biri de gönül adamlarıyla beraber olması ve bir gönül eri olmasıdır.

Vakti zamanında muhibbi olduğu Mehmet Efendiyle Almanya’ya gittiklerini kaplumbağa bir araba almayı düşündüğü halde onun işaretiyle bir Mercedes taksi aldığını söyledi. Bu arabayı yıllarca kullandığını bundan başka arabası olmadığını ve bu arabasıyla zamanın büyüklerinden Prof. Dr. Osman Turan ile üstad Necip Fazıl’ı çok taşıdığını, onların hararetli tartışmalarını sadece seyrettiğini bize anlatmıştı.

Muhterem hocam eğer sürçükalem eyleyip kalemim yanlışlıkla mayınlı bir zemine kaymışsa engin hoşgörünüze sığınıyor ve bizi cehaletimize bağışlamanızı temenni ediyorum. Muhterem hocamız Sabahattin Efendi hazretlerine Cenab-ı haktan sağlık, afiyet uzun ömürler diliyor ve ilim dünyasına nice eserler vermesini kendilerinden hasseten istirham ediyoruz.

Yine hocamızın ahmak bir dostunun onun izni olmadan onu bir hizbe kurucu üye olarak kaydetmesi neticesinde deruhte ettiği Y.Ö.K. üyeliğinden alınmasını ve bu konuda da büyüklüğünü gösterip sessizliğini koruması hadisesine de benim gibi birkaç kişi vukufiyet kesbetmiştir.

Neticeten muhterem hocamızın bendenize iltifatlarını esirgemeyip zaman zaman müşekkel ve müheykel Hayrullah demesini zevkle yaşıyor, huzuru mübarekelerinde tazimle eğiliyorum. Binler selam vesselam.

YOL AYRIMINDA BAŞ MÜSAKEŞECİ

Meşhur darbı meseldir. Bütün yollar Roma’ya çıkar denir. Ancak dünyadaki yolların hepsinin insanoğlunun damarları gibi sürekli bir seyir halinde yol olduğu gibi dünyadaki bütün yolların da güce ve kudrete doğru hummalı bir hareket ve gayrete sahne oluşu ve zaman zaman yolların kesiştiği gibi yol ayrımına da gelindiğini aslında hayatta yollar hep paralel seyretmediği gibi bu yolların bazen kesiştiği bazen de ciddi ciddi yol ayrımına maruz kaldığınızı görürsünüz. Buraya kadar izah etmeye çalıştığım giriş faslı genel ve kaba bir izahtan öteye gidemediği için işi biraz daha spesifik olarak irdeleyecek olursak; Hepimiz mensubu olduğumuz ailemizin ocağında doğduk. İlk çevremizde gözlerimizi dünyaya açtık tam buraya ayak uyduracağımız zaman tahsil veya ekmek parası bahanesiyle gurbete çıktık. O zamana kadar gerek kültürümüz ve gerekse sosyal sınıfımız bizim için her şeyden, her üsluptan üstün tuttuğumuz bir hayat üslubuydu. Biz bir bakıma bu yolun yolcusuyduk. Bununla yatıp bununla kalktığımız için bu hayat üslubunu herkesin hayat üslubundan daha üstün tutuyorduk. Herhangi bir problem yoktu hayat yolumuzda, hayat akışımızda… Birden ne olduysa ya bir meslek sahibi olarak yeni ve yabancısı olduğumuz bir statü elde etmiştik. Ya da istemeyerek bir cinsi latife tutulup yaşayacağımız yeni hayat üslubuyla, eskiden yaşayageldiğimiz hayat üslubumuz arasında tam yol ayrımına gelmiştik. Eğer kendine gücün yetiyorsa, kendini bütün yeniliklere kapayıp geleneksel hayat üslubunu bütün zorluklarına rağmen omuzlayacaksınız ki bu bir tercih meselesidir, ya da ekseriyetin yapageldiği gibi modern hayat belasını ararcasına adeta ona susamış bir şekilde kana kana içmek ve tamamen reddi miras etmek şeklinde tezahür etmektedir. Uygulamalar aslında insanımızın ne birinci şıkkı tercihinde, ne de ikinci uygulamaya teslim olmakta mutluluğa kavuştuğunu zannetmiyorum. Bir taraftan ya kültürünü bütün olarak inkâr edip karşı tarafa tamamen bila kaydüşşart teslim olunmuştur. Bir süre sonra bu tercihlerinin yanlış olduğunu düşünerek hep nostaljik tahayyülatına dalınmaktadır. Yok, eğer geleneksel hayat üslubu tercih edilmişse onların da zaman zaman moderniteye gizli bir aşk yaşadığını da görmemek mümkün değildir. Çözüm olarak her şeyin vasatını tercih etme yolunu da bu hayat tarzına bir türlü uyarlayamadığımızı tespit ettiğimi söylemek isterim. Taşralı, varoşlu ile şehirlinin arasında gerçekleşecek bir alışverişin beraberinde getireceği problemler iki taraf arasında kalmayıp aileler ve hatta kabileler seviyesinde kökleşen problemler silsilesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkülerimiz bizim milletimizin şuuraltı arşivleridir. Aslında her şeyin çaresini oralarda aramak gerekirken biz bunu başka yerlerde arıyoruz.

Yüksek yüksek tepelerde ev kurmasınlar

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler

Hem annemi, hem babamı, ben köyümü özledim

Türküsü boşuna yakılmamıştır. Bu problem sosyoloji ilminin bir bakıma mayın tarlası, bizler de birer mayın eşeği olmaktan öteye gidememişizdir. Çünkü pabuç çok pahalıdır.

Ya anadan vazgeçeceksiniz

Ya bu diyardan vazgeçeceksiniz

Ya yardan vazgeçeceksiniz

Ya serden vazgeçeceksiniz

Ya da bunların hepsinden vazgeçip tamamen dört başı mamur bir serdengeçti olacaksınız. Siz insaflı bir insan olarak dışarıdan bizi seyredip objektif bir hakemlik yaparsanız bu işin içinden siz de çıkamazsınız. İşte benim memleketimin ve onun medeniyetinin mağlup, mazlum ve de mağdur çocuklarını bir de siz temaşa edin. Onun yükünün ne kadar ağır olduğunu ve hamallık ki sonunda ne rütbe var ne de mal veya çare tektir sizin Hayrullah ŞANZUMİ insanları çok sevdiği ve bütün hayatını onlara verdiği için Tanrı mesleği olan bir ömür muallimlikle iştigal edip, uzun soluklu ve ciddi tetebbuata imza atmak lûtfuna mazhar oldu.

Gerek muallimlik ve gerekse çevremdeki insi inceleme ve değerlendirme serencamımda özellikle sevgili yeğenlerimin gurbette verdikleri mücadeleleri bu esnada bir taraftan orjinlerini muhafaza etme gayretleri. Ve bir taraftan da çağdaş ve modern batılı bilimleri tahsil ettikleri dönemlerde maruz kaldıkları şerbet, müsakeşe vs. gibi tasalluttan tutun da müskirata kadar mücadele ederken, bir taraftan “acaba yabancı kültürünün esiri olur muyum?” öbür taraftan hayıflanma faslı, bir taraftan da yerli ve milli kalabilme gayretleri. Bir insan düşünün ki kafasında binlerce tilki dolaşsın ve bunların hiçbirisinin de kuyruğu diğerinin kuyruğuna değmesin. Aslında batı ve doğu medeniyetleri kendi yapıları içerisinde zaruri ve beşeri bütün problemlerini halletmiş durumdadır. Eskiden bizim de hiçbir problemimiz yoktu. Çünkü yolumuz düzgündü. Eskiden batının da kendi yapısı içerisinde yolu düzgündü. Evet, biz şimdi doğulu mu olacağız yoksa batılı mı olacağız? Tez elden kararımızı verip bir şeyler olsak en azından insanımızın ve hasseten gençliğimizin içinde bulunduğu buhrandan kurtulup, bir yere ait olduğumuzu düşünüp, birkaç nesil sonra bu ucube ara form hastalığından kurtuluruz diyorum. Evet, geçenlerde sahaflardan temin ettiğim Sn. Prof. Dr. Mustafa Esin Erkal’ın kaleme aldığı kitabının adı şöyleydi: “Yol Ayrımındaki Ülke”. Der yayınevinin yayınladığı 371 sayfalık kitabı hemen satın alıp okumaya başlarsanız benim bu kısa makalemde neler söylemek istediğime şahit olursunuz.

Sevgili okuyucularım. Evet, biz artık yol ayrımındaki ülke ve bu ülkenin mağdur ve mazlum birer üyesiyiz. Bu dikenli yolda başımıza gelecekleri biz de önce bu aşka yakalananlar da çok iyi bilirler. Şöyle bir atasözümüz vardır. Unutmayın. “En iyi yol bizim bildiğimiz ve asırlarca revan olduğumuz yoldur.”

Başkalarına ait olan yollar otoban da olsa kaliteli asfalt da olsa o yolun sizi nereye götüreceği belli değildir. Aslında götürenler tarafından bellidir. Ancak yolcular nereye, nasıl, kimin vasıtasıyla, ne kadar sürede hedefe vasıl olacağını bilemezler. Evet, bu yolun sizi eğreti bir müsakeşeye esir olarak götüreceğinden bihaber olmanızı kesinlikle mazeret olarak kabul görmeyecek kadar mühimdir. Gerçi bu yol ayrımında tercih hakkınız olacak mı bilemem amma bizden yine de söylemesi.

Vesselam.

KARAKOÇZADE SEZAİ EFENDİ

Çocukluğumdan beri takib etmeye çalıştığım çok büyük işlere imza atmış ve çok büyük iltifatları hak etmiş bir mütefekkir şair, edip, muharrir, biraz da bürokrat onu okuyanlar hep anlayamamaktan yakınırlardı. Ben de onlara siz sofraya oturduğunuzda mevcut mekulat ve meşrubatın hepsini tüketebiliyor musunuz? Tabii ki hayır, işte kitaplar da sofra gibidir. Aralarındaki fark zaruri ve beşeri yiyecekler fiziki ihtiyacımızı, okuduklarımız da beynimizi, ruhumuzu ve fizikten geriye kalan bütün ihtiyaçlarımızı karşılarlar. (Mabadüttabia). Ben de üstadın bütün eserlerini okurken anlayabildiğimi alıyor, anlayamadığımı da bir dahaki okuyuşa bırakıyordum. İyi bir okuyucusu olduğum halde üstadın herşeyini anladım dersem mavra kesmiş olurum. Anadolu’dan Asitane’ye gelir gelmez ilk ziyaretgâhlarımdan birisi olmuştur. Beni biraz da haleti ruhiyem ona doğru itmişti.

O hep medeniyet eksenli çalışırdı. Tek problemi yenik düşen medeniyetimizi yeniden ihya etme yollarını aramaktı. Medeniyet gönülsüz olmazdı, gönül de abasız olmazdı. Eğer siz abayı gönlünüz için feda edip yakmaz iseniz işte o zaman hiçbir şey olamazdı. Ben de abayı yakmaya yakmıştım amma bunu nasıl ifade edebilirdim. Bir taraftan yanıp tutuşurken sağlığımı yitirmiş, bir taraftan da bu müpteladan nasıl kurtulabilirim endişesiyle medeniyeti için bütün gemilerini yakan bu büyük insana gidiyordum. Ama heyhat her defasında meramınızı ifade etmeye gayret etseniz de o dev gibi ağırlık kelamınızı hücrelerinize yönlendirir ve yine eli boş dönersiniz ve tekerrürat meydan ortaya çıktığında sy. 14’te diyorsunuz ki:

“Evet, doğdum, büyüdüm, haykırdım; sesimin uzaklara ulaştığını gördüm; sesim sert kayaları bile etkiledi; öylesine etkiledi ki, onlar o sesleri geri çevirmeyi uygun buldular. Ağladım, güldüm, gözyaşlarımla çok tren camı ıslattım; çok mektup yazdım ve yaktım; çok kez dolaştım yapay bir kentin caddelerinde birini arayarak. Yıllarca arayarak ve kimsenin inanamayacağı kadar arayarak. Parklardan, bulvarlardan geçtim. Her gün aynı yerlerden geçer diye geçtim. Yıllarca geçtim. Çok kişiye benzettim. Binlerce kere benzettim. Sonra binlerce kez yanıldığımı anladım ve yine uslanmadım ve yine benzetmeye devam ettim başka günlerde. Günde gezdiğim, sarf ettiğim kilometrelere kimseler inanmaz. Kendimi hiç tükenmiyecekmişcesine harcadım. Gülmeyi unuttum. Daha doğrusu, ağlanacak yerlerde güldüm, gülünecek yerlerde gülemedim. Hep benden bir şey sarfedildi. Hiç bitmeyecek sandığım bir şey. Ve seçmedim. Ve seçilmedim. Yan yana geldik ve birlikte olduk çoklarıyla. Aynı evde kaldığım, yerlere attıkları izmaritleri topladığım kimseler oldu. Ben topladım, onlar yine attılar ve böylece bu böyle sürdü ve ben bir tek gün “bu izmaritleri yere atmayın” demedim. Onlar da bir gün “neden topluyorsun?”demediler. Sonra bir gece uyandığımda -evimizde elektrik yoktu- arkadaşımın bir mum ışığında tahtakurularını duvarda teker teker tırnaklarıyla öldürdüğünü gördüm. Duvar kan içinde kalmıştı. Ve üstadın dediği gibi

Duvar kahpe duvar yolumu biçtin

Kanla dolu sünger beynimi içtin

Demenin tam zamanıymış.

Geçen yıllarımda gösterdiğim say’ü gayretten sonra insanoğluna kendimi ve davamı bir türlü anlatamayacağımı anlayınca Eylül romanının kıymetli müellifi gibi öyle bir eser kaleme alayım ki hiç reklâmı olmadan bile kitap peynir ekmek gibi satılsın ve okunsun. Bu vesileyle de biz insanlığa vermek istediğimiz mesajı verelim. Derken Kırşehirimizin ve Kırıkkalemizin müşterek yetiştirdiği yaralı ve kınalı kuşu Maşuk Fatih Gülşehri’yle karşılaştık. Bu millete Üçüncü bir Harname’nin yazılma vaktinin gelip geçmekte olduğunu, zaten bekraundumuz itibariyle de bu konuda oldukça birikim ve tecrübeye sahip olmamız hasebiyle kitabımızı tamamlayıp kısa zamanda 3. baskısını halkımıza arz etmiş ve piyasalardan tükenmiş olduğuna şahit bulunmaktayız. Pek tabiidir ki bu çalışmamızda söyleyeceklerimizi eşşeği metafor olarak kullanıp arz etmeye çalıştık. Elan hedefimize de kavuşmuş olduğumuz kanaatindeyim. Ancak yayıncılarla olan problemler maalesef malumunuzdur. Eğer biraz reklâm, biraz alaka olsaydı bu kitabımızın çılgın Türkler kitabıyla yarışmaması içten bile değildir.

Tam bu esnada benim ve Maşuk Fatih Gülşehri’nin kendilerini her zaman takip ettiğimiz ve tazimle andığımız büyük insan üstat Sezai Karakoç Bey’le tevafukan Cağaloğlu’nda karşılaşınca heyecanlandık hemen yanlarına gidip ellerinden öpmek istediysek de o her zamanki gibi el öptürmedi. Karşılıklı hal hatır faslından sonra utanarak sıkılarak III. Harname’mizi kendilerine sunduk ve Allahaısmarladık diyerek ayrıldık. Biz üstada çok değer verdiğimizden ötürü yerimizde bekleyerek dakikalarca onu arkasından izledik. O takriben yüz metre kadar yol aldıktan sonra yolun kalan kısmını III. Harname’yi okuyarak kat etmeye çalışınca biz zevkten dört köşe olmuştuk. Çünkü zamanın yaşayan en büyük Türk muharriri ve şairine kitabımızı okutmuş olmanın zevkini ancak biz biliriz. Bu görüşmeden sonra üstadı iki ay kadar bir zaman geçmişti ki Üsküdar Şemsipaşa Camii’nin yanından geçerken gördük. Kendisini İlker Alpkaya Bey’le iskeleye kadar yolcu ederken, kendilerine ikram tekliflerimizi her zamanki gibi kabul etmemişti. Fırsattan istifade “Hocam III. Harname’ye baktınız mı, nasıl buldunuz?” sorusuna da “Çok güzel, çok beğendim” demeleri bizi gerçekten çok mutlu etmiş ve bu hızla Harname'den sonraki kitabım olan İnsanname’yi yazmaya gayret ettik.

Gerçekten böyle büyük insanlardan takdir ve teşvik görmek her insana nasip olmaz düşüncesiyle hocamıza sağlık, afiyet ve uzun ömürler temenni ediyoruz.

Artık Asitane’ye yerleşmiş, her fırsat buldukça Üstad’ın önce Üretmen Handa’ki bilahare Cağaloğlu Hamamı’nın karşısındaki mekânında ziyaret ediyorduk. Üstad’ın bütün kitaplarını temin edip tekrar tekrar mukabele usulü anlayana kadar tekrarlıyordum. Bir taraftan da Diriliş dergisinin bütün sayılarını alıp okuyor ve öğrencilere de tavsiye ediyordum. Tamamen bir kültür faaliyeti sürdüren hocamızın ansızın kendini siyasette bulması herkesi şaşırtmıştı. Kendilerine siz bu işin üstesinden gelebilecek misiniz sorusuna da başladık henüz başarısız da olmuş değiliz diye cevap verirdi.

Daha partinin kurulma aşamasında bir gün tek başıma gezerken o zaman hamal ve işçilerin devam ettikleri Cağaloğlu kahvehanesinin önünden geçiyordum. Birisinin arkamdan Hayrullah Bey diye bağırması ilgimi çekmişti. Bir süre daha yürüyüp arkama döndüğümde bir de ne göreyim Üstad Sezai Bey bana sesleniyordu. O günlerde işsiz, aşsız ve eşsiz dolanan mağdur ve mazlum bir insanın peşinden dev gibi bir kültür adamının koşarak gelmesi beni hakikaten mütehassıs etmişti. Kendilerine buyurun hocam bir emriniz mi var dedim. O da beni oturmakta olduğu Erzurum kahvehanesine davet edip çay ikramında bulunmuştu. Bana eskiden üstadın bazen burada oturup yazılarını yazdıklarını söylemişlerdi de inanmamıştım. Çünkü göz gözü görmüyor, sigaranın o zift kokusu ve zifiri karanlığı hakikaten insanı rahatsız ediyordu. Evet, Üstad Sezai Bey bir parti kuracağını beni de eğer otuz yaşını ikmal etmişsem kurucu üye yapacağını söyledi. Ben böyle bir faaliyete girmek istemiyordum onun için Hocam ben şimdi boştayım amma yakında memur olacağım dediysem de partiyi kurmak için otuz kişiye ihtiyaç var şimdilik kuralım bilahare memur olunca seni sileriz deyip ikna etmeye çalışmıştı. Bir süre sonra parti kurulmuş, Şehzadebaşı’nın oraya il merkezi açılmış, il başkanlığına da Yener Bey adından birisi getirilmişti. Bir kurban bayramında hepimize sıkı sıkıya tembihler yapılmış, yarın partiye bayramlaşmaya mutlaka katılın denilmişti. Bayramın birinci günü garip gureba sabahleyin akşama kadar ancak onbeş kişi bir araya gelebilmiştik. Birisi bir kutu çikolata getirmişti. Her defasında ikramdan alıp açlığımızı bastırmaya çalışıyorduk. Tam bu esnada yaşlı kel kafalı bıyıksız o ortama uymayan bir zat geldi. Üstada olağan üstü saygı duyuyordu. Bu durum benim ilgimi çekmişti. Sezai Bey’e Hocam bu adam kim dediğimde, o emekli mülkiye başmüfettişi yedek subaylıkdan beri arkadaşımdır. Bizim gibi düşünmeyebilir ancak bana muhabbeti çok olduğundan benden ayrılmaz demişti. Gerçekten o beyefendi de çok kaliteli bir insandı. Devlete ve millete çok bağlıydı. Akşam olunca herkes dağılmış bu bıyıksız adamla ben ve üstad kalmıştık. O zamanlar üstad Kadıköy’de bir evde kiracıydı. Bu zat o eski arabasıyla ki eksozundan büyük gürültüler çıkararak bizi köprüden geçirerek Kadıköy’e getirmişti. Üstadın duyduğuma göre evde bakımını yaptığı bir yakını vardı. Hem ona başvuracaktı hem de yırtılmış olan pantolonunun balaklarını tamir edip tekrar gelmek üzere bizden ayrıldı. Biz kendisini rıhtımda bekledik. Geldiğinde bir de baktım ki pantolonunu çuvaldız ipi gibi bir urganla dikmişti. Bir lokantada yeşil fasulye yedikten sonra Pamukkale turizmden Ankara’ya bir otobüs bileti alarak üstadı Ankara’ya yolcu ettik. Üstad böylece Bayramın birinci gününü Dersaadet’te partilileriyle bayramlaşmış, geceyi de yolda değerlendirerek ertesi gün olan bayramın ikinci gününü de Engürü de genel merkezinde partililerini kabul edecekti.

Onun tek bir endişesi vardı. İçine düştüğü bu dipsiz kuyudan bu mazlum ve mağdur milleti nasıl yapar da kurtarabilirim. Bir taraftan medeniyet ve kültür mücadelesi verirken bir taraftan da siyasal olarak ne yapabilirim endişesiyle bir şekilde iktidar olup bu milletin bütün çilelerine bir son verme umudunu hiç yitirmemişti. Toplumumuzda Allah rızka kefildir diye sıkıntılı bir anlayış vardır. Bu söz hep yanlış tefsir edilmiştir.

1) Sonuna kadar çabalayıp çalışacaksınız

2) Egemen güçlerin sizin çalışmalarınıza müsaade etmesi için gereken cebri ve zecri tedbirleri de alacaksınız.

Eğer bu tedbirleri alamıyorsanız ondan sonra dünyamızın muhtelif yerlerindeki açlıktan mütevellit ölümleri de Tanrı’ya fatura etmiş olursunuz. Hiçbir gayret ve tedbir almadan oturan hiç kimsenin rızkına kimsenin de Tanrının da kefil olma mecburiyeti yoktur.

Üstad, canıyla, malıyla, titriyle, bütün kıymetleriyle büyük bir hayat mücadelesi vermiş, bu uğurda evliliğini feda etmiş, hiç evlenmemiş, yine elli yıl önceleri Dârülfünun iktisat şubesinde başladığı ihtisasını kendi istediği doğrularını yazdırmazlar onların istediklerini de ben inanıyormuşum gibi yazma derekesine düşmem diyerek doktorasını da yarım bırakmıştır. Hiçbir iktidara hiçbir lobi veya güç odağına ve inanmadığı hiçbir şeye boyun eğmemiş, her türlü dünya meşakkatine rağmen dik durmayı bir ibadet olarak kabul etmiş, dev bir düşünür. Zaten o bizimle olan sohbetlerinde onun boz benekli iri bir devi olduğunu, şimdilik derin uykusuna daldığını ve işinin hep onu bu dalmış olduğu gaflet uykusundan uyarmak olduğunu ve onu uyarmak için ne yapılması gerekiyorsa sürekli onu yaptığını, o devasa devi uyarmak için her sabah erkenden kalkarak üzerine kovalarla buzlu sular döktüğünü ve hassaten elindeki ilim ve kültür kamçısıyla onu kamçıladığını ve artık zamanın çok geç olduğunu, bir gün gelecek bu devin mutlaka uyanıp kendine geleceğini ve canibimizdeki düveli muazzamanın korkudan dudakları çatladığı gibi dertlere deva, hastalara şifa, na murat olanlara da bermurat olacağını hep bize hikaye eder ve bizim kesinlikle ye’se düşmememizi tembihlediği gibi haddi zatında bütün medeniyetlerin birer insan gibi olduğunu ve hayat mücadelelerinde bazen galip bazen de mağlup olabileceğini, bu kadar sağlam bir mazisi bulunan medeniyetimizin mutlaka kendisine geleceğini hep müjdelerdi.

Bu kadar çarpıcı bir tarihçe-i hayatı kabiliyetim nisbetinde muhtasaran arz ederken değerlendirmemi şu cümleyle nihayetlendirmek istiyorum.

Türkiyem güzel kızım. Sakın ha korkup hiçbir endişeye kapılmayasın; senin bu kadar delicesine sevdalın varken kimse senin kılına bile dokunamaz.

Bu vesileyle bir insanlık borcu olarak şunu ifade etmek gerekir ki Sezai Bey hocamız bu dünyaya temiz geldi, hiç kirlenmeden yaşadı, kimsenin canına, malına, parasına hiçbir vesileyle yaklaşmaya bile niyet etmedi, hiç kimse onun ne günah işlediğine ve ne de argo konuştuğuna şahit olamamıştır. Onun bir defa olsun abesle iştigal ettiği görülmemiştir. Kimseyi çekiştirmemiştir. Dürüst bir medeniyet mücadelesi vererek dünyanın hiçbir necasetine bulaşmadan nezih bir şekilde bu âlemden gitmeye hazırlanmaktadır. Ona yaklaşanlar kazanmış, ondan uzaklaşanlar da kaybetmiştir. Bu âlem böyle bir insan-ı kâmili bir daha görmeyecektir.

Hakikaten günümüzde din, iman, vatan, millet bahanesiyle toplanan paralarla ne batık holdinglerin kurulduğu bu arenada temiz kalabilmek büyük bir mazhariyet olsa gerektir.

Neticeten Sezai Beyin Kültür Bakanlığı tarafından yılın muharriri seçilmesi ve takdir edilen nakdi bakanlığa bağışlaması, tören ve plaket istememesi onun için yapılabilecek en önemli değerlendirme olsa gerektir. Vesselam.