Anadolu’nun kuş konmaz, kervan geçmez bir köyünde zoraki bir evlilikten tercihim sorulmadan zorla doğuruldum. Vallahi ben suçsuzum, billahi ben suçsuzum, Allah’ın gönderdiği ve peygamberlerin insanlığa sunduğu buyruklara sadece ben bir insan kadar muhatabım. Vallahi bu kuralları ben göndermedim, billahi bu kuralları ben getirmedim. Ben sadece sizin gibi bir insanım. Yine sadece sizin kadar sorumluyum. Allah’ın ve binlerce peygamberin getirdiği kurallardan beni sorumlu tutmayın. Vallahi ben sizin kadar insanım, billahi ben sizin kadar insanım.
Evet, istemeyerek, bağırarak, çağırarak, ağlayarak doğdum, en kötü şartlarda hayatı selamladım, bin bir dert ve problemlerle boğuştum, çevremi tanıdım, konuşmayı öğrendim. Önce mahalle mektebine gittim. İri kafalı, kof göbekli bir hoca kulağımı çekerek “eşşek oğlu eşşek” diyerek statümü belirterek ilk derse başladı. Bu cümle bana yabancı değildi. Çünkü ana kucağından beri annem, başta babam, amcalarım, dayılarım ve bütün büyüklerim bana hep “eşşek oğlu eşşek” demişlerdi. Fakat ses tonları biraz farklıydı. Burada biraz kutsal metin, biraz da metafizik öğrendikten sonra ilkokula başladım. Ailem bana “Evladım! Öğretmen sana maymundan türedik diyecek ve bunun gibi şeyler saçmalayacak, kafanı salla ama kesinlikle inanma” diyerek, takiyye metodunu öğrettiler. Maalesef öğretmenlerim de mahalle mektebindeki hocalarımı aratmayacak kadar zalimdi. Dayak yemediğimiz günlerde bile sevinemiyorduk. Çünkü her gün dayak yiyebilme ihtimalinin verdiği stres sizi mahv ü perişan ediyordu. Dayak yediğimizde de ailemize söyleyemezdik. Çünkü bir defasında öğretmenimden işkence seviyesinde bir dayak yedikten sonra babama ve de dedeme şikâyet ettiğimde bir de onlar benİ döverek “Öğretmenin eline sağlık, kim bilir ne yapmışsındır” dediler. Öğretmenlerim de bize “eşşek oğlu eşşek” cümlesini sürekli ifade buyurmaya devam ettiler. Artık biz talebeler bu kelimeleri soyadımız gibi kanıksamaya başladık. Hayattan tek bir beklentim vardı, şu öğrencilikten kurtulup dayak ve “eşşek oğlu eşşek” denilmekten kurtulmaktı. İlkokul şahadetnamesini başöğretmenden pekiyi dereceyle aldım. Evimizin hemen karşısında ortaokul vardı, oraya kaydolmak istiyordum. Ama heyhat kim sizi dinler. Babam ve dedem beni zorla dini rüştiye tedrisatına ki arsası ucuz olsun diye şehrin dışındaki Hane-i Müsâkeşe’nin yanında inşa edilen mektebe, Bisan marka bir bisiklet alma vaadiyle beni bu taşlı ve dikenli yola koydular. Ancak bisikleti de almadılar. Rüştiyeyi tamamladım. Bilahare aynı okulun idadisine devam ettirildim. Ders programlarımızda normal okullardaki pozitif ilme ait bütün dersler mevcuttu. Binaenaleyh bütün metafizik konular da okutuluyordu. Sabahleyin erkenden kalkıp yola revan oluyorduk. Dizimize kadar çamurlanıyorduk. Bilahare yatsı zamanı eve döndüğümüzde annemiz tek olan pantolonumuzu yıkar, sobanın yanına asardı. Ertesi gün yine aynı işlem yapılırdı. Bu yedi sene zarfında da sürekli dayak, hakaret ve artık soyadımız olan “ulan eşşek oğlu eşşek” sıfatıyla muttasıf olmaya devam ettik. Çilemiz henüz tamamlanmamıştı. Dersaadet’e gidip yüksek ulumu diniye okumamız gerekiyordu. Bu ihtisas medresesinde de aynı serüven devam etti. Milli vazifemiz esnasında da hep soyadımız bize hatırlatılmıştı. “Demek bu bizim kaderimizdi” diyerek hakkımıza razı olmuştuk. Yüksek medreseden icazet alırken asrın büyük filozoflarından Müderris Necip el-Tekirdağî Efendi bizleri toplayarak ciddi bir hayat dersi vermişti. Dedi ki:
“ Evladım bu fakülteyi bitirmeniz ekonomik olarak size beş kuruş fayda getirmez. Ancak sizin öyle bir kazanımınız var ki onu da parayla almanız mümkün değil. O da, siz dininizi objektif olarak kaynağından öğrendiniz. Bundan böyle hiçbir kimse din adına sizi istismar edemez, kandıramaz.”
Hakikaten bizim arkadaşları hiçbir cemaat, grup ve kutsal dinimizi istismar eden hiçbir organizasyon, hizip ve sivil toplum kuruluşları birkaç kişi dışında kullanamadı.
Çevremizde itibarlı eğitim gören diğer fakültelerden mezun samimi kişilerin nasıl kullanıldıklarını görünce hep hocamı hatırlamışımdır. Ancak bizim de ekonomik durumumuz çok vahimdi. Bizimle aynı fakülteden mezun cinsi latifler bile ekonomik kazanımı olan tabiplik, mühendislik gibi mekteplerin mezunlarına kara borsa emtiası gibi muamele görüyorlardı.
Evet, şimdi din muallimliği dönemi başlıyor. Köprülerin altından çok sular geçmişti. Talebelik çekilmez bir haldeyken, talebe öğretmenlik ayaklara düştükten sonra muallim olmuştuk.
Dersaaadette kalıp ihtisas yapabilmek için özel mekteplerde çalışma mecburiyeti hâsıl olmuştu. Ancak bir yazlık bir de kışlık elbisem olduğu için her sene okul değiştirme durumundaydım. Çünkü bu varlıklı talebelerin karşısında eziliyordum. Bütün kadro tatilde, denizde yanmış olarak döndüğünden sınıfım hemen belli oluyordu. Kendi meslektaşlarımın en kıvraklarından olmama rağmen, başıma gelmeyen kalmadı. Yönetimin, öğretmenlerin, öğrencilerin gözleri hep benim üzerimdeydi. Hep beni takip ediyorlardı. Küçük bir hatamı bulup faturayı hemen Tanrıya çıkaracaklardı. Aman Tanrım ben nere sen nere, korkunç bir yük…
Bekârhanemde elbiselerimi, çamaşırlarımı yıkar, ütüler, akşamdan dersime hazırlanırdım. Omuzlarımda öyle ağır bir yük ve sonunda hiçbir karşılığı olmayan bir hamallık, sadece ayakta kalabilecek kadar asgari bir ücret… İki maaşımı feda ederek okulun kütüphanesine 200 kadar kitap bağışladım ve hemen soruşturma geçirdim. Ama yayınevi ile yaptığım antlaşma ve taksit dekontlarını gösterince hayret ettiler. “Hoca bu işte ne kârın var” dediler. Ben de onlara Ak Zambaklar Ülkesi kitabını tavsiye ettim. Meğer onlar sadece ferdi menfaatlerini düşünürlermiş, milli menfaatlere beyin yormazlarmış. Öğrenciler üst tabakanın evlatlarından müteşekkil oldukları için pozitif bilimlerle fazlasıyla meşgul olmalarına rağmen, beni Allah’ın adamı olarak vasıflandırıp, konularımla da mümkün mertebe istihza ediyorlardı. Hiç unutamıyorum, bir gün dersimizin konusu şehitlik ve gazilik idi. Heyecanla anlatıyordum. Arka sıralardan bir öğrenci “Hey Rambo” diyerek bağırarak, aldığı batı kültürünün etkisiyle dersi sabote etti. Yine başka bir gün oruç konusunu anlatıyordum. Bir öğrencim horoz tutmak diye dalga geçmişti. Yine başka bir gün Ramazan ayında bir öğretmen arkadaşımın yüzüme sigara dumanı üflemesi de işin cabasıydı. Tam sınıfa girerken bir de baktım ki kapıda bir levha not: “Ramazan dolayısıyla kapalıyız.” Yine bir gün tam dersimin ortasında bütün öğrencilerin kol saatleri çalmaya başladı. Bilahare sınıfa sis bombası atıldı. Sürekli derste satranç oynamaya çalışan öğrencileri ikazım sonucunda, meşhur bir aktrist olan aile okula gelerek bana dünyanın hakaretini yaptılar. Ne yazık ki okul idaresi, meslektaşlarım ve branşdaşım olan Sabri Bey de buna sadece seyirci kaldı. Olsun vatan sağolsun. Aslında ben iki lisans bir de yüksek lisans mezunu, çalışan, okuyan, yazan ve düşünen bir öğretmendim. Olaylara geniş perspektiften bakabiliyordum. Onun için de bunalıma girmek yerine çare aramaya çalışıyordum. Evet, bu yanlışları yapanlar suçlu değildi. Çünkü onların psikolojisi bozulmuştu. Bugün yeryüzünde halen yaşayıp maymuna, ineğe ve hatta cinsel organa tapan insanlar bu tapınmalarından dolayı komplekse girmedikleri halde, bizimkiler komplekse girmişti. Çünkü bizim medeniyetimiz batı medeniyetinin karşısında mağlup olmuştu. Bu kardeşlerimin ekonomik problemlerinin olmaması bir şey ifade etmiyordu. Çünkü onların hepsi evde dindar, dışarıda çağdaşça yaşama tarzından bıkmışlardı. Ben ilahiyatçı olmama rağmen ömrümde hiçbir muska vb. gibi batıl şeyleri taşımadığım halde, bunların hepsinde istisnasız böyle lüzumsuz şeyler vardı. Hatta bir gün büyük bir devlet müteahhidi olan velim bana gelerek “Hocam çocuklarıma özel din ve ahlak dersi verir misin?” demişti. Ben de ücretsiz olması kaydıyla kabul etmiştim. Defalarca hazırlanıp evlerine gidip ders yaptım. Ancak bana bir çay bile ikram etmemeleri çok zoruma gidiyordu. Bir gün bütün aile dersimi dinlediler. Ben de fırsattan istifade edip sordum: “Beyefendi çocuklarınıza niçin özel din dersi verdiriyorsunuz?” O da bana “Benim aslında Tanrıyla işim olmaz. Ancak ben işadamıyım, kaliteli bir işadamı, bütün risklere tedbir alan kişidir. Eğer Tanrı, ahiret varsa çocuklar zarar görmesin diye tedbir alıyorum” deyince tansiyonum yükseldi ve kendilerinden özür dileyerek bir daha gelemeyeceğimi ifade ettim. Onlar da siz önemli değilsiniz bize başka birisini bul dediler. Ben de memnuniyetle diyerek ayrıldım ve onlara asrımızın en melunu olan bir meslektaşımı gönderdim. Bu zat onların bol miktarda parasını tahsil ettiği gibi burada ifade edemeyeceğim hizmetleri de sundu. Tabii iktisatta arz talep diye bir realite var.
Bu işe bir ömür verdik, bir araştırma için Avrupa’yı geziyorduk. Brüksel’de diyanetin misafirhanesinde yatıyorduk ki rüya bu: “Dandanakan savaşında takım komutanıyım. Miralay İzzet Özdenmener adında biri beni gösterip emir buyurarak bu iti ön safa koyun ölürse bir mikrop temizlenir, kalırsa millet kazanır” derken kapı çalındı. Saat 03:00 idi. Müderris Ekümenik Seyyah Musa Efendi ile aynı odayı paylaşıyorduk. Biraz da korkarak kapıyı açtık. Karşımıza diğer odada uyuyan Müderris Dürrülelvan Şeyh’ül-Müsakeşe Selahattin Efendi çıktı. Bize “Yahu bu Dandanakan Savaşı kaç yılında olmuştu” diye sorunca çok kızdık. Musa Efendi “Git uyu! Tarihte böyle bir savaş olmamıştır, haydi” diyerek azarladı. Tekrar uyumaya çalıştık ama kış günü pencereyi açık bıraktığımız için üşüdük uyuyamadık ve hastalandık.
Evet, neler gördü bu gönül, söylesem şikayet olur.
Tekrar memlekete dönüp muallimliğe devam ederken bir de baktım ki bize idealistliği aşılayan en büyük hocalarımız bizi aldatmışlar. Kendi evlatlarına bolca itibar ve para getirisi olan tahsiller yaptırmışlar. Yahu hocalarım (Bayraktutan, Karamanlı, Özhakikifersah beyler) bu işler nasıl oluyor diye sorduğumda: “Vallahi biz birinci kuşak köyden geldik. Ancak ilahiyat profesörü olabildik. Buraları atlama taşı olarak kullandık. İkinci kuşak kendisini ancak kurtarabildi.” Peki, bu din eğitimi ne olacak diye sorduğumda: “Allah dininin sahibidir, bana ne” dediler. Demek ki şairin dediği gibi “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun”. Neyse vefatlarına az kaldı. Bu hocalarımızın evdeki ve okuldaki kütüphaneleri sahafların bayağı iştahını kabartırken dini okullara yine fakir köylüler gidecekti. Çünkü peygamberlerin etrafında da hep bunlar vardı. Varlıklı insanların dine ne ihtiyacı var, yoksullar dindarlıkla rehabilitasyon olacaklardı. Bu meyanda şunu da hatırlatmak gerekir ki; peygamberlerin dünyevi kudret kazandıkları dönemlerde de çevrelerinin itibarlı insanlarca kuşatıldığı ve ana unsur olan mazlumların ikinci plana itildiği hep tekerrür etmiştir.
Dedem mütedeyyin bir zattı. En kıymetli iki varlığını din mektebine feda etmişti. Bölge şampiyonu olan Aşar adındaki atını ve beni…
Bütün kardeşlerim batı bilimleri tahsili (filoloji ve mühendislik) yaptığı halde, ben ailemin kınalı kuzusu olarak bir bakıma medeniyetimin damgalı eşşeği olmuştum. Zararı yok eşek tasavvufi bir varlıktır. O hayvanatın dervişidir. Az yer çok çalışır ve ahırın en kötü yerine bağlanır. İnsanoğluna hizmetten başka bir amacı yoktur. Tepeden tırnağa kadar her yeri kullanılır.
Evet, dedem öldü, Aşar da öldü ama ben çilemi hala tamamlayamadım.
Bir gün Üsküdar Yalı Akademisi’nde nefis muhasebesine dalmıştım. Bu insanlar neden hep soyadımı bana hatırlatırlar diye düşünürken, dostum Dr. Vedat ÖZCAN meseleyi halletti. Dedi ki: “Hocam eşek neden hep mazlum ve mahkûm bir varlıktır biliyor musunuz? Çünkü o genetik olarak Afrikalıdır.” Bize de müstemleke muamelesi yapmak için hazırlık yapılıyordu ve psikolojik olarak şuuraltımıza tasallut ediliyordu. Bu anlamda biz milletimizin ve kültürümüzün birer eşşeği ve hatta “eşşek oğlu eşşeği”yiz. Ancak ötekinin asla ve kat’a hiçbir şeyi olmaya niyetimiz yoktu.
Bütün derslerime şu duayla başladım: “Tanrım! Vatanıma, milletime, bayrağıma, dominant kültürüme ve ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’e ihanet edenlere lanet olsun….”
Benim hayattaki düsturum şu olmuştu. Yıllar önce babamın söylediği ve takriben 20 yıl sonra Ebulfeyz Elçibey’in de ifade ettiği gibi; uhrevi liderim Hz. Muhammed, dünyevi liderim Hz. Atatürk idi. Beynimde bunları çok iyi bir şekilde konuşlandırmıştım. Sonuçta ortaya çıkan şeye de “laiklik” demiştim. Buradan haykırıyorum; lütfen kendi problemlerini halledemeyenlerin faturasını bize çıkarmayın. Temennim onların kudurarak telef olmasıdır.
Ben bir ömür boyu milletimin çocuklarına Türk Kültürünü ve Türk İslâmı’nı objektif bir şekilde, ilmi metotlarla verebilmek için ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Elmalılı Hamdi Yazır’a tahsisatını meclisten ayırarak kaleme aldırdığı tefsiri mihver alarak aktarmaya çalıştım. Bu devleti kurup bize emanet edenlere ve konulan kurallara bir nebzecik olsun ters düşmedim.
Bir gün, Fahri Bey adında, muhterem, bir özel okullar zincirinin genel müdürü beni telefonla arayarak: “Hayrullahcığım! Senin gibi laik, demokrat ve çağdaş bir din muallimine ihtiyacım var. Acilen bana gönderir misin?” diye buyurdu. Ben de “Emredersiniz tabii. Kaç para maaş vereceksiniz?”diye sorunca bizim kıyamete kadar değişmeyecek asgari tutarı ifade edince, ben de “Sayın genel müdürüm. Bu fiyata ancak olsa olsa gerici bir vatandaş çalışabilir. Bu kadar sorumluluğa, bu maaşla çalışacak bulamazsınız” demiştim.
Evet, ben de bu çağı paylaştığım için pek tabiidir ki çağdaşım. Ben de insan olduğum için benim de zaruri ve beşeri ihtiyaçlarım olacaktı. Gerçi zurnada peşrev yoktur diyeceksiniz amma o bir Türk enstrümanıdır. Sevgili okuyucularım beni ayıplamayın. Çünkü ben de insandım, ben de iştiyakla zurna çalmak istiyordum. Ben de en az on beş günde bir olsa da şerbet içmek istiyordum. Bunun aksini iddia etmek mümkün değil. Canınız çıksın. Hayat realitesi bu... Ama heyhat param yoktu, bir de bana yasaklanmıştı. Tanrı yasaklamıştı. Maalesef o Tanrıyla istihza edenler var ya, onlar da bana yasak koymuştu. Ama ben hiç yalan söylemedim, söylemek istesem de beceremedim. Ne yapayım canım iştiyakla zurna çalmak istiyordu. Bu ne biçim yaptırımdı? Bütün canlılara zurna çalmak serbestti ama bana kesinlikle yasaktı. Bir ara Hane-i Müsakeşe’yi ziyaret etmek aklımdan geçse de Tanrıdan çok birileri görürse halim ne olur diye gidemedim. İyi ki de gitmemişim. Bizden üç tane arkadaşımız Zeki, Ahmet ve Celal beyler orada çetele tutuyorlarmış. Bunlardan birisi beni görseydi, herhalde intihar ederdim. Çünkü varlıklı bir zevat-ı kiram her türlü melaneti işler. Yaşlanınca gelir Allah’ın adamına birkaç kuruş verir, bir de hacca gider gelir ve baş tacı olur. Ama benim işleyeceğim en küçük hata ben öldükten sonra da söylenir. Çünkü efkâr-ı umumi bana yasak koymuştu.
Hiç unutamıyorum, her yıl bahar aylarında birkaç arkadaşımız mutlaka fiziki yapısını bozardı.
Tam bu bölümde muhterem Nedim hocamdan bahsetmeden geçersem haksızlık olur. Hoca çok özel bir insandı. Hafiyeleri vardı. Eğer tavla oynadığımızı veya sigara içtiğimizi duyarsa kesinlikle sınıfta kaldınız demektir. Bu kadar titiz olan bu zat-ı kiram birimizin Hane-i Müsakeşe’yi ziyaret ettiğimizi duysaydı, mektebi bitirmemiz mümkün olmazdı. Onun için zaman zaman eşek olmayı hep istemişimdir. Çünkü eşek çok zahmet çeker amma kimse onun zurna çalma özgürlüğüne dokunamaz. Ah keşke eşşek olsaydım ve keşke ben de eşşek gibi özgürce zurna çalsaydım. İstediğim gibi anırıp, istediğim gibi özgürlüğümü ifade edebilseydim. Belki bana güleceksiniz amma ne yapayım doğrusunu arz etmek mecburiyetindeyim.
Ben ve meslektaşlarım peygamberlerle aynı işi icra ediyorduk. Ancak onlardan bir farkımız vardı. Peygamberleri Tanrı anında koruyor, onlara kol kanat geriyordu. Bizimkisi ahirete kalıyordu. Bu tehir, işimizi peygamberlerin görevlerinden bile zorlaştırıyordu. “Hamallık ki sonunda ne rütbe var ne de mal.”
Zaman aleyhime işliyordu, bayağı kartlaşmıştım. Evlenmeye karar verdim. Küçük bir bodrum dairesini kiraladım. Ev mezbele gibiydi. İlahiyat fakültesi mezunu Bülent ağabeyi Ankara’dan tanıyordum. İşadamı olmuştu ve duvar kâğıdı işi yapıyordu. Kendilerine müracaat ettiğimde dedim ki: “Hocam evleneceğim, bana biraz hesaplı, biraz da taksitli duvar kâğıdı yapar mısınız?” Tabii dedi ve sağolsun bana bir hesap çıkardı ki ona üç aylık maaşımı verecektim. Senetleri tam imzaladık ki devrin radikal müminlerinden meşhur bir köşe yazarı geldi. Çamlıca’da yeni bir ev satın almışlardı. Kâğıt beğendiler. Onun evi
Bir gün İlahiyat Fakültesi’nin dış kapısının önünde duruyorum. Bir cemaatin mensubu olan zevat-ı kiram jiple geçti. Ali Murat hocama dedim ki: “Bak bu filan cemaatin kulu.” Yine başka bir hizipçi inanmış pahalı bir vasıtayla geçti. “Bak” dedim “Bu da falanın kulu”. Bilahare biz piyade olarak geçtik. Dedim ki: “Hocam biz de Allah’ın kuluyuz.” Anlaşılan herkes bir yerin kuluymuş dedik.
İzdivaç teşebbüsümde üçüncü sınıf bir vatandaşın kerimesine talip oldum. Servetim sorulunca o iş kaldı.
Bilahare benden yaşlı ve bayağı çirkin, çağdaş eğitimli bir hanımefendiye izdivaç teklifi götürerek şansımı denedim. Cevaben siz iyi bir insansınız ama mesleğiniz onur kırıcı dedi. Tabii ki hayvan değildim, insan olduğumun hatırlatılması bir şey ifade etmiyordu. O iş de kaldı.
Son hamlede evde kalmış bir hanımla hayatımızı birleştirdik. Pek tabii biz istediğimizi değil bulduğumuzu yediğimiz gibi istediğimizi değil bulduğumuzu kabul buyurduk. Bazı peygamberler de öyle yapmıştı. Anadolu’nun güzel atasözlerinden birinde olduğu gibi “Kör tuttuğunu severmiş” çünkü onu bırakırsa bir daha birilerini tutabilme şansı pek düşüktür.
Tam sıcak bir yuva, evlilik dönemi herhalde biraz rahat edebileceğim ümidi ama nafile… İşyerinde Allah’ın adamı olma yaftası, artı evde açıkça mütalaa edilmese bile ekonomik getirisi olmayan bir işte çalışmanın itibarsızlığı ve psikolojik aşağılanma faslı da böyle geçtikten sonra… Gençliğimin tahammül ve takatı S.O.S.. veriyordu ki ağır hastalık dönemleri… Artık özürlü bir insan olma dönemi başlıyor.
Yeter artık ben miyim bu dinin budalası. Müderris Emin Efendi’den fetva alarak abdestli olmak, taşı gediğine koymak ve hasbi olma şartıyla en galiz küfürlere başlama dönemi… Evet, artık ben bir deliyim. Öyle bir deliyim ki artık mensubu olduğum camia dâhil herkes tarafından dışlanmış bir deliyim.
Tanrıya, peygamberlere, medeniyetime, geçmişime ve de bütün büyüklerime soruyorum. Ben bunları hak ettim mi? Bilmiyorum!
Tanrım ben bu dünya arenasında hiçbir şey olamadım. Yine hiç kimsenin adamı veya kulu da olamadım. Bir bakıma ben senin yüzünde kaldım. Senin kapında kafamı bin bir taşa vurdum. Gelen vurdu, giden vurdu, yemediğim hakaret kalmadı. Artık beni kerhen de olsa adamın olarak kabul buyurursan benim tek ümidim, tek teselli kaynağım olacak bu mazhariyet.
Evet, ben kerhen Allah’ın adamı oldum. Vallahi oldum, billahi oldum ve dahi öldüm.
Evet, öldüm ama insanoğluna son bir değerlendirmem var.
İnsanlar sahip oldukları imkânlar ve üstünlükleri dolayısıyla birbirlerine kin, düşmanlık ve hınç doludurlar. Maalesef bu özellik yaratılıştan itibaren bize vurulan bir hamallıktır. Dünya kuruldu kurulalı insanlık bunun mücadelesini veriyor.
Hz. Muhammed'in hediyeleşin tavsiyesi bunu kırmak için olmuştur. Dünyada siyasallaşmamış bütün inançlarda da bunun mücadelesi görülmektedir.
İnsani, kültürel ve dini yardımlar bu nifakı ortadan kaldırmaya çalışıyor. Biz de din muallimi olarak en azından bunun eğitimini verip sosyal barışı sağlamaya çalışıyoruz.
Neye inanırsanız inanın veya neye inanmamaya inanırsanız inanın bu sizi her halükarda rahatlatacaktır ve psikolojinizi düzenlemeye yardımcı olacaktır. İnandığınız şey size her zaman lazım olacak, hastalıkta lazım olacak, sağlıkta lazım olacak, savaşta, barışta ve bütün hayatta lazım olacak. Bu da sosyolojik bir vak'a ve gerçeklik, gün geçtikçe devlet büyüklerimizin tarihçeleri irdelenirken bu malzemelere medya vasıtasıyla muttali olmamız ne kadar doğru tespitler yaptığımızı ispatlamaktadır.
Lütfen dürüst ve açık olalım. Hayatın bir parçası olan inançlarla istihza etmezsek biz kazançlı çıkarız. İnsanoğlunun tarihi bu minval üzere geçmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder