Hısnı Mansur’dan Devlet vezaretinin deruhte ettiği Diyanet İşleri Başkanlığı Bütçe ve Muhasebat İdaresine memur olarak nakledilmiştim. Dönemin büyüklerinden Tayyar, Hamdi ve Ahmet Beyler vaziyet ediyorlardı. Yalçın ve Işıklar ile beraber bir yıl kadar mesai yapıp durduk.
Memleketten gelirken Çakızade Yakup Efendiyle karşılaşmış kalacak yer problemimin olduğunu söylemiştim. Beni kabul edeceklerini söyleyince bayağı sevinmiştim. Engürü’ye geldiğimde bir evrakı eksik getirmişim. Rahmetli Osman Efendiyi arayıp getirmesini istirham etmiştim. Kendisini Demetevler de bekledim. Gelince merak etme emanetin bende demişti. Yakup Efendi’nin Yenimahalle’de ki Şahin Malikanesi’nde bir süre kaldıktan sonra buranın talebe evi olduğunu, kendime bir yer bulmamı söyleyen arkadaşlarıma peki diyerek hemen aynı saatte orayı terk ettim. Bu gece kal yarın git demelerine bile fırsat vermedim. Çünkü Çakı Efendinin başına bir felaket gelmiş böylece ben himayesiz kalmıştım. Çakı beye bu vesile ile çok minnet ve muhabbetim vardı. O da amcalarım gibi “Boş durma, bir kursa git. Oku, çalış, uğraş” diyerek hep beni teşvik ettiği halde, yıllar sonra müderrisliğimi duyunca yakınlarımın yanında istihza-i kelimeler sarf edip gerçek yüzünü göstermişti, Canı sağ olsun!
Kendisine çocukken sürekli bizi azarlayıp darp eden büyüklerimizin “Aman ha!” Çalışın demelerini ve de çalışınca da insanlar istese de istemese de bir yerlere geleceği realitesini anlamıştım. Vallahi ne yapalım, biz bir yerlere gelmek istemedik. Ne yapalım siz çalışın diye hep bizi teşvik ettiniz. Sonucunda bir şeyler olduk, kusura bakmayın eğer üzüleceğinizi bilseydim asla ve kat’a bu kısa dünya hayatı için hiçbir gayret sarf etmez idim. Nasıl olsa bir şekilde geçinip giderdik. Gerçekten bu insanları anlamakta güçlük çekiyorum. Mütevazı bir hayata talip olursunuz bunlar sizinle dalga geçerler, Herkesin gıpta ettiği bir yeri deruhte edersiniz sizi kıskanırlar. Bir zamanlar bizi sıkıntı derecesinde çalışmaya teşvik eden zevatla karşılaşınca sanki hiçbir şey olmamış gibi, kendi zurnalarını öttürmeye gayret ederek sizin sesinizi bastırmaya çalışırlar. Çalap aşkına! Ya kimseye rehberlik yapmayın, ya da sonucuna katlanın. Demek ki sizin eski teşviklerinizi de samimi olarak değil baskı aracı olarak yapmışsınız sonucuna varılmaktadır.
Bu esnada Hacı Bayram Veli hazretlerinin çevresi benim için çay içme, dinlenme mekanı olmuş. Bu esnada muhterem Emin Efendi, Eczacı Hüseyin Şen ve meczubandan Bekir ve Abdullah Efendi’yi unutamam. Gerçi Abdullah tam 27 yıl sonra Yalı Akademesi’nin önünde karşıma çıkmış, birkaç ay sonra kaybolmuştu. Kendisine Bekir’i sorduğumda da Konya’da yaşadığını söylemişti.
Bir taraftan mesaiye devam ederken bir taraftan da kalacak yer bakıyordum. Her zaman olduğu gibi gelirim tek başına bir yer kiralamaya yetmediği için ya bekar memurlarla ya da öğrencilerle kalmak için araştırma yaparken gayri resmi olarak birkaç talebe yurdunda kaldıktan sonra bir süre Mevlid adında bir memurla kaldık. O da evlenince Yukarı Ayrancı Yurdunda kalmaya başlamıştım. Orada gureba’dan Kutbettin adında bir talebe vardı. Çok fakirdi. Ürdünlü Edip adında Kuveyt vatandaşı varlıklı ehl-i dinar bir çocuğa sürekli hizmet edip onunla me’kulatlanıyordu. Bazen de Edip ona hakaret edince aç kalıyordu. Bu hayat seyri beni çok üzüyordu.
Ankara’da memurken hemen hemen her hafta sonu ya trenle ya da Gazanfer Bilge otobüsleriyle İstanbul’a gelir, o zaman kolağası olan Muharrem ağabeyime misafir olur, Boğazda balık yer, boğaz havası alıp bir gece kaldıktan sonra geri dönerdim. O zamanlar 1980 öncesiydi. Anarşi ve terör hergün can yakmaya devam ediyordu. Onun için sürekli tehlike altında yaşanıyor ve herkesle temkinli münasebetler kurmak gerekiyordu. Yine bir defasında İstanbul’a yolculuk yapıyordum. Yanıma sevimsiz bir vatandaş oturmuş, benim siyasi yelpazemi öğrenmek için beni konuşturmaya çalışmıştı. Ben de tedbir olsun diye ona senin anlayacağın anlamda ne sağcıyım ne de solcuyum ciddi bir araştırma yaptıktan sonra dinimi değiştirmek için Patrikhane’ye gidiyorum. Hem beni istihdam da edecekler, para da vereceklermiş. Onun için beni meşgul etme deyince adamcağız beyninden vurulmuştu. Sekiz saatlik beraber yan yana aynı koltukta oturmamıza rağmen bana bir tek kelime etmeden İstanbul’a Harem’e kavuştuğumuzda bu bakımlı ve heybetli yol arkadaşımız bana dönerek: “bak sana samimi bir teklifte bulunmak istiyorum. Delikanlı, genç kardeşim eğer sen gerçekten araştırıp Hristiyan olmaya kara vermişsen sana saygı duyuyorum. Ancak para veya iş bulma maksadıyla kandırılmak isteniyorsan buna çok üzülürüm. Gel ben sana iş vereyim” “Peki sen kimsin?” diye sorduğumda: “Ben bir mühendisim. Kadıköy’de bürom var, al sana kartım” dedi. Ben de bundan cesaret alarak “Peki siyasi kimliğini sorabilir miyim?” deyince “Ben aşırı solcuyum” diye ifade etmişti. Ben de “Bak ben sağ yelpazeye mensubum, sana eğer sağcıyım deseydim beni hırpalayacaktın. Senin şerrinden korunmak için bu senaryoyu canlandırdım. Demek ki hepimiz en azından kültürel olarak Müslümanmışız. Bu yabancı eğilimler yüzünden birbirimizi katlediyoruz” deyip ayrılmıştım. Tam otuz yıla yakın bir zaman geçtiğinden dolayı o adamcağızın adresini de unuttum. Eğer kendisini bulabilsem sarılıp öpesim geliyor. Evet sevgili vatandaşlarım bizim Türk milletinin esas ve gizli olan cevheri aslisi bundan ibarettir.
12 Eylül sabahı erkenden bizi kaldırdılar ve ihtilal oldu dediler. Yurdun terasından Türk Silahlı Kuvvetlerinin manevralarını zevkle seyretmiştim. Çünkü şehirlerimiz terörden artık yaşanmaz hale gelmişti. Daha bir gün önce Engürü’de yüzlerce bomba patlamıştı. Arap dünyasında ihtilaller çok kanlı olduğundan naşi bu şımarık Ürdünlü Edip çok korkmuştu. Bana gelip hey arkadaşım şimdi ne olacak deyince fırsat ele geçmişken o zavallı Kutbettin’in intikamını almak için “Şimdi hepimizi asacaklar!” Der demez, korkusundan altına kaçırmıştı. Hâlbuki çok insani bir müdahale olmuş, hakimiyet sağlanır sağlanmaz vatandaşların çarşıya çıkmalarına aynı gün fırsat verilmişti. Biz de her gün işe giderken bile değişik yelpazelerin vesaitlerinden ve kurtarılmış bölge felaketinden rahatlamış olduk.
Eğer sağcıysanız sağcıların, solcuysanız solcuların trenine binmek mecburiyeti söz konusuydu. Kendi treninizi kaçırdıysanız o gün işe veya okula geç kaldınız demekti. 12 Eylül günü başarıyla ihtilal olmuş, ikindiye kadar her yere hakimiyet sağlandıktan sonra sokağa çıkmak serbest bırakılmış Ulusa, oradan da yürüyerek Hacıbayram Camii’nin çevresindeki çayhanelerden birisine gidip çayımı yudumlarken öte yandan, Türkiyemizin üzerinden geçen kara bulutlar kovulmuş, devletin hakimiyeti tekrar tesis edilmişti. Pek tabidir ki demokratik olmayan hareketlerin bazı yanlışları olabileceği gibi bazen yaş ve kuruda beraber yanabilir. Onun için haksız yere canı yanan varsa kusura bakmasınlar ancak hak ettiğinden ötürü cezalandırılanların böyle makul bir itiraz haklarının olacağına inanmak istemiyorum. Çünkü meşhur bir atasözümüz bize “Keser döner sap döner bir gün gelir hesap döner” demektedir. Kainatın sistemi kimsenin yaptığının yanına kar olarak kalmayacağı şeklinde tecelli etmektedir. Misal olarak eğer insanoğlu tabiatı bu kadar hor kullanmasaydı küresel ısınma diye cezalandırılmaya maruz kalınmazdı. Haz. Mevlana, Mesnevisinde, “Eğer dağa karşı anırılırsa, dağ aynısını yankı şeklinde size yansıtır. Eğer bir bülbül şakırsa, dağ aynısını iade eder” sözü özetle “Eden bulur” şeklinde kültürümüze yerleşmiştir. Yine “Ne ekerseniz onu biçersiniz” veya “Rüzgar eken fırtına biçer” atasözleri büyük tecrübeler sonu kayıt altına alınmış zenginliklerimizdir.
Neticeten memur da olsak aldığımız ücret şerefimizi kurtarmıyordu. Otel, bekarhane, yurt köşelerinde gayri sıhhi, gayri insani şartlarda çalışmanın bana zaman kaybından başka hiçbir şey ifade etmediğine karar verdim. Hayatımın bütün aşamalarında yakmaya alışık olduğum gemileri tekrar yakarak evlad-ı şeyatinin bana komplo kurarak kaydımı sildirdikleri mektebime rapor vs. mazeretler uydurarak ve yeni yönetimin de desteğiyle yarım kalmış olan tahsilime geri dönme fırsatını bulmuştum.
Tam bu hengâmede Diyanet Hac Organizasyonu işlerini üstlenmişti. Bana da eğer istersen yardımcı sınıf elemanı olarak hacca gelir misin? Teklifini hiç tereddüt etmeden kabul edip bana farz olmadığı halde genç yaşta bu farizamı ifa ettim. Fıkha göre eğer ileride şartlarım oluşsa da bir daha hacca gitmek mecburiyetim artık yoktur. Evet hacca gittim geldim ve memuriyetimden istifa ederek Bolu’daki mektebime tekrar döndüm. Ancak bu vesile ile hac konusunda da birkaç cümle yazmak gerekirse;
O zamanım şartlarında klimasız 302 Mercedes ile veya Magirus otobüslerle tam Kırk dört kişi tıka basa dolar. Suriye, Ürdün güzergahından kum çöllerine bata çıka gider. Bağdat üzerinden geri dönülürdü. Yollardaki imkânsızlıklardan mütevellit çekilen çileler ve esasen arz etmek istediğim en enteresan tarafın ise, hac farizası bahanesiyle kutsal topraklarda toplanan Müslümanların ne kadar bedevi olduklarını genç yaşta görerek ve yaşayarak tespit etmek, benim gerçekçi olmam açısından ufkumu açmıştır. Sonraki yıllarda İslam Birliği diye nutuk atanların sadece haritaya bakarak konuştuklarını, hamaset veya ütopya mukalatası yaptıklarını anlamamam için, hiç ama hiçbir sebep kalmamıştı.
Mekke’ye giderken otobüsünüz zaman zaman kumlara gömülür küreklerle bin bir meşakkatlerle iterek, kazarak, çıkarır, hazır bir şeyler yiyerek açlığımızı bastırırdık. Diyanet görevlileriyle anlaşamadığım gibi onları da hep geçiştirmeye çalışıyordum. Buna rağmen zaman zaman tartışmalarımız olmuştu. Onlar genellikle yaşlı ve eğitimsiz olduklarından, beni bir genç olarak ve farklı görerek bir türlü benimsemiyorlardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Türkiye’ye farizamı tamamlayıp dönüp okuluma gidecektim. Suudi topraklarına girip bir belde de mola vermiştik. Bir işyerine gidip para bozdurmak istediğimde işletmecilerin Türk olduğunu görünce sevinmiştim. Sıcaklar beni öyle çarpmıştı ki ölmeden memleketime dönebileceğimi tahmin edemiyordum. Biz görevli olduğumuz için hac döneminden bir ay önce gidip bir ay da sonra gelecektik. Bayağı sıkıntımız vardı.
Mekke’de bir apartmanın yönetimini almıştım. Orada da yaşlı Türk hacıların bin bir türlü kaprislerini çektikten sonra ki, o kafilede Ahmet Özhan ve aile efradı, kardeşleri de vardı. Hatta onların eşyalarını çekerken Bursa’dan getirdikleri turşu suları üzerime dökülmüş beni perişan etmişti. Ahmet Beyi görürsem kendisinden elbisemin iade edilmesini rica edeceğim. Mekke’ye giderken yol boyu sultan Abdulhamid’in yaptırdığı İstanbul-Hicaz demiryolunun metruk taş yapı istasyonları ve kümeler şeklinde toparlanmış demir rayları gördükçe ecdadımın büyüklüğünü, bedevi Arapların da ihanetini yaşıyor ve kahroluyordum. Şimdi tarihe mal olan Mekke’deki Kabe’yi korumaya yönelik Osmanlı tarafından inşa edilen Ecyad Kalesi’ni her gün gördükçe titreyip kendime geliyordum.
Hac farizası esnasında Müslümanların birbirine reva gördükleri kabalıklar ve yapılan yanlışları gördükçe Anadolu’ma ve Türk milletime olan sevgim ve saygım gittikçe artmıştır. Hatta oradayken şu kanaate varmıştım. Anadolu’muzun o güzel sevimli berduşları, sarhoşları, ayyaşları bile buradaki Müslümanlardan daha duyarlı ve daha nehafet sahibidir vesselam. Oradaki birçok yanlış uygulama ki, teferruatına girmemeyi bir hassasiyet olarak kabul ediyorum. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, nasıl olsa farzımı yerine getirdim. İleride eğer imkânlarım olsa da kesinlikle bir daha Hacca gitmek istemiyorum. Ve kimseye de tavsiye de etmiyorum.
Osmanlı padişahlarının hepsi dâhil Atatürk ve İnönü de kesinlikle hacca gitmedikleri için hiçbir şey kaybettiklerine inanamıyorum. Bilahare Medine’ye, yolda Bedir savaşının yapıldığı bölgeyi de ziyaret edip bir süre de orada kaldıktan sonra memleketimize avdet ettik. Bu tecrübemiz neticesinde İslam âlemi’nin içinde bulunduğu çıkmazı tespit etmiş olduktan sonra şu tavsiyede bulunmak istiyorum. Hacca gitmek gerçek anlamını yitirmiş olsa da, en azından şekil ve muhteva bakımından islamın beş farzından biridir. Ancak oraya gidip Tanrıyı ve Resulullah’ı üzmeye de kimsenin hakkının olmadığı kanaatindeyim. Bir Müslüman bir defa Hacca gidecek gelecek ondan sonraki nafile hac parasıyla da fukaralığı ortadan kaldırmakla mücadele edecektir. Aksi takdirde tatil yapmış olmaktan öteye gidemezsiniz. Tarihte meşhur bir İslam âlimi’nin kafilesiyle Hacca giderken çok fakir bir beldede konakladığını gurubun bütün parasını toplayarak eve geri dönecek kadarını alıp fazlasını oradaki yoksul insanlara dağıtıp bu sene bize Hac farz değilmiş demesini M.S. Hatipoğlu’nun İslamiyat Dergisindeki bir makalesinde okumuştum. Maalesef bu Hac ve Umre organizasyonları da gerçek hüviyetini yitirip rant ve turizm gayesine yöneltilmiştir. Çalap hepimize “Akl-ı Selim” versin. Çünkü akıl olmayınca Tanrı sizi muhatap bile almıyor. Bir de fiziki sağlığınız bozulmuşsa da ibadet sorumluluğunuzdan kurtulduğunuzu da unutmayın.
Türkiye’ye dönüp Engürü’de işlemlerimizi tamamladıktan sonra bir sepet hurma ve bir bidon zemzem ile Hısn-ı Mansur’a gidip hazırlıklarımı tamamlayıp Anadolu’muzun incilerinden olan Bolu’yu tekrar ilmi bir mesken kılmaya başlamıştım vesselam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder