Bu zevat-ı muhteşemi, hangi vesileyle nerede nasıl tanıdığımı kimin tanıştırdığını hatırlayamıyorum. Ama hakikaten o nev-i şahsına münhasır özel yaratılmış bir mahlûktu. Kendilerini tanıdığım için çok mütehassıs olmuşumdur. Hatta o benim için bir mektep olmuştur. Kendisinden birçok şey öğrenmişimdir.
Özel mekteplerde çalışma faslından sonra devlet okuluna geçmiş daha rahat ihtisas çalışmalarına zaman bulmuştum. O yıllar önce sur içinde bulunan Topkapılı Mehmet Efendi ortaokulunda muallimlik yapıyordum. Bilahare Üsküdar’daki Burhan Felek Lisesi’nde bulundum. Muallimlik dışında üniversitedeki ihtisas çalışmaları dışında fırsat buldukça idadi müdürü dayı Mamuşa hazretlerini ziyaret eder, giderken mevsimine göre bir çeşit meyve alır, makamında telef ederdik. Yaz mevsimlerinde en iyisinden bir karpuz alıp götürdüğümde Mamuşa hazretleri özel çakısıyla onu öyle güzel bir şekilde keserdi ki, hayran olmamak elde değildi. O dilimleri o kadar milimetrik ve birbirlerine mütenasip olarak keser ki hiçbir dilimi diğerinden daha büyük veya küçük değildir. Ayrıca karpuzun göbeğini de orada bulunan insanların sayısına böler, oturup bazıları gibi ziftlenmezdi. Zaten eğer bir insan hakkında araştırma yapmak istiyorsanız, ya bir karpuz kestirin ya da eline elma vs. gibi bir meyve verin ikiye bölmesini yarısını size vermesini isteyin. Eğer söz konusu insan kestiği karpuzun göbeğini kendisi yiyorsa bir de ikiye böldüğü meyvenin büyük parçasını kendisi alıyor, küçüğünü dostuna ya da arkadaşına veriyorsa bu fiil size kestirmeden bir anket sonucu verebilir. Bittecrübe sabittir. Dayı Mamoş hakikaten hak hukuk mücadelesi vermiş bunun faturasını ödemiş bir zattı. Özetle şarkta dünyaya gözlerini açmış babası rahmetli de on binlerce davarı aşağı indirdiği gibi Dandanakan Savaşı’nda da malına canına kasteden üç neferi de mal gibi kesmiştir.
Bu zatı muhterem adeta hayatla dans etmiş hayat da onunla dalga geçmiştir. Bu kadar karışık ve zikzaklar çizen bir hayat tarzını kimsede bulmak mümkün değil. Bildiğim kadarıyla askeri okul, faslı tıbbiyey-i şaheneden askeri tabip olacakken kısa yoldan Harbiye’den mezun olup mesleğe kıta zabiti olarak atanmak ve belki de general olmak tercihinde bulunmak ve tam mezun olacakken 1963 olayları Talat Aydemir problemi ihraç ve yine mesleki yüksek eğitime sıfırdan başlamak mecburiyeti hâsıl olur. O zamanlar yeni açılmış olan Trabzon eğitim enstitüsü matematik bölümü leyli meccaniye sıfırdan başlamak. Dayı zaman zaman taş aynanın karşısına geçerek “Yarabbi mesleğim şerefimi korutmuyor, ben ya vali ya da general olmalıydım” diyordu. Kesinlikle haksız değildi. Fizik, yapı, karakter, hava, eda, terennüm onun gerçekten büyük bir devlet adamı olmasını gerektiriyordu. Dönemin başvekili de onun sınıf arkadaşıydı. Ama nedense böyle başı dik, korkusuz insanlara görev verilmiyor, çünkü ona diş geçiremeyeceklerini çok iyi bilirler. Hep hırpalanmış, şahsiyeti rencide edilmiş kişilere görev verildiğinden dolayı kimse korkusundan büyük projelere imza atamıyor, memleket meseleleri de bir türlü halledilemiyor.
Kendi ifadesiyle general veya vali olamayan dayı, okulundan mezun olup Anadolu’ya atanmıştır ve muallimlik, idarecilik faslı başlamıştır. Hem layık olduğu konuma oturtulmamış olmanın kırıklığı ve hem de mesai arkadaşlarının ondan her bakımdan yeteneksiz oluşları hayatı zindana çevirmişti. Onun tek silahı vardı o da inanmış olmak. Yoksa intihar bile edebilirdi.
Kendi ifadesiyle “Buhran geçirdiğimde tımarhaneye gider, oradaki hastaları ziyaret eder tefekkür eder ve kendi ruh sağlığımdan dolayı yüce Çalap’a şükredip rahatlayarak evime dönerdim.” Yine kendi ifadesiyle “Nefsim çılgınlaşır, orada da kendime gelemediğimde akıl hastanesinden çıkar hemen yakınında bulunan cüzam hastanesine gider oradaki hastaların haline bakar, bazılarının gözleri çıkmış bazılarının kolları bacakları kopmuş, derileri dökülmüş işte onları görünce kendime geliyordum. Halime şükredip işime dönüyordum”, diyordu. Tabi cüzam öyle bir hastalık ki; hastasına bit bile yaklaşmaya tenezzül etmiyor. Meşhur Rüstem Paşa Kanuni’nin kerimesi Mihrimah Sultan’a talip olduğunda onu çekemeyen arkadaşları saraya onun cüzamlı olduğunu gammazlarlar. Saray da bunu tahkik etmek için bir tabibi görevlendirir. Tabip, Rüstem’in vazife yaptığı Diyar-ı Bekir’e gider durumu inceleyip gelir. Saraya Rüstem’in cüzamlı olmadığını rapor eder. Tabibe nasıl anladınız diye sorulduğunda Rüstem Paşanın yakasında bitlerin zıpladığını gördüm, muayene etmeye bile gerek duymadım, der. Yeri gelmişken, şu atasözümüzü hatırlatacak olursak, evet, “Bit yiğitte bulunur.” Yine bit ve pirenin ağır alkolik ve çok tütün içenlerin kanını emmeye de tenezzül etmeyecek kadar gururlu olduklarını yazarsak kimse alınmasın herkes bundan dersini çıkarsın. Binaenaleyh Rüstem damad-ı şehriyari olur, Kanuni’nin hem sadrazamı hem de damadıdır artık. O ve malum faaliyetler başlar.
Hz. Muhammed’in “Arslandan kaçar gibi cüzamdan kaçın” hadisi de çok meşhurdur. Gerçekten cüzam hastaları zamanla bir arslanı andırırlar. Asırlar geçip cüzam mikrobunun mikroskop altında incelendiği yıllarda bu mikrobun da arslana benzediği biyologlarımız tarafından tespit edilmiştir.
Dayı Mamuşa yıllarca güzel Anadolu’muzun mekteplerinde matematikçilik yapar, yirmi küsur sürgünden sonra bir muallimin burnunun sürtüleceği yer İstanbul’dur. Dayı kendi ifadesiyle İstanbul’a sürgüne gelir, bir yaz günüdür. Kendisine kahreder, doğru dürüst pulu da yoktur. Bir caminin bahçesinde sabahlar. Bir meczup üzerine teşarşur eder. Sesini çıkarmaz. Ancak bilahere has bir yellenme onu zıvanadan çıkarmıştır. Caminin görevlileri de ona yüz vermezler. Bu pehlivan buraya nerden düştü demezler. Neyse Anadolu yakası serencamı, bilahere Avrupa yakası serüveni. Hep dik durmayı bilmiş, dünyalığa savaş açmış bir zat. Üstübaşı tertemiz ama yıllanmış parlamış yamalanmış. İri vücutla mütenasip olmayan giysiler ucuz gömleklerin iki yakası bir araya gelmez. Kısa uyduruk kravatlar. Kendisine yolsuzluk teklif edenlere pantolonunu ve gömleğini gösterir. “Bak kasap gömleği ve yırtık pantolon, açığım yok, kimseye verecek hesabım da yok, 21 sürgün en fazlasıyla bu sayıya birkaç tane daha ilave edebilirsiniz hepsi o kadar”. Onu tanıyanlar, aman Çalabım, benden uzak tut, bana bulaşmasın yeter deyip kaçarken ben ve benim gibi insanlar da ondan bir şeyler öğrenmek için hep yanına gitmişizdir. Gerçekten o benim için bir mektep olmuştur.
Bir defasında maarif vekilinin özel kalem müdiresi gelmiş, Dayı Mamuşa’ya emir yağdırıyor, “şu çocukları idadiye kaydet” diye dikleniyordu. Dayı ona “git sıraya gir eğer hukuki bir şey varsa yapılır, yoksa defol git” deyince kadın çileden çıkmış adeta kudurmuş bir vaziyette “senin haddini bildireceğim ulan müdür” diye avazı çıkana kadar bağırıyordu. Ama nafile hukuk neyse onu uyguluyordu Mamoş. Kadın gittikten sonra Dayı o meşhur yek beden Osmanlıdan kalma taş aynanın karşısına geçerek “yarabbi sen birsin Dayı Mamuşa da bir, beni koru” diye tazarrur etti. Bilahere Hayrullah Bey’e “herhalde sürgünümüz hazırlanıyordur” dedi.
Yine bir defasında dayının mütedeyyin ve millici olduğunu duyan bir bankanın müdiresi, veli hüviyetiyle gelmiş, Mamoşun kafasını ütülüyor. Bütün moral değerlere ve dolayısıyla haziruna hakaretler yağdırıyordu. Ben de sessizce bu münakaşanın seyrini ve de sonucunu merak ediyordum. Çünkü ileriki hayatımda böyle bir cinsi latif bana sataşsaydı nasıl mukabelede bulunabilirdim? Bir bakıma bu fırsat eğitimiydi benim için. Dayı bir saat sessizce dinledikten sonra çok net ve teknik bir edayla “abla sözün bitti mi?” kadın “evet” deyince “ağzını yerim Tanrı bu güzelliği nasıl yarattı sana bahşetti. Keşke sen benim olsaydın tek ölseydim” diyerek konuyu kökten halletti. Ben de bu çareye hayran olmuştum.
Bir defasında dünyanın en çirkinlerinden bir hatun bana ağır hakaretler etmişti. Ben de dayıdan aldığım eğitim neticesinde ona çok güzel olduğunu, benim onu çok sevdiğimi söyleyince belasından kurtulmuştum. Yine bir defasında maarif vekâletinden bir genel müdür dayıyı sıkıştırmak üzere gelmiş müdür “şu listeyi mektebe kaydet” demişti. Dayı da ona “müdür yardımcısına git yönetmelik neyse o olur” deyince sayın genel müdür şirazeden çıkmıştı. Ah devlet çarkı hep böyle dönseydi. Acaba en küçük bir yanlışlık, arsızlık, sahtekârlık yapılabilir miydi? Bazen düşünüyorum da herkes Dayı Mamuşa gibi başını işine adasa vallahi hiçbir problem kalmadığı gibi, açlık, sefalet fakirlik problemleri halledilir kalkınmamızı da sağlardık. Türkiyemizde nesli kesilmiş de olsa bu türden askerlerimiz, valilerimiz, bürokratlarımız, politikacılarımız mevcuttur. Ah bunları bulup, bir görevlendirebilsek devlet çarkı nasıl döner görürsünüz.
Hayrullah Şanzumi adeta bir yeni maden keşfetmiş gibi Dayı Mamoş'u sürekli ziyaret ediyor, ona özeniyor, farkına varmadan onun gibi yapıyordu. Hatta bir gün pirifâni babasını ve de miralay ağabeyini onun ziyaretine götürmüştü ki, dayının çaycıyı çağırarak “malı kaynat” komutu bizimkileri ürkütmüş, haydi dayak yemeden buradan uzaklaşalım demişlerdi.
O makam aracına binerken de şoföre “malı aç” komutunu verirdi. Çok tatlı bir argosu vardı. Onunla dâhili ve harici gezilerimizde tezevvuk verirdi. Süratli araç kullanır, adeta uçururdu. Korkardık ancak deli olduğu için tavrımızı açıklayamazdık. Bir gün beraberce vasıtasıyla Yalova’ya gidecektik. Üsküdar’da Yalı Akademisine uğramıştık. Masada oturan Milli Ceride Muharriri Lütfi Efendi içmek üzere duble ayran almıştı ki; henüz içecekken dayı ilk defa tanıştığı zatın ayranını kaparak şifayla midesine indirdi. Lütfü o günden beri hep dayıyı o güzel hamlesiyle anar durur.
Dayı Mamoş, hakikaten hayatı yazılıp okutulacak ondan ibretler çıkarılacak kadar önemli bir insan. Onun her şeyini ancak kendisi bilir. Bir de onun bir paşayla kavgası ve sürgün edilmesi dillere destandır. Benin hımaroloji uzmanı olarak yetişip, 3. Harname'yi yazmamda onun da rolü büyüktür. Hımarın hijyenik olduğunu, insanoğluna ondan hiçbir bulaşıcı hastalığın bulaşmadığını ondan öğrendim. Hülasa beraberce çok eşek muhabbetinde bulunduk. Hâlbuki maymun öyle değildi o meşhur adi hastalık insanlara ondan intikal etmişti. Hımar tepeden tırnağa kadar faydadan başka hiçbir zararı olmayan tek varlıktı.
Evet, seneler geçiyor ve bir gün talihsiz bir kaza. Dayı görevden alınıyor. Ancak merhum Ahmet Kabaklı tarihi makalesini yazarak benzeri az bulunan dayıyı ipten indirip Bakırköy maarif müdürü olarak atıyordu. Kendisini defalarca makamında ziyaret ettik. Bir süre sonra kendi isteğiyle emekli oldu. Bugünkü Başvekil, Büyükşehir’e başkan olmuş dayıyı da özel tavsiye üzerine çöp müdürü yapmıştı. Aman tanrım bu ne vazife aşkı! İstanbul’un bütün çöplerinin temizlenmesi ve de kaldırılması görevi verilmişti dayı hazretlerine. Dayı bugün büyük bir hizmet emri alıp, çalışmak için can atıyordu. Çünkü o Mustafa Kemal’in ocağından, onun mezun olduğu mektepte yetiştirilmişti. O bir Harbiyeliydi. Onun döneminin hepsi çok idealist insanlardı, onlar hep vatana hizmet aşkıyla tutuşuyorlardı. Zaten onun için düdük çalmışlardı. Çünkü onların hemen hepsi komutanları gibi G.G. Petrow’un Ak Zambaklar kitabını okumuşlardı.
Bir gün dayı ile Yalova’nın en güzel köylerinden Üvezli’yi ziyaret ediyorduk. Camiye girip biraz tapınmak istemiştik. Bir de ne görelim caminin kangal köpeği üzerimize saldırdı, bizi içeri sokmadı. Dayı Mamoşa gayet rahat bir şekilde köpeğe “yahu kardeş müsaade et de biraz tanrıyla görüşeceğiz” deyince vallahi billahi köpek sustu kuzu gibi oldu ve bize geçit verdi. Bu olay benim için samimiyetin mükâfatı olarak hatıra kaldı. Demek ki samimi olursanız köpek bile sizi anlayabiliyor.
Dayının İstanbul çöp müdürlüğü bir efsanedir, gece uyumaz bütün personel ayaktadır. İstanbullular evlerine çekilince temizlik harekâtı başlar, sabah namazı vakti biter. Dayının elinde telsiz erkekseniz çalışmayın. Hey gidi dayı sen tam general olacak bir kişiydin kader utansın.
Yıllarca biriken çöplerden arınmış bir İstanbul. Dayı rüşvet kabul etmez, kimseye de pabuç bırakmaz. Kimse ona yanlış yaptıramaz. Sen misin bizi dinlemeyen doğru hal müdürlüğüne sürgün.
Bence bugünkü başbakanın buralara kadar yükselmesinin ardında iki isimsiz kahraman vardır. Birisi İstanbul’un su problemini halleden Sayın İSKİ genel müdürü Prof. Dr. Veysel Eroğlu’dur. Ötekisi de çöpleri kaldıran Dayı Mamoşa Hazretleridir. Dayının bu hizmetlerini o partiye oy vermeyen herkes takdirle izlemiştir. Evet, “Hamallık ki, sonunda ne rütbe var ne de mal.”
Artık hal müdürlüğü faslı başlamıştır. Yapacak hiçbir şey kalmamıştır. Dayı oradaki haksızlıkları da bir nebzecik kontrol ederken öbür taraftan ömründe benim gibi hasret kaldığı me’kulat ve meşrubat dönemi başlamıştır. Akşamları vasıtayı doldurarak lojmanına taşır yer içer, sabahleyin işyerinde aynı işlem devam eder. Bir süre de hayat böyle devam eder. Duyduğuma göre, oradan da bıkmış emekli olmuş, kendilerine sağlık afiyet ve mutluluklar temenni ediyorum. Amma kendisiyle asla ve kat’a barışmak istemiyorum. Biz sadece yiğidin hakkını yiğide verdik, emaneti sahibine teslim ettik hepsi o kadar. Elveda eski Dayı Muammer sana muhabbetim sonsuzdur. Huzuru mübarekende saygıyla eğiliyorum. Ancak yeni Dayı ile kesinlikle görüşmek istemem.
Bu vesileyle aramızda tatsız tuzsuz şeyler geçmişti. Onları da yazmıştım ancak halen dostum olan ve sizi de tanımayan Başöğretmen Yrd. Doç. Dr. Zeki Palabıyıkzade Errizevi hazretleri bana “hocam bu bölümü çıkar” dedi. Ben de tavsiyesine uyarak çıkardım.
Zekât konusunda ilginç bir benzetmen vardı: “Temmuz günü tutulan oruca canım feda fakat şu zekât çok ağır bir iş. Adeta insanın kıçını kesmesi gibi bir şey” demiştiniz. Ama bu yeni bir görüş değildi. İnsanlar ilk Müslüman olduğunda Hz. Muhammed’le pazarlık yapıyorlardı. “Ya Muhammed bütün söylediklerinizi yapalım, amma şu zekât bize ağır geliyor” demişlerdi. Hz. Ebu Bekir de “vallahi zekâttan bir oğlak yuları kadar bile eksik öderseniz sizinle harbederim” diyerek son noktayı koymuştu.
Hayrullah, son görüşmesinde Memoşa’ya bayağı iltifatta bulunduktan sonra ayrıldı. Tam on üç sene de bu son görüşmenin üzerinden geldi geçti. Eski dayı hep bir efsane gibi hep dimağlarımızı süsleyecekti.
Yaşasın eski dayı ve eski dayıların yönettiği bir memleket özlemiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder