Asitane’de aynı kürsüde ihtisas yaptığımız ancak birbirimize uzaktan uzağa bakıştığımız zevat-ı kiramdan asrın en büyük nüktedan-ı şerifi Dürrül Elvan Şeyhül Müsakeşe Selahattin Efendi ve ehli beyti de bu gezegenden bıkmışlardı. Saktürün gezegenindeki ilanı duyunca onlarda tebdili mekân buyurarak kader arkadaşım olmuşlardı. Muamelelerimizi beraber yürüttük. Beraberce Dersaadet’ten Atatürk’ün Engürü’süne gidip geldik. Dostluğumuz böylece pekişmişti. Aynı kürsüde muid Yardımcılığı ve farklı bir ortam, farklı bir hayat. Entrikalar bütün süratiyle başlamıştı. Selahattin Efendi iki sene sonra bu sıkıntılara dayanamayıp Hendek mekana tebdil oldu. Ancak bizi üzmemek için haftada birgün kürsümüzde vakit geçiriyordu. Çünkü ona bir uyuşturucu maddesi gibi müptela olmuştuk. Bir bakıma beni bu gezegene ve hayata o bağlamıştı. Onsuz bir hayat düşünülemezken bir de baktık ki Selahattin Efendi Samsun’a hicret etmiş, tabi dünyamız yıkılmıştı. Zaman zaman ceride ve uydu aracılığıyla haberleştik ise de kendimize gelemedik. Bu meyanda Maşuk Fatih Gülşehri’nin ferasetiyle insanoğlunun vefakâr ve de cefakâr kader yoldaşı olan hımar ve hımaroloji faaliyetlerine başlayarak teselli olmaya ve böylece sekerat dönemini başarısıyla atlatmaya çalıştık.
Evet, Dersaadette ihtisasımı tamamlamıştım, bir ihtisas medresesinde kadro arıyordum. Asitane’de boş yer bulma kudretim olmadığından başka bir gezegen de olsa razıyım derken uydu aracılığıyla aldığım istihbarata göre Saktürün gezegeninde bir imkân bularak uzay aracına bindim ve içtimaiyat kürsüsüne muid yardımcısı olarak atandım. Gerek bu gezegenin coğrafyasını ve gerekse bu ilmi müessesenin mensuplarını çok ama çok sevmiştim. Başta kürsü reisi sakallı Sami Efendi, Ekümenik Seyyah Tavsiye Efendi, Sıfır Rizikolu Konjonktürel Ali Efendi ve Entrikacı Hacı Efendi vaziyet ediyorlardı. Ayrıca bunlara kulluk yapan kapı kulları da vardı. Bu ekip çok özel yetiştirilmişti. Gerçi sadece bu kürsü değil bütün kürsüler ve yönetim bir bakıma birbirinin mütemmimi idi. Sami Efendinin iki gezegende de düzeni vardı. Ayda bir saktürüne gelir tekmil alır tekrar Asitane’deki tezgâhı muazzamanın başına geçerdi. İşe Sami Efendiden başlayacak olursak: Kendisini dünyada ta asistanlığından beri tanırdım. Mazlum, zavallı samimi bir intiba bırakıyordu, ancak mesai arkadaşı olunduktan sonra çok özel alışkanlıklarının olduğuna muttali olduk. Mesela tanrıya dair olduğunu gösterirken esas hüviyeti sekülerleşme şeklindeydi. Pulu çok sever, bütün çevresini pula göre düzenlerdi ve ilk iktidar değişikliğinde sakallarını katletmişti. Kendisine “niçin” diye sorduğumda “yeni iktidarla vaziyet edeceğim, menfaatlerim hasar görmesin” demişti. Bir dönem kürsüye kütüphane kuracağım bahanesiyle pul toplamıştı. Bilahare şehremini kulu olmuştu ki işleri rayına oturtmuştu. Amma adab-ı muaşeret ve özlük dışına çıktığından kendisine sektere fiilinin emri hazırı çektirilmişti. Tam bu esnada kerhen Allah’ın adamı olan Hayrullah Efendi’yi de rahatsız etmişti. Ben farklı bir gezegenin adamı olduğumdan naşi yabancılık çekiyordum. Sami inadına benim üzerime geliyor, benim açığımı arayıp işlem yapmak istiyordu. Kendisi ayda bir kürsüye geldiği halde benim açığımı arıyordu. Bu tavır sahibimin çok zoruna gitti ki, Sami’nin açıkları teşhir edildi ve izinsiz kıtalar ve gezegenler arası seyahat suçundan ihraç edildi. Bu onun için büyük bir fırsattı. Çünkü bu gezegende her 10(on) senede bir, Mürteza düdük çalarak disiplini tazeliyordu. Evet, Mürteza Bey düdük çalmıştı ve bir metre bez yasaklanmıştı. Sami, hep bunu istismar ederek “ben bez mağduruyum” yalanıyla pul topladı öyle bir pul topladı ki, Çamlıca’da malikânesini kurdu, çam havasını ve çamlıca suyunu sinesine çekerek kendisinin dünyanın en akıllı adamı olduğunu savunmaya başladı. En son iblis vakfında karşılaştığımızda selamımızı bile almadı. Çünkü o sosyoloji bilimine göre artık sınıf atlamıştı. Ama şundan haberi yoktu, ben geçen sahaflarda gezerken Azrail beyle karşılaştım. Çok telaşlıydı: “Kardeş neden bu sıkıntı ve heyecan” diye sordum. Bana; “sen de meczubundansın, derdimi sana açabilirim” diyerek başladı. “Sami diye biri vardı. Bir yıldır bütün varoşlarda arıyorum bulamıyorum. Vakti geçiyor, emaneti teslim almam gerekiyor” dedi. Ben de; “Azrail kardeş neden benden sormuyorsun, o eskiden varoşlarda yaşıyordu, şimdi sınıf atladı artık sosyete semtlerinde onu ve onun gibi sonradan görmeleri arayacaksın”. Çünkü bu modernleşme sürecinde Azrail’in de kafası karışmıştı. Eskiden hayat çok homojendi. Şimdi, ak ve bok karışmıştı. Kendisine nokta adres vererek teşekkür aldım ve yollarımıza revan olduk.
Bu ara dönemlerin şu faydası oluyor, çünkü herkesin karakteri ortaya çıkıyor. Su ile zeytinyağı karışımı gibi. Bu dönemde insanların nasıl saf değiştirdiğini ve nasıl birbirini haksız yere gammazladığını ve hatta fırsattan istifade iftira ile insanların nasıl harcandığını görmemek mümkün değildi. Ve Sami gitti. Ekümenik Seyyah Tavsiye Efendi vaziyet etmeye başladı. Kendilerine medyun-u şükranım, ancak “dost acı söyler” onu objektif anlatmak zorundayım. Gerçekten bu ortamda ondan daha iyisi de yoktu. Verdiklerini fazlasıyla alıp, beni mutazarrır etmişti. Kendisiyle tanışmadan yıllar önce Asitane’de babası Şeyhül İslam Abdullah Efendi ile dostluğumuz vardı ve ona büyük hayranlığım söz konusuydu. Herhalde oğluna da tevarüs etmiştir diye düşünüyordum.
Tavsiye Efendi’nin riyasetinde tam 12 sene bulundum. Kendileri zeki çalışkan ve çok süratli bir mütefekkir idi. Uygulama alanında büyük gelecek vaat ettiği şüphesizdi. Çok çalıştı, çok konuştu, ama halis Türk olduğu için bunları kayıt altına almadı. Sonuçta zaman da bilgi de geldi geçti nafile. Afedersiniz, ancak söylemek zorundayım, benim hastalıklarım vesilesi ile Azrail beyle samimiyetim çok iyiydi. Beni sürekli yoklardı. İstediğim adamın ruhunu kabzediyordu. Bir görüşmemiz esnasında Tavsiye Efendi Azrail’i görünce çok tedirgin oldu, o günden beri kâinattaki bütün otları kaynatıp iksir yaptı. Her gün bu iksiri içip ömrünü uzatmaya çalışıyordu. Bu duruma şahit olan Maşuk Fatih Gülşehri dedi ki; “hocam bu otları içip kendine azap çektirme, nasıl olsa hepimiz bir gün öleceğiz, ot içip şerefsizce on sene yaşamaktansa, ot içmeyip şerefinle 5 sene yaşa, daha karlı olursun” dedi.
Tavsiye Efendi çok tavırsız bir insandı. Ömrü hep söyleyeceğim, yapacağım kelimelerini terennüm etmekle geçti, onun bir defacık olsun ne kimseye bir şey söylediğini ve ne de kimseye bir şey yaptığını asla ve de kat’a görmedim. Görmeden de öleceğime inanıyorum. Çünkü ben artık onun uzmanı olmuştum. Bilindiği gibi kangal az masraflı ve çok sadık bir cinstir. Sadece kepek hamuru ve su kullanırdı. Ete hiç düşkünlüğü yoktu zaruri ve beşeri ihtiyaçlara da hiç düşkün değildi ve çok sadıktı. Hayrullah da kangal misali kürsüsünün bir çeşit kerhen kangalı olmuştu. Tavsiye Efendi kürsüyü onun üzerinden yönetiyordu. Hayrullah burada olup bitenlerden hiç haberi olmuyordu. O sadece görevini yapıp, talebeyi ve bu gezegenin halkını bilgilendirmeyle meşguldü. Yönetime hiç hevesi yoktu. Hayrullah Efendinin başına ne musibet ve felaket geldiyse hepsinin müsebbibi Ekümenik Seyyah Sıfır Rizikolu Müderris Tavsiye Efendi’dir.
Bu külfetlere rağmen ücretin hepsi Tavsiye, Ali Rıza ve Hacı Efendi ile ve bilahare ona yakın olan Efendiler tarafından paylaşılırdı. Tavsiye Efendiye ders dağılımı veya herhangi bir konuda bir teklif veya istek götürdüğümüzde vereceği cevap bellidir. İnşallah gelecek sene düzeltiriz. Zaman her şeyin çaresidir, der sizi uyutur. Bir daha da o konuyla ilgilenmezdi. Tekrar sorduğunuzda gelecek seneler hiç bitmezdi.
Tam maaşımızın iki katı kadar ücret aldıkları dönemlerde biz sıfır ücret alırdık. Biz bu gezegende misafir öğretim üyesi olduğumuzdan buna da sesimizi çıkaramazdık. Ancak bir gün şeytan ömrü Efendi ücret alıp almadığımızı sorunca bizde hayır almıyoruz demiştik. Yalan söylemeyi düşünemezdik ya bütün suçumuz buydu. Ertesi gün büyük entrikacı Hacı Efendi çarşıda topluca gezerken aniden bize saldırdı. Üzüntüden hastalandım, yüzüm uçuk oldu. Aman Çalap, bu nasıl işti, bu gezegenin mensupları hem kul hakkı yiyor, hem de mazlumlara saldırıyordu. Bunu anlamak mümkün değildi. Gerçi kürsüdeki nimetler tükenmişti. İçimizden neşet eden evlad-ı şeyatin kürsüyü kapattırmak bizleri de tarumar etmek için var gücüyle çalışıyorlardı. Tam muvaffak olacaklardı ki, Mikail Efendinin asabı bozulmuştu. Ani bir zelzele, ana-baba günü tam bir kıyamet herkes istediği yere tayin olma hakkına kavuşmuş ser müderris-i azam Çallızade Efendi Hazretleri bir hitap irad buyurarak; “isteyen istediği gezegene gidebilir, biz burada öleceğiz” dedi. Bu konuşma bayağı sarsıcı olduğundan naşi biz duygusal zevat bütün dâhili ve harici tehlikelere karşı kangal olmaya karar vermiştik.
Her dönem ders programı yapılırken Entrikacı Hacı Efendi ders dağılımı yapar. Her dersi hocalara dağıtırken ana içtimaiyat dersleri için şunu söylerdi: Bu dersi ya ben verebilirim, ya Tavsiye verebilir, ya da Sami Efendi verebilir. Bizlere de ihtisasımızla ilgisi olmayan dersleri verdirerek tilmizin karşısında başarısız kılmak ve bir bakıma bir çeşit burun sürttürme operasyonuymuş. Bunu ancak şimdi anlayabiliyorum garibin aklı sonradan başına gelirmiş misali, kaldı ki direnseniz ne yapabilirsiniz. Tezgâh kurulmuş, uymaktan başka çareniz yoktur.
Hacı Efendi bu ameliyatlardan sonra yine boş durmaz, sanki üzerine farzmış gibi akademik olarak aynı mesabede verdiğimiz notlar üzerinde de beyin jimnastiği yapar ve ağır eleştirilerde bulunurdu. Özetle her şeye maydanoz olurdu.
En kötüsü Hacı Efendi, Tavsiye Efendi’yi zecri bir kıskançlıkla hiç kimseyle paylaşamazdı. Her ortamda gizlice fiskos, fiskos, fiskos… Bu hem adab-ı muaşerete aykırı, hem de sünnetullaha aykırıydı.
Bir gün bu gezegende zelzele olup kıyamet kopunca dostluğun politik olduğu ortaya çıktı. Hacı Efendi ilk hamlede canını kurtarıp tebdil-i mekân edip bir daha da Tavsiye Efendiyi arayıp sormadı. Vakti zamanında Hacının işi bitince Yörük hocaya duman üfleyip maskesini düşürmüştü.
Ancak Tavsiye Efendi’nin sevgili şeriki Hacı Efendi depremi bahane ederek üçüncü dünya ülkelerinden boş bulunan bir krallığa mekân tuttu. Böylece nimet dönemi bitmiş bir kürsünün külfet döneminden firar etmişti. Pek tabiidir ki, akıllı insanlar bu gezegende hep aynı şeyi yaparlardı. İyi günümüzü paylaşırlardı. Kötü günde başka şeyleri bahane ederek canlarını kurtarırlardı. Dileriz orada haremini kurmuş ve bir düzine evlat yetiştirmiştir. Biz böyle yapmadık. Çünkü böyle bir eğitim almamıştık. Genetiğimizde de böyle bir nüve yoktu. Ayrıca Hacı Efendi bir taraftan size bir çay içirmişse onun mutlaka hesabını yaparken, öbür taraftan eğer siz onu ipten de indirmiş olsanız mutlaka inkâr ederek teşekkür faslına geçmez minnet duymamak için ne gerekirse esirgemezdi. Mesela onu Kozakzade’nin şerrinden kurtarmamızı yaşadığı halde, asla ve kat’a gündeme getirmediği gibi teşekkür de etme tenezzülünde bulunmamıştır.
Şimdi Tavsiye Efendinin ikinci sevgili şeriki Ali Rıza Efendi’ye gelecek olursak kendisi bu kürsüde en eski tanıdığım bir zattı, Dandanakan savaşında bir küffar onu yatırmış tam hançer-i rüstem ile katledecekti ki bu duruma muttali oldum. Kendi kendime nefis muhasebesi yaparak bu adama değmez amma dört tane veledi muazzaması ortada kalmasın diye kılıcımı çekerek “ya aliyel murteza” nidasıyla kendisini bu mukatele meydanından kurtardım. Pişman da değilim. Amma velâkin durum vahim. Saniyen muidlik savaşında da bizzat Yontmataş Hazretleri bana sordu ben de yine geçit verdim. Hayatımda ilk ve son olan yemeğine de zevkle katıldım. Birde ne görelim, adam azmanlaştı ben nöbet geçirirken; “sen iyileşemezsin, annem de bu dertten öldü” diyerek sürekli “güvercin uçuverdi, kanadın çırpı verdi” türküsünü terennüm ederken tayfuna kapılarak Geyve ellerinde eşek muhabbetine tutuldu. Tam yedi ay kaldı orada, eğer dokuz ay kalabilseydi nur topu gibi bir çocuğumuz olacaktı; ancak nasip değilmiş. Ne yapalım takdir.
Hemen faaliyete geçen sıfır rizikolu ekümenik seyyah müderris Tavsiye Efendi bütün insi ve cinni faaliyete geçirerek; “vallahi ve billahi bu zat Granit gibi bir ülkücüdür, aman buna şefaat edin” diyerek yalvardılar. Dünya gezegeninde mebus bir akrabam vardı, aramızda bayağı iyi idi, ismi Memiş Eğriyol olacak, ondan da bana hakaret dolu bir telefon ettirerek benim de ona sektere fiilinin emri hazırını çekme imkânı doğurarak bizi birbirimizden kurtardı. Gerçi bu Ali Rıza Efendinin diğerlerinden farkı vardı. Yapılan iyilikleri inkâr etmiyordu. Ancak konjonktür onun hayat üslubuydu.
Eğer Tanrı konjonktür dini diye bir din gönderseydi bu dinin peygamberi hazırdı; bu zat mutlaka Ali Rıza Efendi’den başkası olamazdı. Bu sıfatı ispatlamak için şu örnek yetse gerektir. Bir gün kürsümüze bir asistan alınacaktı, Ali Rıza Efendi de haklı olarak diriliş ekseninden sayın şair muharrir ilim adamı Mustafa Kirenci’yi baştan çıkarmış ikna etmiş ve müracaat ettirmişti. Hepimiz de bunu zevkle kabul buyurmuş ittifak etmiştik. Tam o esnada dönemin reisi sabıkası Sami Efendi ODTÜ mezunu bir adayı getirerek; “bu adam benim İngilizce tercüme işlerimi yapacak” deyince hepimiz ve özellikle Dürrülelvan Şeyhül Müsakeşe Selahattin Efendi ile tepki gösterirken bir de baktık ki, herkesten önce Mustafa Kirenci’yi getiren zatın onu desteklemesi gerekirken ve hatta prensip olarak kimse istemese bile Kirenci’nin kafasına giren kişi olarak tek başına bile kalsa ona sonsuz destek vermesi insani ve de ahlaki bir görev olması gerekirken birde ne görelim, Ali Rıza Efendi herkesten önce yeni adayı destekliyor. Hayrullah Efendi bunun doğru olmadığını tavsiye edip yanlış yapmaması gerektiğini söylediğinde Ali Rıza’nın cevabı “efendim ben konjonktüre göre hareket ederim” demesi milat olmuştu. Bu zatın adı “Konjonktürel Ali Efendi” diye kayıtlara geçmişti. Ne yapalım kimsenin yaptığı yanına kar kalmıyor yeter ki iftira olmasın. Her şey mutlaka bir şekilde kayıt altına alınmaktadır. Bizde bu adi oyundan çok etkilenmiştik. Yapacak tek şey vardı. Kadroyu ifsad etmek ne sana ne de bana.
Zaten beşeri olarak Ali Rıza Efendi beni bayağı psikolojik bir şekilde rahatsız ediyordu. Daha işe ilk başladığımda bana üç defa üst üste as turizmden biletini aldırmıştı. Kesinlikle pulunu ödemezdi. O sadece almaya alışmıştı. Aldığı eğitim öyleydi. Bir atasözümüzde “ölünün gözünden yaş, hocanın evinden aş çıkmaz” dı. Selahattin Efendi ile Hayrullah Efendi’nin odasına kerhen kabul buyrulmuştu. Adab-ı muaşeret yoktu. Sürekli ikram edilmekten hoşlanırdı. Sabahleyin selamla içeri girer girmez ilk yaptığı iş, müsaade istemeden kalemimizi alır ve bir daha vermezdi. Bunu tabii hakkı olarak kabul ederdi. Buna tahammülüm kalmamıştı. Bizden on yaş büyük olduğundan ikaz etmeye de utanırdık. Ancak o hiçbir şeye utanmazdı. Bir gün çare olarak tahtakaleye gidip yüz tane ucuz adi kalem satın aldım, çareyi ona her gün bir kalem vermekte bulduysam da bu işin sonu da gelmeyecekti. Neticede zavallı bize hava atmaya da başlamıştı. Bir gün odamda otururken bana “dışarı çık, işim var” dedi. Bu benim çok ağırıma gitmişti. Bitişik odaya giderek iki saat bekledim. Bilahare görüştüğümüzde “Hayrullah üzüldün mü?”; “yok” dedim, çünkü “köylüsün kiminle nerede, ne zaman nasıl ne konuşulur bilmezsin, mazur sayılırsın” dedim. Ve odalarımızı ayırarak küstüm ve bir daha kıyamete kadar onunla barışmamaya azmü, cezmü kasdettim. Oh be kurtulmak varmış. Bilahare Hayrullah beyin muid, müderris olması onu pişman etmiş, ısrarla barışmak için elçiler gönderse de nafile. Çünkü o yardımcı muid Hayrullah ile değil, müderris Hayrullah ile barışıp onu kaldığı yerden kullanma amacındaydı, niyeti halis değildi. Yıllar geçiyordu Ali Rıza müzmin bir muid olmuştu. Bir türlü müderrislik kadrosuna vasıl olamıyordu. İnanın, vallahi ve billahi camianın hademelerinden başlayarak ulaşabildiği bütün ins ve cinse yüz sürerek kadrosunun verilmesi için yalvardı ve nihayet emeline vasıl oldu. Tabi bu yeterli olmuyordu. Çok gezmeye ve yine çok konuşmaya başladı. Ama yine tatmin olmuyordu. Çünkü herkes için söylüyorum, adam olmak için bunlara gerek yoktu. Hazret şimdilerde erasmus muvacevesinde her ay yurt dışında bir gariban gurbetçi işçi bularak evine sükûn ediyordu. Hocam yeter artık, Azrail bey seninde adresini soruyor, dikkat et olur mu?
Tavsiye Efendi zaman zaman muhtaç talebelere para toplarken onun on üç yıldır ücrete gark ettiği Ali Rıza Efendiden kuruş alamayıp, Hayrullah Efendinin olmayan parasına güvenerek hasenatta bulunmuş, buna rağmen Ali Rıza aşkına toz kondurmamıştır. Buna aşk derler metafizik bir şey. Anadolu’da birisi tezeğe âşık olmuş, on beş sene cebinde taşımış, yüreği soğumayınca suya koymuş suyunu içmiş, vatana millete hayırlı olsun.
O özetle dostunun düşmanı, düşmanının da dostudur. Ona düşman olduğunuz gün, kendinizi garantiye almışsınız demektir. Çünkü o artık sürekli size hizmet sunacaktır. Ama kazara ona dost olduysanız bitmeyen ve tükenmeyen lüzumsuz angaryalar için şimdiden kolay gelsin diyoruz. Buna müşahhas misal verecek olursak benim hastalanmam ve iflah olmamam için gösterdiği hizmetler ve gayretler unutulmayacak kadar büyüktür. Düşmanlarına gelince kürsüsünü kapatmak için gizli ve açıktan çalışan iki kişinin çocuğuna ihtiyaçları olmadığı halde eğitimlerinin sonuna kadar sürecek olan burslar bağlattığına ve ailelerine ciddi nakdi yardımlar yaptırdığına ve zatına gelen ciddi miktarda pulların düşmanın kesesine nasıl tahvil edildiğine bizzat şahidim gerekirse söylerim.
Selahattin Efendi bazen beni vasıtasıyla otele bırakırdı. Bir defasında yine beni yatakhaneye bırakıp evine gitmişti. Ben de uyumuştum, gece saat tam iki sularında Hacı ve Tavsiye beyler heyecanla kapımı çalıyorlardı. Derin uykudan uyandım: “buyurun benden ne istiyorsunuz?” dedim. Mahcup bir şekilde “hiç” dediler ve zurnaları ellerinde kalmıştı. Meğer zavallılar biz Selahattin ile toplantı yapıyormuşuz ve ihtilal yapacakmışız zehabına kapılmışlardı. Büyük bir ihtimalle bu Hacı’nın kurgusuydu. Çünkü herkesi kendisi gibi zannediyordu. Bir defasında Fikri Efendi de kendi kudretiyle gezegenimize çıkıyorlardı. Hacı Efendi yine hırlayarak “bakın bakın Hayrullah kadrolaşıyor” diye fitne çıkarmıştı. Evet, Hacı gitti, yıllar geçti sonuçta böyle bir emelimin olmadığı ortaya çıktı. Hayrullah ferden ferda çalışan sadece kendi işine bakan kimse kendisine sataşmadığı takdirde kimsenin işine karışmayan sadece ve sadece en büyük kudret sahibi Çalapla iş tutan bir zattı, hepsi bu kadar. Ama aldığım haberlere göre, Hacı Efendi gittiği üçüncü dünya ülkesinde de alışkanlıklarını sürdürdüğü ve başının ciddi bir şekilde belada olduğu her türlü nemaya karşın huzur bulamadığı gerçeğidir. Şüphesiz herkes kendi hesabını verecektir.
Bu gezegene geldiğime bin pişman olmuştum. Geri dönmeyi düşünsem de eşeğe binmek bir ayıp, eşekten inmek bin ayıp misali dayanmanın ve tahammül göstermenin gerektiği kanaatindeydim. Gezegenler arası yaptığımız seyahatler esnasında bize vaazı nasihatte bulunan Şeyhül Müderrisin Sabahattin Efendi’nin hizmette mukavemet telkinleri bizi adeta kavi kılıyordu. Pirifâni, olduğu ve bu gezegene çıkmaya hiçbir ihtiyacı olmadığı halde onun bu hizmet aşkı bizi sürekli mücadele etmeye teşvik etmiş ve moral vermiştir. Kendilerine minnet borcumuzu arz eder sağlık ve uzun ömürler dileriz.
Bir gün Sabahattin Efendi “müşekkel ve müheykel Hayrullah, iki aydır yoksun” diye sordu. “Hocam titreme hastalığına tutuldum” deyince; “geçmiş olsun bu işin üstadı bizim Ayhan Efendi idi ama kesemizden gitti vefat etti” dedi. Hayrullah da “hocam kendisiyle tanışırdık” ancak nafile. O akşam eve dönüp yattım rüyamda Ayhan Efendinin Laleli’deki şifahanesindeyim, o azgın hemşire de orada bana; “hoş geldin Hayrullah, hasta olmuşsun Çarşamba günleri nöbet geçiriyorsun değil mi?” diyerek direk reçetemi yazmaya başladı. Ben “hocam hastalığımı anlatayım” dediysem de beni dinlemeden reçetemi yazıp verdi. Unutmamak için uyanır uyanmaz hemen yazdım. Bir kilo kestaneyi haşlayıp püre yaptıktan sonra bir kilo hakiki balla karıştırıp sabahleyin aç karnına ve akşamleyin uyumadan hemen önce bir çorba kaşığı yememi tavsiye etmişti. Kestane mevsimi geçmişti, bütün manavları gezdim birisi “evladım bir kilo kalmıştı bir hasta satın aldı kullanacakmış” dedi, bende “ne hastası” diye sorunca “beyinle ilgili bir şey” cevabını alınca “adres doğru herhalde iyi yoldayız” dedim. Tam o günlerde İstanbul uzmanı olan sayın Prof. Dr. Haluk Dursun bir TV programında İstanbul’un özelliklerini anlatıyordu. (Bu günlerde de duydum ki, İstanbul Kültür müdürü olmuş diyebilirim ki, bu hükümetin yaptığı en doğru atamalardan birisidir.) Sırada atkestanesi vardı. Atkestanesinin İstanbul’umuzun asli unsurlarından olduğunu ve özelliklerini anlattıktan sonra bu ismi Osmanlı döneminde saralı atlara yedirilerek tedavi edildiği için atkestanesi veya eşek kestanesi ismini aldığını ifade etti. Atlarda büyük ölçüde insanların yakalandığı hastalıklardan etkilenirler. Bu tespit Ayhan Efendinin reçetesinin doğrular mahiyettedir. Epey gezdikten sonra bir kilo kestaneyle balı bulup bir karışım meydana getirdim. Sonuçta katı bir karışım olmasını beklerken sıvı bir ilaç ortaya çıktı. Günlerce bu ilacı kullandım ve bayağı faydasını da gördüm. Ayhan Efendinin yardımcısı olan Prof. Balcıya Kanaat Lokantasında tesadüfen görüp anlattıysam da iyi bir tepki alamadım. Bilahare anlattığım bazı gureba biz de tatbik ettik şifa bulduk dediler. Tam bu esnada kestaneyle ilgili araştırmalarda bulundum. Meğer kestanede bol miktarda potasyum varmış bu da beynin sigorta atmasını engelliyormuş. Çocukluğumda kestaneyi çok severdim amma 100 veya 200 gramdan fazlasını almaya paramız yetmezdi. Yaşım ilerleyince kestanenin bol yetiştiği bölgelerde de yine gramla kestane satıldığına şahit olunca bu işin fakirlik veya zenginlikle alakası olmadığını gördüm. Meğer kestanenin az yenmesi gerektiği için bu sistem kurulmuş ve halen devam ediyormuş. Ancak kimse hikmetinden sual etmiyor. Kestanede bol miktarda bulunan potasyum beyini yavaşlatıyor kan dolaşımını da kasları da etkiliyor. Günümüzde büyük devlet adamları da bu şekilde öldürülebiliyor. Mesela çorbasına bol miktarda patates, kestane potasyumu yüklenerek kişide hiçbir iz ve şüphe bırakmadan insanı öldürebiliyorlarmış. Tabi rüya ile amel edilemez ancak düşen bilir hastaların derdini. Hasta gökte uçan kuştan bile medet umar. Bu meydan muharebesinde Hira Efendi de gazi olmuşlardı.
Osman ise sürekli stres yapar ve sürekli ikili oynar, ancak beceremez yüzüne gözüne bulaştırırdı. Meramını direkt değil rüyalarıyla ifade eder, daima şer cephesinin dava vekilliğini üstlenirdi. Kendisini kaç defa ipten aldık ise de nafile. Onun Kevazımat aşkı dillere destandı. En şiddetli temennim onların bir an önce aynı kürsüyü paylaşmasıdır. Osman Efendi bir mazlum gördüğünde ona eman vermez ve hemen tepesine binerdi. Bunu da hukukullah adına yaptığını söylerdi. Ancak bir zalim veya sahipli bir it göründüğünde hemen firari zaruri bir hayat tarzı olarak kabul etmişti. Hele hele onun milli vazifesini sahibinden gizli yapması az kalsın mahvü perişan edecekti.
Yine kürsüde Gökçen adında biri var idi. Mazlum görünmesine karşı çekilmiş ok gibiydi. Her zaman dik durmasını bilmiş Ebu cehile ve evlatlarına pabuç bırakmamıştır. Bu meziyetlerinden dolayı onu unutmak mümkün değil. Kaldı ki o Dandanakan Savaşı’nda üç kefereyi katledip kendisine dönmenin hükümdarı tarafından kahramanlık payesi verilmiştir. Bir neferimiz de şimendifer savaşında şehit düştü Kırıkkale’de medfundur. Kendisine rahmetler diliyoruz.
Ebu Cehil’in öz evladı Cemşit Efendi ise her türlü müzevircilikte ihtisas buyurmuşlardı. Bir gün savaş esnasında benim engürü cephemi, mevzimi düşmana ihbar etmiş ve hezimete uğramıştı. Zurnası elinde kalmıştı. Düşman önemli ölçüde denize dökülmüş kimi de eman dileyerek sürgüne razı olmuşlardı. Tabi su uyur düşman uyumaz her zamanki gibi tedbirlerimizi alıp mevzilerimizi muntazaman beklemek gerekiyordu. Biz kimseye taarruz etmedik, ancak bütün mevzilerimizi de fazlasıyla savunduk.
Bu meyanda hanif dinininden üyemiz Taşboğa hazretlerinin hizmetlerini de unutamayız. O da savaşta ve barışta daima dik durmasını başaran kardeşlerimizden olmuştur. Bu gezegende her yerde olduğu gibi çok güzel insanlar da vardı, pek tabidir ki isim listesi yapmak onların açısından hedef olmamaları bakımından doğru değildi. Ama misal verecek olursak Alman ekolünden Tosunzade Muharrem Efendiyi unutmak mümkün değil. Muharrem Efendi sürekli hayatını mazlumlardan yana ortaya koymuş erdemli bir zat. O ve onun gibileri unutmak mümkün değil. Hepsine medyunu şükranız. Ama bu meyanda neseb-i gayri sahih olanları da Tanrı’ya havale ediyoruz. Çünkü onları biz değil, Tanrı yarattı. Hesaplarını da kendisi görecektir. Suya sabuna dokunmayan zevat-ı kiramı kimseye zarar vermedikleri için kendilerine teşekkürlerimi sunarım, ancak tarih iyilerden ve kötülerden bahseder. Tavşan necasetlileri kesinlikle kayıt altına almaz bu da bir bilimsel kural biz de bu kurala uymak mecburiyetindeyiz.
Müzekki Efendi ise istimal gezegeninden gelmekteydi. Kendisi hem medrese hem de modern mekteplerden eğitim almıştı. Akademisyenliğin zirvesine çıkmıştı. Orhaniye ekolüne mensup olduğundan dolayı bu inanca göre para harcamak küfür derecesinde günahtı. Bu ekole göre çevresine pul harcatmak büyük sevap ve insanlık vazifesi olduğundan naşi bütün masraflarını çevresindeki varlıklara yaptırmak ve kendi pullarını yatırıma çevirmek iman mesabesindeydi. Bunlar pul harcadıkları takdirde imandan gayri musallah olacaklarından çok titiz ve dikkatli olmak mecburiyetinde idiler.
Bir defasında Müzekki ile uluslar arası bir grup seyahatimizde idrar parası dâhil bir kuruş harcamadan bir hafta düeli muazzamayı dolaşıp geldiğimize bizzat şahit olmuşumdur. Müzekki Efendinin Saraybosna’daki konferansını hatırladıkça içim ürperiyor. Sebebini kendisi çok daha iyi bilir.
Müzekki sürekli gezegenler arası seyahatte bulunur ailece veya konvoy şeklinde turizm yapar. Çantasında bir defteri kebiri vardır. Orada istimal edilebilecek bütün ins ve cinin adresleri yazılıdır. Bütün seyahatlerini beleşe getirdiği gibi kâra geçme de hedeflenirdi. En azından beleş hedefi tutturulduğu gibi çoğu zaman zoraki hediyeler onu kâra da geçirmiştir. Bu adet ona Osmanlı cer kültüründen miras kalmıştı, ancak cer’in bir makul sınırı olduğu halde bunun sınırı yoktu. Mesela bir defasında memleketi olan Of’a revan olurken yolda Dürrül Elvan Şeyhül Müsakeşe Efendi’ye sükûn etmişti. Dürrül Elvan kendi evini onlara açtığı halde pahalı bir otele geçmeyi tercih etmiş, günlerce orada kaldıktan sonra batı eğitimi almış olan oğlu hesabı ödeyecekken Müzekki “Hayır oğlum sen bırak Dürrül Elvan ödesin yoksa günah olur.” Bi çare kalan Dürrül Elvan iki maaşını peşinen ve kerhen ikram eder. O bir sohbet esnasında “aslında bütün insanların bir bakıma emperyalist olduğunu” ifade ederek yaptıklarının makul olduğunu savunuyordu. Buna Şark-i Perinçek bile hayret etmişti.
Evet, Müzekki Efendinin bu ses ve koku alma duyuları çok hassastı. Nereden bir imkân sesi gelse duyar nerden bir kebap kokusu gelse koklar ve hemen plan ve program yapmadan yola revan olurdu. Çünkü “göç yolda dizilirdi”. Bir gün bizim Saktürün gezegeninin imkân ve kebap kokusunu alan Müzekki Efendi birden şimşek hızıyla karşımıza dikildi. Biz de bu gezegende daha yeni ve acemiydik. Müzekki buraları çok münbit ve makul bulmuştu. Uzun yıllar buralarda nemalanmayı ve hatta yerleşmeyi tahayyül ediyordu. Müzekki bu istimal konularında öyle bir uzmanlaşmıştı ki bir insana baktığında onu ne kadar istimal edebileceğini anında kestirirdi. Eğer zavallının bir varlığı yoksa da onu hemen çöp kutusuna atar bir daha muhatap olmazdı. Kazım Paşa köşk malikânesinde Müzekki’ye ikram edilen mükellef köfte sofrası onu zıvanadan çıkarmıştı. Her hafta yediği beş kişilik köfte ve zerzevatı onu Asithane'ye döndüğünde mide fesatına uğratıyor, biraz iyileşip öbür hafta kaldığı yerden tekrar devam ettiriyordu. Sezeni Ruha-i Efendi de haklı olarak: “Yahu evladım siz buna ne yediriyorsunuz ki, her dönüşünde ağır hastalanıyor.” Ziyafetler muhtelif yerlerde tam yedi sene devam etti. Öyle bir ücret biriktirdi ki bir defasında aldığı üçüncü vasıtasını sizin ücretle aldım demişti.
Saktürün gezegenine istisnasız her hafta gelir, biletini As Turizmden bize aldırır, dönüş biletini tekrar aldırır, öğleyin medresenin yemeğini beğenmez beni malikanelere götürün der, biz de utandığımız için hayır diyemeyiz. Fırsattan istifade bütün hazirunu toplar, gelin alayı gibi konvoylar oluşur. Yemeğe gidilir, en ağır etler midelere indirilir, bir defa Hayrullah, bir defa Tavsiye, çok seyrek de olsa Hacı ve diğerleri ödemek zorunda kalırlar. Yemekten önce ve sonra gelsin mekkulatlar ve meşrubatlar. Külliyenin tuvaletleri ve cartınları bayram ediyor, her hafta bir helâ anahtarı unutarak cebine kor, Dersaadet’e götürürdü, ona anahtar vermekten bıktık, otuz anahtar bastırıp her hafta bir tanesini kendisine vermekte çareyi bulmuştuk. Bir defasında da Dürrülelvan anahtarı ağır bir alete bağlayarak kendisine vermekte çareyi bulmuştu. Öyle bir vakumlama ki zamanı zemini insanı her şeyi en milimetrik noktasına kadar sınır tanımadan kullanıyordu. Herhalde bize büyü yaptırmıştı. (Of’lu hocaya) Gençliğimiz bize tahammül ettirmişti, bugünkü gibi olsa kendimi bu kadar istismar ettirmezdim. Zaten yaşım kemaline erdiğinden, telafi babından, kendimi Çalab'a affettirmek için yazıyorum.
Gerçi o istimal konusunda bir deha idi. Bize sürekli ileride ikinci Dandanakan Savaşı çıkacağını o zaman çok kıtlık olacağını, size bol arpa ve saman vereceğini vaat ederek bizi teselli ediyordu.
Kürsümüzde olağan üstü bir kalabalık, heyecan ve hareketlilik görülüyordu. Tabi bu kadar ahmakça ikram bütün çevrenin iştahını kabartıyor, her gelen de nemalanıyordu. Düşman da bizim çok büyük faaliyetler yaptığımızı zannedip, Müzekki Efendiyi tam yedi senelik hizmetlerinden sonra senato meclisi kararıyla medreseye girmesine yasak getirtmişti.
Çalap dilerse dinine kâfirler tarafından da hizmet ettirir misali düşman zevat bize kötülük yapacakları ümidiyle en büyük iyilikte bulunmuşlardı. Oh be kurtulmuştuk en büyük istimal belasından. Ama halimiz ve takatimiz de kalmamıştı. Kürsüde ücretler düşmüş iç ve dış hainler bütün güçleriyle saldırıya geçmişlerdi.
Bu meyanda Asithane'de karşılaştığımız Müzekki içini çekerek “Ah o ne günlerdi, kürsünüzü bu gezegenin en meşhur merkezi yapacaktım” diyerek her defasında serzenişte bulunurdu. Hayrullah Efendi gerekirse Müzekki hakkında bir kitap kaleme alıp, Nobel’e başvurabilirdi. Ancak bunları sinesine çekip tam oturacakken Müzekki yine boş duramadı, eski alışkanlıklarını kıtalar arası da olsa uygulamaya devam etti. Bunu da hoş gören Hayrullah son Kurban Bayramında Müzekki’nin bütün bu istimallere karşın “seni silerim” diyerek tazarrur etmesi ve hayvan pazarında bir yiğidi iki ite trampa etmesi kısa da olsa bu muhtasar bilgiyi ilim dünyasına kazandırmayı milli bir vezaif olarak telakki etti.
Çok derin bir müderris olan Müzekki Efendi kul hakkının ne kadar ağır olduğunu mutlaka biliyordu. Bu kadar pervazsızca nemalanmakta beis görmeyen hoca Efendinin mutlaka kitapta yerini görmüş olması gerektir. Bize de bu yeri göstermediğinden dolayı, bütün milli ve manevi haklarımı kendisine haram ediyoruz ve hiçbir mahkemede duruşmaya katılmamak üzere ve hiçbir organizasyonda beraber olmamak kaydı şartıyla elveda.
Özetle Müzekki Efendinin hayatı bir bakıma tazakkum ve defü hacet Savaşı’na dönmüştü. Bir ömür doldur boşalt. Hakikaten onu hiçbir yerde ve hiçbir zaman bir şeyler yemeden durduğuna şahit olunmamıştır. Bu çalışma bir durum tespitinden ibarettir ve şüphesiz ki eksiklerimiz vardır; ancak kimse kusura kalmasın kimsenin layık olmadığı sıfatları hatır için yazma eblehiyetinde de değiliz. Bizi kızdıran olursa her şeyi yazarız. Yoksa burada kalmayı tercih ediyoruz. Bu kısa özetlerin hepsinin doğru olduğunu da kalıbımızı basarız. En ufak bir mübalağa söz konusu değildir, eksiğimiz var, fazlamız yoktur.
Muhterem Müzekki Efendi her fırsatta herkese yaptığı iyilikleri cemaatin içinde yüksek sesle dillendirir ve onların bütün dünyalıklarını kendisine feda etmemelerinden yakınırdı. Sıra bu fakire gelmişti. Her türlü hakarete maruz bıraktıktan sonra sana iyilik yaptık diye tutturmaz mı?!!
Ben de cevaben Müzekki Bey yaptıklarınızı fazlasıyla ödedik demeyi kendime yakıştıramadım. Hırsını alamayan Müzekki son isteklerine hayır denmiş olmanın hıncıyla milletin içinde sana ne yapacağımı görürsün ve devam ederek benim akademik hedefimin son noktası ki bütün hayatımı ona göre şekillendirmiştim ve hayattan tek ve son beklentim olan müderrisliğini engelleyeceğim diyerek gerçek yüzünü ortaya koydu. Ne yapalım canım sağolsun vatanım ve milletim sağolsun. Müzekkinin vereceği müderris olmaktansa(hergün başa kakılacak) çok şerefli ve çok haysiyetli bir muallim olmayı tercih ederim. Ama müzekki sana geçmiş olsun ben eşek değilim bütün tedbirlerimi aldım, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Fakat sen zamanın gelip emaneti teslim edeceğin zaman nasıl öleceksin ve öbür tarafta ne yapacaksın çok ama çok merak ediyorum.
Bir ara Saktüründen Asitane’ye tatile gelmiştim. Yemekhanede kurufasülye kuyruğunda Müzekki ile karşılaştığımda kendisine on iki yıldan beri me’kulat ve meşrubat ikramımıza karşın bana git fişini al demesi hakikaten beni kahretmişti. Demek ki ben gerçekten eşekmişim ve hatta eşşekoğlu eşekmişim. Hey gidi Müzekki senin 2,5 ytl ne kadar kıymetliymiş, kendi makamında bile ikram diye bir düşüncen hayatta hiç ama hiç olmamış yazıklar olsun sana. Bir de en büyük Türküm diye ortalıkta dolanırsın. Ben ömrümde böyle Türk görmedim. Senin gibi arslan olmaktansa benim gibi eşek olmayı yeğlerim.
Ezher ulemasından Milli Ceride muharriri Dr. Lütfi Efendi müşarünileyh beyi ilk gördüğünde onu Roma esaretinde yaşayan ve hanlarda Romalı şövalyelerin atlarının bakımını yapan, ancak şövalyelere duyduğu kinden dolayı gizlice atları istimal eden zevata benzetirdi. Müzekki Efendinin başka bir hayat üslubu da önüne ne kadar taam koyarsanız koyun onun hiçbir ölçüsü yoktu. O sürekli götürü usulüyle beslenirdi.
Zekavet Efendi’nin de öbür istismarcılardan farkı yoktu. Beyefendi her yerde her mekân da eşraf takılır başkalarına hacıağalık yaptırma huysuzluğuyla maruf idi. Bir defasında kendi bölgesini toplu olarak geziyorduk. Hassaten her bölgenin ya kendisinin ya da akrabalarının olduğunu vurgulayarak anlatıp fark atmaya çalışıyordu.
Meşhur Akçaabat köftecisine uğramıştık ki buranın kendilerinin olduğunu seslendiren Zekavet Efendiye cemaat-ı mezbure, “Tamam anlaşıldı öyleyse hesapları sen ödüyorsun” denilince ömründe hiç başına gelmemiş bir felaketle karşılaşınca para yok, Dolar yok borca falan derken onun bu alışkanlıklarına yıllarca maruz kalan hazirun onun bu ızdırabından zevk almaya çalışmıştı. Bu olay bana yıllar önceki Ali Rıza Efendiyi hatırlatmıştı. Hayırlısı…
Ali Rıza Efendi, çekirdekten yetişme molla olduğundan dolayı müzekki ile başa baş giderlerdi. İstimal edilecek acemi birileri varsa onu hemen çarpar ancak bu arada da daha büyük profesyonellere çarpılmamak için hemen tebdil-i mekân ederdi. Ayrıca Müzekkiye işi düştüğünde işini gördürene kadar kendini biraz istimal ettirip neticeye yaklaşınca ondan uzak durmayı bilirdi. Biz ise ayıp olur diye kaçamazdık. Benim biraz da olsa mazeretim vardı. Ancak Müzekkiye hocalık yapan Tavsiye Efendinin bu tarihi ve sürekli hamakatini hala anlayabilmiş değilim, vesselam.
Batılı Ahmet Efendi de sürekli kürsüde A.B.D. hatıralarını anlatır. Bir istimal fırsatı çıkarsa sessizce malı götürürdü. Düğün alayı gibi gerçekleşen davetlerde midesine bayağı zulüm yapardı.
Hayrullah Efendi 1996’da Saktürün gezegenine henüz yeni ayak basmıştı. Riyaset makamında bulunan müderris Tavsiye Efendi. Hayrullah benim Asitane’de işim var, yerime muallimler sendikasında küçük bir sohbet eder misin diye ricada bulundu. Hayrullah da kabul makamındaydı ve emredersiniz dedi. Hayrullah sohbete gittiğinde birde ne görsün Saktürün gezegeninin bütün eşrafı ile medya ve büyük bir salon, binlerce dinleyici. Eğer paşam Ferik Feyzullah Efendi ile istişare etmeyip hazırlıksız gitseymişim kepaze olacaktım. Neyse ki hazırlıklıydım. Yüzümüzün akıyla görevimizi ifa edip döndük. Hakikaten bu düşmana bile yapılamayacak bir davranıştı. Bile bile bu bir insana yapılabilecek en büyük kötülüktü. “Git on beş kişiye fıkra anlatır, sohbet eder dönersin” diyerek beni binlerce kişinin önünde rezil etmek ve bir bakıma burnumu sürtme operasyonuydu. Bilahere de akademik hayatımız da hep böyle tezgâhlara farkına vararak veya varmayarak maruz kalarak ömrümüz gelip geçti.
Tavsiye Efendi, bizim istemediğimiz bütün angaryalarını yüklenmiştir. Ancak bize zulüm ve haksızlık yapanlara yönelik olsun veya normal bir isteğimiz olsun bizi dinlememiştir. Ve iş böyle de devam edecektir. İnadına bize zulüm yapanlara taltif ve rütbe vermekten zevk duymuştur.
İç Anadolu’da kışlar çok sert geçer. Her tarafı buzlar kaplar saman ve arpa çok kıymetlidir. Masraf olmasın diye kış gelince sıpalar azat edilir. Bunların çoğu soğuktan ve açlıktan dolayı telef olurlar. Ancak bazıları fiziki dayanıklılığı sayesinde bahara kavuşurlar. Bahar mevsiminde her tarafta yeşillikler fışkırır. Hayvanların hiçbirinin masrafı olmaz, otlanarak hayatlarını idame ettirirler. Birde onlar artık iş hayvanı olmuş sıpalıktan eşekliğe terfi ettiklerinden herkes onları sahiplenip yararlanmak isterler.
Müderris Fikri Efendi de takriben 17 senelik dostluğumuz boyunca istisnasız hep kış mevsimleri geldiğinde küser, tekrar bahar mevsimine kavuştuğumuzda bizimle barışırdı. Tanrı’yla da arası çok iyi idi. Geceleri hay deyince başı tavana değerdi. Bir ömür boyunca bütün dengeleri tutturmak için bayağı zahmet çekerdi. Hele hele başınız belaya girmişse ondan istimdat dilememeniz için meşhur psikolojik taktikte olduğu gibi hiç vuku bulmamış bir olayı bahane ederek mesafe koymakta çok ama çok mahirdi. Halbuki bu kadarı da fazlaydı. Çünkü devlet idare etmiyordu. Neticede düz bir müderristi. Aldığı bu ciddi hayat tedbirlerinden çoğu boşuna gidiyordu. Eğer bu kabiliyetini önemli işlerde kullansaydı, riske girebilseydi, belki de şimdi ciddi bir devlet adamı olabilecekti. Fikri Efendinin bütün ömrü harp oyunu çalışmakla geçmiş bir ömür taktik ve teknik temrinleriyle doluydu. Ancak hocam ben seni eskiden çok sevmiştim, yine de hatırın var. Eğer Azrail Efendi adresini bana soracak olursa, yeni konağını bildiğim halde söylemeyeceğimden emin olabilirsiniz.
Turan ellerinin halis muhlis evladı, Turanizade Çakır Efendi de bu gezegenin esas rükünlerinden idi. Dünyadan bir hayır görmemişti. Ama tek bir zevki vardı. Bütün azat edilmiş eşekleri bahçesinde toplar onları 15 gün aç ve susuz bırakarak kavuşamayacakları mekânlara ot ve arpa koyarak bu hayvanları anırtıp, kamerayla tespit eder, bilahere dostlarına seyrettirirdi. Bir defasında muid adında üç zatı anırtırken şahit olup, çok mükedder olmuştum.
Bu esnada Doğu ve Batı medeniyeti arasında sıkışarak araform bir medeniyetin iki evladından da bahsetmek yerinde olacaktır. 1) Abdülçüş Efendi ki Ebu Cehil tarafından telef edilecekti şefaat ettik tam 7 sırtlanın ağzından kurtardım kendisini. On sene dolarlarla ayakkabılarımı silerdi beni ayarlamak için her türlü şaklabanlığı yapardı. Buna cümle âlem tanıktı. Üst üste 3 ihanet ve sürgünden dönen Ebu Cehili iştiyakla öpmesi onu müsektirleştirdi. Saniyen aynı ırka mensup Alloş Efendi de medyunu şükranlığını inkar için 25 senelik dostluğun üzerini kirletti. Tabi bunlar piç medeniyetin çocukları olduğundan genetiklerinin gereğini yapıyorlardı. Bunların amcazadeleri de Sultan Abdulhamid’in korumalarından Ahmet idi. Hergün sultanın husyelerini yağladıkları halde padişah tahttan indirilirken ilk tekmeyi o atmıştı. Bu soydan gelenler bir gün Ebu Cehile bir gün peygambere inanırlardı. Ebu cehil her zamanki gibi mağlup olunca Abdülçüş kapıma gelerek anırmaya başladı. Kendisine hainlerle işinin olmadığın ifade eden Hayrullah Efendi ona sektere fiilinin emri hazırını çekti. O da bunu yeni bir iltifat gibi sinesine çekti. O her zamanki gibi kabul edilmek için gerçekte hiçbir zaman olmayan izzet ve şerefini ayaklar altına almaya razı idi. Ancak tekerrüren kandıramaması, ateşini yükseltmişti. Olsun, it ürür, kervan yürür, Abdülçüş çüş olarak kalır.
Müderris Sezerizade Emin Efendi bu gezegenin özellerindendi. Bu gezegene aynı anda vasıl olduk. Ben Dandanakan’dan o da Çanakkale cephesinden gelmişti. Sözüne söz izine iz kavuşturmak mümkün değildi. Bir defasında bizi yine kıstırmıştı ki, iftara tam 15 dakika vardı, yakamızı bırakmadı. Kendilerine dedim ki, “üstadım, bize izin ver iftar yapalım sonra söz tam 6 saat seni dinleyeceğiz” desek de çaresiz kaldık, bitap kalmıştık dayanamadım kendisine; “herkese bir cinsi latif lazım, ama sana tam 4 tane almak farzdır.” ”Niçin” diye sorunca, “Bu kadar enerjiyi onlara harcarsın biz de kurtarırız”. Yine bir defasında iblis vakfında kendilerini takdim etmiştim. Büyük bir zevat-ı kiram iftarda dinlemeye başladılar. Tam sahura kadar devam etti. Sahur yapıp dağıldık. Tadına doymamışlardı. Bu mebusin ve müvekkilin takımı beni arayıp sordular, Emin hocayı tekrar getirebilir misin, isteğine hayır o şimdi Harvard üniversitesinde ders veriyor demiştim. Adamcağızlar haklıydı onu dinleyip, manyetik alanına girmemiş olmak mümkün değildi. Ancak tekrarı tezellüm veriyordu. Hele hele 3. harnameye olan aşkı ifade edilir gibi değildi. Hemen 50 sayfa eşek şiiri yazıp getirmiş bunu kitabın ortasına koyun, komutunu vermişti. Vesselam.
Bu gezegenin tekâmül tahsil etmiş yegâne müderrisi, şüphesiz ki Çetinzade Atilla Efendi idi. Bu müderrisi azam Osmanoğullarından bize tevarüs etmişti. Hayatı bir sanat gibi idame ettiriyordu. Sürekli Abdülhamitle hatıralarını sıralıyordu. Onun için her şeyin hatta her saatin bir anlamı vardı. Atilla Efendi’nin bütün saatleri doluydu o, randevuyla çalışırdı. Kendi ifadesiyle Cuma günü mutlaka Cuma namazını aksatmaz, cumartesi günü Hane-i Müsakeşeyi şereflendirir, Pazar günü Osmanlı hamamını ziyaret eder, göbek taşında ter attıktan sonra mutlaka Tokatlı Pala Bıyıklı Erol’a kese attırır. Dünyevi bütün pisliklerden arınmış ve bütün hazları tatmış, manevi âlemde de adeta nirvanaya yükselmiş, bir aşk ve de şevkle pazartesi günleri büyük anfide ilim ve irfan döktürürdü.
Kendisiyle ta Osmanoğullarının umumi müdürü olduğundan beri tanışırdım. Mürteza beyle arası çok iyi idi. O günlerde Mürteza yine düdüğü çalmış hocayı da umum müdürü yapmıştı. Hoca Efendi ilmin zirvesine çıkmış olmasına rağmen değeri anlaşılamayanlardandır. O bir isimsiz ve isimli kahramandır. Kendisine Serhad şehri Karstaki Hane-i Müsakeşe’yi tavsiye etmiştim. Ciddiye alıp, hemen yola revan olmuştu. Kars da iner inmez sormuş ve mudarebeye uğramıştı. Hayrullah Efendi’ye hediye gelen bütün müskiratı hemen besmeleyle midesine indirir ve bir defasında da Tekirdağ rakısıyla yaptığı banyo dillere destandır.
Anarükün müderris İpsizrecepzade Emin Efendi de bu gezegenin kapısına kilit vurmak üzere tevafüz edilmişti ki Hayrullah Efendinin cazibesine kapılarak tam dokuz seneden beri hizmetlerine devam etmektedir. Bu gezegende onun beşeri zaruretlerinin tekeffül edilmesi, saniyen ahaliyi ve coğrafyayı sevmesi mekânımızı şereflendirmesine büyük vesile olmuştur.
Bu gezegende bol miktarda müstemleke evladı da mevcuttu. Bunlar yapılan kötülüklerden korkar, ancak yapılan iyiliklere asla ve kat’a teşekkür etmezlerdi. Hiçbir dostluğun onlar için bir anlam ve ehemmiyeti yoktu. Bunların birer defter-i kebirleri vardı. Oraya sürekli yeni edindikleri güçlü zannettikleri zevatı kullanmak üzere kaydeder ve işlerinin bir daha düşmeyeceklerini zannettiklerini de kayıttan düşerlerdi. Sürekli güce ve güçlüye teslim olurlar ve ondan daha güçlüsünü görünce eskisine ihanet edip hemen onun yanında yer alırlardı. Bir ömürleri hep böyle geçerdi bunların çünkü ecdatları, ataları bütün gelmiş geçmiş ve gelecekleri hep böyle yapmıştı. Bu karakter onlara kalıtımla tevarüs etmiş ve genetikleşmişti. Binaenaleyh Talabaniyle, Barzaninin Saddam güç ve kudret sahibiyken televizyon ekranlarında sürekli omuzlarından öpmeleri gözlerimin önünden hiç gitmiyor. Adamcağız mahkûm olunca da daha güçlüsüyle işbirliği yapılarak bir devlet tarumar, mağlup Saddam da idam edildi.
Hâlbuki sürekli daha güçlüsünü buldukça Tanrı değiştirip gülünç duruma düşmektense kısa yoldan en güçlü ve en kudretli zat-ı muazzamanın önünde eğilerek bu akide problemini halledip hayat seyirlerini de kolaylaştırabilirlerdi. Bu meyanda Ebu Cehil camiamıza musallat olmuş her türlü fitne, fesat, iftira, haset, buğz ve entrika tam sürat işliyordu.
Yeni muid olmuştum, bu terfi bunları zıvanadan çıkarmıştı. Tek hedefleri beni bu gezegenden kovmaktı. Ebu Cehil’in riyasetinde birleşen azalar, sık sık toplanıp görüşmeler yapıp beni harcamak için bütün kurumlara iftira dolu dilekçeler sundular. Bunların çoğundan haberim olurdu ve tedbir alabiliyordum. Çünkü dedem Çanakkale savaşında Atatürk’ün neferiydi ona zor günlerinde kullanabileceği bir tetanos aşısı vermişti. Bende ondan almıştım tam bu esnada Tavsiye Efendinin can düşmanı olan müderris Biricik Efendi ikimizin beraberce özgürlük ceridesinde teşhir edilmemizi sağlamıştı. Bu bana yapılan en büyük iyilikti. Yoksa Tavsiye Efendi her zamanki gibi tavırsız olacaktı. Canı yanan Tavsiye Efendi kerhen de olsa yanımda yer alır gibiydi. Bana; “sakın ha konuşma, hiçbir müdahalede de bulunma. Benim biraderim taşocakları genel Başkanı gereken her şeyi yaparım” diye Hayrullahı rahatlattı. Basın kanunu gereğince 6 günde tedbir alınmasaydı, ipimiz çekiliyordu. Demek ki, yine sahibim benden vazgeçmemişti ki, As turizmdeydik Tavsiye Efendi’ye bir telefon geldi birden fırladı. A.B.D. den amcamın oğlu arıyor bana iş bulmuş gidiyorum dedi. Ben de hangi medresede deyince idadideyken döşemecinin yanında çalışmıştım, orada da aynı işi yapacağım deyince bu kavgada yine yalnız kaldığımı anlayıp başımın çaresine bakmaya çalıştım. Gereken görüşmeler neticesinde cerideci sözünü geri alınca müfteriler cezalandırılarak kendimi ve bütün gezegeni bu beladan kurtarmanın heyecanını yaşıyordum.
Her yerde olduğu gibi bu gezegende de mazlumin ve münafikun taifesi’de eksik değildi. Bu gezgenden birçok mahlûkat destur aldı. Kimisi mebus oldu, kimisi destar oldu. Bizim için de bütün aza ve cevahirler bir bakıma destan oldu.
Saktüründe reisül küttap hadidü züfera hazretleri ve başyaveri azamı İbrahim Efendilerin de hizmetleri azımsanmayacak kadar büyüktü. İstisnasız bütün personele kudurmamaları için acımasızca kuduz aşısı tatbik ederlerdi. Bu hizmetlerinden ötürü kendilerine medyunu şükranız.
Bu gezegende Dedem kam ve şaman hazretlerinden kalma zurnaya iman esasları vardı. Eğer biraz özgürlük istersen her gezegende olduğu gibi zurnaya iman gerekiyordu. Sen misin bende varım, diyeceksin öyleyse önce zurnaya iman, sonra normal hayata devam haydi bakalım çile dediğin buna derler, umursamaz olursan mesele yok tam bir eşek cenneti.
Bir zamanlar eşekçi Ali adında bir şerikimiz vardı. Pul toplamak için Sami Efendiyi ziyarete gittiğini işittik. Kendisini bir daha da gören olmadı. Az kalsın kayıtdışı kalacaktı.
Bu gezegende binlerce tecrübe kazandım amma bunların hiçbiri ne kalan ömrümde bana lazım olacak, ne de ahirette işime yarayacaktı. Sadece kazık yemiş olmanın verdiği tatlı birer acı olarak kalacaktı. Adeta çiğ köfte ziyafetinden birkaç saat sonra geçireceğiniz fasıla gibiydi.
Yazdıklarınız saçma da olsa 16 Mayıs günü saat 13 ‘de feylesof Poyrazzade Hakan Efendi tarafından taltif görmemiz bizi teselli etmiştir. Yine 14 Mayıs akşamı saat 20 sularında Üsküdar Valide Sultan Camii’nin önünden geçerken kerimeleriyle gezmeye çıkan müderris-i azam kutbul Aktab Ahmet Yüksel Özemre'nin “O, o, o büyük Harname'nin koca müellifi Hayrullah Şanzumi diye bize iltifat buyurmaları bizim için adeta ruhani bir marka tescili olmuştu. Aman Çalabım, bu ne saadet. Herhalde bu fakirin gönlünü almak için bu maddeten ve manen otorite şahsiyeti Allah görevlendirmişti. Ona başka birisi bunu söyletmeye cüret edemezdi.
Ya eyyühel hazirunülvüleda, Tolga, Mehmet, Pınar ve Hasan zemin çok kaygandır. Aman dere çok serin ve kaygandır. Bu gezegende bırakın ayakta durmayı nefes almak bile kalmıştır elinde zalimin. Aman ha derim, aman ha! Gerçi Hayati de hayat inşallah vardır derim, çünkü o Ankara’dan gelmiştir, her şeyi bilir kafası tamamen serin derim. Size adınız dedikoduya hiç karışmasın ha derim!
Müşarünileyh de bir kitap yazıp bizi her şeyde suçlayabilirler(iftira hakları saklı kalmak şartıyla) ama kimse bize hırsız, arsız, sahtekâr veya istismarcı vs. diyemez. Ancak bize deli diyebilirler. El hak doğrudur. Çünkü akıllı bir insanın bu kadar istimal edilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh bir deli bu kadar istismar edilebilir ki, bunu da biz şerefle kabul ediyoruz.
Zaman bütün zorluklara rağmen bizden aldıkları ve bize verdikleriyle beraber hızla geldi, geçti. Muid yardımcılığı, muidlik ve on sene sonra müderrislik faslı. Bir taraftan Müzekki Efendi gibi bizi cepheden vurmaya çalışanlar, bir taraftan da harici ve dahili bedbahtlar şeytanla işbirliği içinde büyük bir fırtına koparmışlardı. Meğer adetmiş tabiatıyla gelenekselleşmiş eğer soyunuzda ilk müderris iseniz bu iş çok zor olurmuş. Adeta savaşta ilk cephede savaşanlar gibi hemen şehadet şerbeti içilebiliyormuş. Olsun karlı bir iş. Ya müderris olacaktık ya da şehit onun için her türlü sonuca razı olarak mücadelemize devam ettik.
Bu kavgada bütün dostlar ve düşmanlar hemen beliriveriyor. Bir de münafık takımı var ki, kapalı kapılar arkasında aleyhinize çalışırlar, yüzünüze karşı da sizi desteklerler. Söz konusu hedefinize her şeye rağmen ve bütün engellemelerine karşı kavuştuğunuzda da bu zavallılar hiç ama hiç utanmadan gelir, size sarılır, sizi tebrik ederler ve sizi eşek zannederler. Hâlbuki cin dünyasıyla içli dışlı olan insanlar için hiçbir şey sır değildir. Eğer biz bu cinleri kullansak ve bunlardan yardım istesek, adamın kıçında kaç tane beni olduğunu bile öğrenebilecek yeteneğe sahibiz. Tabi her şeyin bir zamanı var. Tanrı güçlüden yana değil, haklıdan yana tavrını koyacaktır. Biz buna inanmışız.
Evet, bu gezegende her türlü tetebbuatı yaptım. Her şeyi araştırdım, inceledim bütün dokuyu tanıdım, mesleğimde de gelebileceğim en son akademik noktaya geldim. Artık bundan sonrası tekrarlardan ibaret olsa gerek. Başta yüce Çalabıma ve bütün mahlûkata veremeyecek hesabım yoktur. Bana haksız yere musallat olanları ona havale ederek veda saatimi gözlemekten başka hiçbir beklentim olmadığını zevkle ifade ettikten sonra elveda. Her şeye rağmen güzel Saktürün gezegeninden elveda diyorum.
Haşiye: Vaktaki kaleme aldıklarımız okunmaya başlanıp yankı getirdikten sonra herkesin maskesi düşmüş Tavsiye Efendi ve ihvanı büyük kampanyalar icra ederek bizi bir kaşık suda boğmağa tevessül edip özetle ecmaine bu adam delidir propagandasına başladıklarında eblehat bize tavırlanmış biz de acil durum ilanıyla bunu son Dandanakan savaşı olarak kabullenip bütün gemileri yakarak TV programlarını bile ayarlamış olup son keskin huruç harekatımıza başlamıştık. Duruma muttali olan Müzekki, Zekavet, Tavsiye Efendiler bu amansız kavgada mahvü perişan olacaklarını fehmedip beyaz bayrak çektiler. Biz de savaşçı bir gelenekten geldiğimizden ötürü beyaz bayrağa saldırmadık. Ancak her türlü fitne harekâtına karşı müteyakkız olduğumuzu davamıza kellemizi koyduğumuz gibi yüce Çalab’ın olgunlaşmış kelle avcısı olduğunu da unutmayalım. İki testiyi birbirine vurursanız biri kırılır ötekisi de en azından çatlar. Eninde sonunda hak kuvvettir, haksız güç felakettir.
Muhtasaran;
Allah c.c. en büyük
Tavsiye rahmetli oldu
Öbürleri sadece seyirci kaldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder