Güzel Anadolu’muzun güzel şehirlerinden Giresun’un Espiye ilçesinin dağlarının zirvesinde bulunan Avluca köyüne İptidaiye Muallimi olmuştum. Espiye’den kamyonla bir yere kadar gittikten sonra yol bitmiş patika bir yoldan devam ediyorduk. Birkaç tane köylüyle beraber zaman zaman derelerin üstüne atılmış uzun çam ağaçlarının üzerinden adeta cambaz gibi geçiyorduk. Köylüler alışkın olduğu için kolay geçiyorlardı. Bazen ben de ağaçlara sarılarak sürünerek geçiyordum. Köylüler benimle istihza ediyorlardı. Bayağı yol aldıktan sonra köye vasıl olduk.
Menderes döneminden kalma bir odalık bir okul. Bilahare onu da sel alınca ahırdan bozma bir oda da ders yapıyorduk. Kalacak yerim yoktu. Muhtar Efendi, “Maaşını bana ver sana bakayım” demişti. O zaman o köye senede beş kilo sabun girmediğini, fakr-u zaruret içinde olduğunu, çaresini bulanların bir şekilde gurbete ekmek parası kazanmak için gittiklerini söylerlerdi. Orada kalanlar da biraz mısır biraz da orman imkanlarından istifade ederek yarı aç yarı tok hayatlarını sürdürdüklerini yaşayarak görerek yerinde tespit ettim. Her gün benden borç para isteniyordu. Hem yokluk hem de bu yokluğun verdiği manevi huzursuzluk beni derinden etkiliyordu.
Muallim olduğum bu köyde her zaman olduğu gibi bir eve misafir olmuştum. Genellikle kışın herkes bir odada yatardı. Beni pencerenin önüne yatırdılar, ev sahipleri çocuklarını da aramıza yatırdılar. Ebeveyn de kapının önündeki bir mekana yattılar. Bit ve pire beni bir türlü uyutmuyordu. Ancak kimseyi rahatsız etmemek içinde uyuyormuş gibi yapmam gerektiğine inanıyordum.
Mehtap içeri birazcık olsun aydınlatıyordu. Bir süre sonra evin sahibi baba yüksek sesle Salâvat getirmeye başlamıştı ve bilahare yorgan yarım metre kadar yükselerek ileri geri gidip gelmekteydi. Ben bu maruz kaldığım olaylardan da şu sonuca varmıştım. “Benim milletimin evlatları savaşırken, dövüşürken, tarlada çalışırken, ibadet yaparken olduğu gibi sevişirken de Salâvat getirerek, Ey Muhammed! Şu anda icra-i faaliyet yapıyor ve senin ümmetin olacak bir zatın temelini atıyoruz sadedinden haberin olsun ha! Diyerek Salâvat getiriyorlardı” diyorum. Yoksa olmayan aklımı yitirir işin içinden bir türlü çıkamazdım.
Birkaç defa tayinimi başka bir yere çıkarma teşebbüsünde bulunduysam da orada en az dört sene kalmadan böyle bir imkanın olamayacağını öğrendim. Nasıl olsa buradan alacağım maaştan bir hayır göremeyeceğimi, hepsini dağıtacağımı, bir de üstüne üstlük sefalet çekeceğimi düşünerek mağdur ve mazlum vaziyetime rağmen aynı çileyi ilimle çekmeye ve bir yıl önce kazanıp kayıt yaptırdığım Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki talebeliğime dönmekte karar kılmıştım. Benim için çok zor olan bu kararımı verip istifa ettikten sonra gemileri tekrar yakıp Erzurum vilayetine bilet alıp yola revan olmuştum. Otobüsümüz Hamsiköy’de mola vermiş oranın meşhur sütlacından taam eyledikten sonra bir torba da fındık alıp tekrar otobüse binmiştik. Yollar yılan gibi kıvrılıyor yüreğimiz ağzımıza geliyordu. Vakta ki Kop ve Zigana dağlarının zirvesine çıktığımızda romatizmadan mütevellit sancılanan dizlerimdeki ağrıların birden geçtiğini hissettim.
Artık bundan sona nemden kurtulmuş Erzurum’un kuru soğuğuyla mücadele edecektik. Kendisini zorla ikna edip medreseye avdet ettirdiğim hemşehrimi ve idadiden sınıf arkadaşım kıymetli Zeynel Efendiyle bir süre bir evde kaldıktan sonra on beş kişilik bir arkadaş gurubu olarak İstanbulkapıda üç daire kiraladık. Ev yeni idi, çok güzeldi velhasıl çok sevinmiştik. Meğer Erzurumlular yeni evlerin sağlıklarına uygun olmadığı için kiraya verirlermiş. Yeni evimiz Üniversiteye de yakındı, yürüyerek gidip gelebiliyorduk. Bir taraftan Erzurum’un tarihi mekânlarını ziyaret ediyorduk, bir taraftan da gücümüz nispetinde mekulat ve meşrubat hakkımızı kullanıyorduk. Üniversitenin önünde büyük bir abide, onun da önünde üç tane direği vardı. Erzurum’daki gurbetçiler bunların birinin öğrencilere, birinin memurlara, birinin de askerlere atfedildiğini söyleyerek istihza ederlerdi.
A.B.D. liler Erzurum’a geldiklerinde, “Devletiniz sizi buraya mecburi ikamete mi tabi tuttu” demişler. Erzumlular da “Hayır” demiş, A.B.D. liler “Öyleyse size burada ikamet karşılığında vergi muafiyeti mi getirdiler”. Erzurumlular buna da “Hayır, biz isteyerek severek burada oturuyoruz. Vergimizi de fazlasıyla ödüyoruz” deyince, A.B.D.liler hayretten dona kalmışlar.
Vaktaki soğuk kış günleri gelip çattığında bol miktarda odun ve kömür satın alıp yaktığımız halde bir türlü ısınamadık. Kışın Erzurum da tükürdüğünüzde, ağzınızdan çıkanın havada buz olup tak diyerek yere değdiğine hayret edersiniz. Hatta kaldığımız evde bir defasında yatağımda donakalmışım. Duruma muttali olan ev arkadaşım Tıbbiye öğrencisi Osman Uçar Bey bana masaj yaparak kurtarmıştı. Ayağa kalkar kalkmaz ellerimi havaya kaldırarak “Allah’ım! Ya canımı al, Ya da naklimi sıcak güzel bir yere kaldır. Artık dayanamıyorum” diyerek bağırmışım.
Ben bir yıl önce Yüksek İslam Enstitüsüne kaydolmuş devamsızlıktan ötürü sınıfta kalmıştım. O yıl Y.Ö.K. sisteme hâkim olunca bir üniversitede iki tane İlahiyat Fakültesi olamaz düşüncesi ile Yüksek İslam Enstitüsü lağvedilmişti. Biz talebelerle hocalarımız da eski İslami İlimler Fakültesi olan yeni ismiyle İlahiyat Fakültesiyle birleştirilmiştik. Bu vesileyle Yüksek İslam Enstitüsü müdür vekili Dr. Fahrettin Atar ve sekreteri Karali Göral Beye ve hasseten Davut Beye şükranlarımı arz etmek isterim. Çünkü melunatın tezviratına kulak asmayıp beni mağdur etmemişlerdi. Bu aşamada bir yıl önce birinci sınıf öğrencisi olduğum halde beni bu defa yeni ihdas edilen hazırlık sınıfına almışlar, bir yıl daha ilave etmişlerdi. İşler hep tersine gidiyordu. Bir dönem böyle gittikten sonra bu iki kurumun birleşmesinden mütevellit birçok huzursuzluklar husule geliyordu. Mesela fakültenin eski öğrencileri biz fakülteyi kazanıp yüksek puanlarla buraya geldik siz ise Enstitüye düşük puanlarla girdiniz gibi psikolojik harb ilan ederken, fakültenin eski kariyerli hocaları da bizim tayinle atanan eski hocalarımıza tepeden bakıyor, onları eziyorlardı. Sanki dinlerimiz aynı değildi sanki hepimiz aynı tahsili yapmıyormuşuz gibi büyük bir fitne fesat ve cadı kazanı kaynıyordu.
Bu durum karşısında bir grup temsilciyi seçerek uçakla Ankara’ya göndermiş durumu YÖK’e ve M.E.B. nın yetkililerine anlatmıştık. Dertlerimizi dinleyen makamlar bizi haklı bularak yardımcı olmuşlardı. Alınan kararlarda fakülte orijinli olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dışında Y.İ.E’den Fakülteye çevrilen kurumlardan istediğimize nakil olabileceğimiz gibi Erzurum’da da kalabileceğimiz yazısı bize intikal edince duam kabul görmüş kendimin naz makamına yakın olduğumu bir daha yaşamıştım. Bu imkânı bulan Erzurumlu arkadaşlarım bile mengeneden kaçmakta bulmuştu çareyi. Evleri orada olsa bile. Şimdi sıra yine zor bir karar aşamasına gelmişti. Nakil gideceğim yerin hem iklim bakımından mutedil ve hem de gideceğim Fakültenin yapısının iyi olmasını göz önünde bulundurmam gerekiyordu. İki ilimiz üzerinde yoğunlaşarak araştırmalar yaptım. 1- İzmir İlahiyat Fakültesinin iklim bakımından çok makul olacağını düşünüyordum. 2- Marmara İlahiyat Fakültesinde okumak benim için bir ayrıcalık olacaktı. Çünkü o yıllarda kaimmekan olan ağabeyime yakın olabilme mutluluğu da söz konusuydu.
Ancak Asitane de iki tane zalim hocadan bahsediliyordu. Bunlardan birisi Karaçam namında bir kıraat âlimi iken, öbürü de A.B.D. ve İngiliz kültürüyle yoğrulmuş sıfırcı zade Sabırsız Efendi idi. Bunların ikisinin de çok acımasız olduğunu talebelerini son sınıfta bile tek dersten belgelediklerini duymuştum. Benim için çok zor bir karar aşaması demiştim. Hakikaten kendiniz karar verip kendiniz de katlanacaktınız. Bir tarafta ağabeyimin himayesi, öbür tarafta bu zalimlerin zulmü; istişare yapacak hiç kimsem yoktu. O zamanlar bugünkü gibi telefon nimetleri de yoktu. Bir hafta içerisinde kararımızı verip Erzurum Üniversitesinden ayrılışımızı yapıp gitmemiz gerekiyordu. Çareyi istihare yapmakta buldum. Gereken kuralları uyguladıktan sonra uyudum. Çalabım hangisi hayırlıysa beni yönlendir dedim.
Rüyamda İzmir İlahiyat Fakültesi’nin bahçesindeyim. Karneler dağıtılıyor ki bütün derslerden kalmışım ve uyandım. Dedim ki geriye İstanbul alternatifi kaldığına göre her şeyi göze alarak Asitane’ye geldik. Ben eskiden İstanbul’u gördüğüm için fazla yabancılık çekmedim. Ancak bu şehrimize ilk defa gelen üç yüz kadar arkadaşımın nasıl şaşkına döndüklerine hep şahit olmuşumdur. Mesela fakültenin hemen yanındaki maşatlıkta fatiha diyerek arkadaşlarımı sınamıştım. Garibanlar hemen okumaya başlamışlardı. Çünkü ömürlerinde gayrimüslim mezarı da görmemişlerdi. Evet garip gureba Erzurum’dan gelmiş ciddi bir sarsıntı geçiriyorlardı. Yeniden yurt, burs, adaptasyon ve yeni bir hayat seyri başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder