Cumhuriyetimiz henüz yokken Osmanlı Devleti nüfusunun yüzde 70’i kırsal kesimde yaşamlarını sürdürüyordu. Yusuf Halaçoğlu’nun iskân politikası çalışmasından da anlaşılabileceği gibi iskân politikası ciddi ve zecri kurallara bağlıydı. Bütün fertlerin iskânı devlet esasatına bağlı olduğu gibi yurt içi seyahatlar bile idarenin iznine tabiydi. Ta ki Cumhuriyetimiz kuruldu, Atatürk ve milli şef İnönü döneminin sonuna kadar bu örf yönetimi zapt-ı rapt altına alınmış olup Demokrat Partinin iktidarıyla özgürlükler bahane edilerek genel ve milli bir anarşi tesis edilmiştir.
Artık ayaklar baş, başlar ayak olmuştur. Bu meyanda hiçbir geleneği olmayan gureba çocukları olağanüstü sınıf atlayarak adeta kudurmuştur. Demokrat Parti iktidarına kadar bütün coğrafyamızda haddi zatında devletin gizli birer sacayağı olan sivil otoriteler, egemenliklerini kaybetmiş, düne kadar “Maraba Çocuğu” olarak hayata gözünü açan çocuklar, oturup şükretmeleri, devlete ve millete sahip çıkmaları gerekirken, sırf komplekslerini tatmin etmeye çalışmışlardır.
Gureba’dan bir arkadaşım bir beldeye şehir emini olmuştu. Bana telefonda “Hayrullah Ağabey, zenginler beni arıyor” diyerek heyecanlandığını söylemişti. Tabi eskiden yanından bile geçmeye ürktüğü malum şahıslar onu arayınca adamcağızın kimyası bozulmuştu. Hâlbuki adamcağız Cumhuriyetimize şükredeceğine kerameti kendinden menkul zannetmişti. Demek ki Hz. Mevlana ne kadar haklıymış. “Liyakatsız’a makam, en büyük zulüm olduğu gibi cibilliyetsize ilim vermek de, katilin eline silah vermek gibi bir şeydir”.
Şüphesiz ki bütün rejimler kendi iç dinamiklerini, kendi mantıkları muvacehesinde çok mantıklı işleyebilirler. Ancak gerek medeniyetler, kültürler ve rejimler birbirine geçişlerde bayağı sıkıntıları da beraberinde getirirler. Osmanlı, belli elitler sınıfı oluşturup kurumlar da, hâkim ve mahkûm sınıflarıyla işi götürüyordu. Bu gün İngiltere’de bile kamufle edilmiş demokratik görünse de bir örfi idare söz konusudur.
Genç ve modern Türkiyemiz kendi şablonunu koyarak vatandaşlarının tamamına ferdi gayretlerle sınıf atlama imkânlarını sunmuştur. Bütün eşitsizliklere rağmen esnafın, zenaatkarın, köylünün ve bilumum gureba çocuklarının, devletin her kademesine gelebilmesine fırsat vermektedir. Bu zevat oturup başta Atatürk’e ve bütün devlet çarkına dua edeceğine, adeta asırlardır devlet mekanizmasının dışına atılmış olmanın intikam hıncıyla devlete ve hasseten mensubu olduğu garip milletime ihanet etmekte beis görmemektedir. Bu kadar açıklama yaptıktan sonra problemi muşahhaslaştıracak olursak, Osmanlıda şehirli tam bir Medineli yapıya sahip olup herhangi bir problem yoktu. Yine köylü de tam bir köylü mantalitesini sahiplenmiş olup ne kendi yapısı içerisinde ne de şehirliyle bir problemi yoktu. Çünkü aralarında büyük bir buz dağı örülmüştü. Vakta ki Cumhuriyetimizin tesis edilip Atatürk’ümüz de “Köylü Şehirlinin Efendisidir” sözünü o dönemin şartlarında ortaya koydu. O dönemde bütün devlet imkânları, şartları yerine getirebilen herkese eşit bir şekilde dağıtılmaya başlandı.
Köylü kendi hakkını aldıktan sonra beyefendi, şehirli, nehafet timsali insanımızın imkânlarını da gasp edince bizim eski İstanbul sosyetemiz “Eyvah! İstanbul’u Eşekler istila etti” diyerek, kahrından yurtdışına hicret ettiler. Bu cümle bana ait olmayıp Prof. Dr. Fersahoğlu hocamızdan menkul olup, bir gün İstanbul’da taşralı birinin bir İstanbul beyefendisinin ayağına basmasından mütevellit bu zatın “Eyvah! İstanbul’u eşekler istila etti” diye kahredip ölene kadar evinden çıkmadığı bir kişinin hayat seyrinden alınmıştır.
Hayrullah Şanzumi’nin babası köylü, annesi de şehirli olduğundan o köyü de, şehri de doya doya yaşayıp tetkik etme ve objektif olarak mukayese etme imkânına sahipti. Sadece köylü olan bir aydının veya sadece şehirli olan bir araştırmacının farkına varmadan aidiyet tercihi handikabı ona bunları yazma fırsatı vermezdi.
Cumhuriyet döneminde şehirli, çoğulculuk sisteminin desteğiyle adeta susturulmuştu. Şehirli bir çekirdek aile sadece bir çocuk yapıp onu en iyi bir şekilde yetiştirip en güzel tahsillerle tezyin ederken; köylü aile ortalama on çocuk yapıp eğitim, öğretim yapamayan evlatlarıyla şehirlerin saçaklarına yerleştiler. Hazine arazilerini gasp edip sabahleyin şehre saldırıp her türlü olumlu, olumsuz işi yaparak akşam eve ciddi olmasa da bir meblağ getirip aile reislerine intikal ettirdiler. Zevatın herhangi bir masrafları da olmadığından bir de bakıyorsunuz ki, köyden daha dün gelen eğitimsiz gureba bir iş hanı ve ya herhangi bir gayri menkul’u satın almış, sizin ciddi eğitim alan çocuğunuz da gidip onun defterini tutmakta buluyor çareyi. Bu sınıf atlama olayı ona mutluluk, şükür ve devletine, milletine bağlılığını arttıracağı yerde bir de bakıyorsunuz ki eski Efendisi olan şehirliye karşı büyük intikam ve hırs besliyor.
Size soruyorum. Türkiyemizin belli bir bölgesinden büyük şehirlerimize gelip şehrin siluetini, havasını suyunu ve bütün güzelliklerini bozmakta adeta yarışan taşralı müteahhitlerimizin yaptıkları bundan başka bir şey olabilir mi? Eğer bir inşaatçı şehrin bütün yeşilliklerini katledip, inşaat yapıp değerlerimizi ferdi karlarına feda ediyorsa bu işleme ne diyebilirsiniz. Meşhur atasözü dür. “Mimarimizi şunlar, tipimizi de bunlar kirletti” vesselam.
Hayrullah Şanzumi refikaları Hayriye Şanzumi ile bu makalenin başlığı üzerinde fikir teatisinde bulunurken
1- Varoş çocuğuna bir derkenar
2- Köyden şehir’e göçün tabii sonucu olarak dejenerasyon
3- Köyden şehir’e göç ve dejenerasyon
4- Modernleşme sürecinde köyden şehir’e intikalde dejenerasyon gibi yakıştırmalarda bulunduysak da üç aşağı beş yukarı bunlar hemen hemen aynı şeyi ifade etmeye matuftu. Ancak biz burada esas problemi ortaya koyduktan sonra kefeni bu serüveni yaşayan birine giydirerek anlaşılmasını kolaylaştıracağız. Evet, köylerimizle, şehirlerimiz birbirine karıştırılmadan önce çok homojen ve çok nehafet abidesi birer huzur cenneti muamelesinin icra edildiği mekânlarımızdı. Çünkü şehirli ticaret ilim ve devlet üçgenini deruhte edip huzurda doruğa ermiş. Sakinler birbirlerine karşı aşırı saygılı anarşisiz problemsiz birer cennet yaşarken, köylü ise sadece ve sadece köylülüğü yaşayıp sınıf atlama ve şehirli olabilme diye bir derdi olmadığından kendi halinden memnun sadece Tanrı ve toprakla muhatap olmaktaydı.
Tanrıya tapınarak rahatlıyor topraktan beslenerek de geçiniyorlardı. Tarladan elde ettiği ürünü paraya tahvil etme şansı çok az olduğundan dolayı onunla geçiniyor gözü tok olduğundan dolayı da herkese bol bol ikramda bulunuyordu. Vakta ki kapitalizm insanlarımızın beyninde konuşlandırıldı. Biriktirmek çok biriktirmek bundan güç ve kudret vehmedip başka insanlara fark atma duyguları artınca bir de köyle şehir arasındaki akışa cevaz verilince köylerimiz şehirlerimize akın etti. Köyler boşaldı şehirler istiab hakkını aştı ve ciddi ciddi köy ve şehir problemleri gecekondu, göç, işsizlik ve buna bağlı olarak terör, anarşi, hırsızlık, kapkaç ve arsızlık. Bu insanlarımız köydeyken en azından birkaç köy hayvanı ve birazcık tarlası vardı. Bunlar para falan kazanmıyorlardı. Ancak hayvanının etinden, sütünden, tüyünden, derisinden ve dışkısından faydalanıyorlardı. Yine tarlasında bölgesine göre bir şeyler ekip biçip bununla geçimlerini temin ediyorlardı. Bana göre P.K.K. terörünün temelinde de bu saik vardır. Köyleri boşaltıp şehirleri yaşanmaz hale getirmek gibi.
Evet, köylü şehirlerimizi isteyerek veya istemeyerek istila etti. Bunlardan kabiliyetli ve becerikli olanlar ferdi gayretleriyle statülerini kazandılar. Ancak bu imkânları bulamayan büyük bir nüfus ise köydeki imkânları kaybetmiş bunları kaybettiği gibi şehrin nimetlerinden de istifade edememiş olmanın hıncıyla devlete millete ve hatta insanlığa karşı kin ve nefretle doldu. Köydeki bir insan eğer zaruri ve beşeri ihtiyaçlarını karşılıyorsa ve medyadan dünya nimetlerinin reklâmları ile de taciz edilmiyorsa onun için orası adeta bir eşek cennetidir. Fakat şehirde yaşayıp her şeyi görüp mahrum kalmanın ızdırabını ancak yaşayanlar bilir; işte size anarşi.
İmkan boyutunu aştıktan sonra bir de disiplin boyutunu işleyecek olursak, Türk köylerinde büyük ölçüde bir otokontrol mekanizması hâkimdir. Hiçbir köyümüzde Jandarma ve Polis olmadığı halde köy ihtiyar heyeti köye gireni çıkanı denetlerler. Bugüne kadar hiçbir Türk köyünden bir tinerci serseri veya ayyaş kişiye rastlanılmamıştır. Bunlar gerektiğinde evine ve bahçesine çekilir, hiç kimseye görünmeden işret yaparlar. Herhangi bir köyümüze bir yabancı geldiğinde hemen sahiplenilir, misafir edilir, başıboş bırakılmaz, bütün ihtiyaçları makul bir şekilde karşılandıktan sonra köyün sınırlarına kadar yolcu edilir. Özetle Türk köyleri ve Türk köylüleri kendi yapısı içerisinde bir destandır. Ancak bu köylü şehre intikal edince kendi köy kanunlarının hâkimiyet sınırlarından sıyrılıp şehre yerleşince hem köylülük statüsünü kaybetti hem de şehirli olamadı. Peki, ne oldu? Ara form olarak ortaya ucube bir şey çıktı. Çünkü bu adamcağızlar kışın şehirde şehircilik oynarken yazın da köylerine dönüp köylülüklerini hatırlamaya, yaşamaya çalıştılar. Daha kötüsü bu zevat kendini bir garanti altında bulmadığı gibi büyük tehlikelere maruz veya aday olarak gördü.
Bizim göçmenlerimizin aşırı cimri ve biriktirme hastalığında olduğu gibi bu da yetmedi kendini ve yedi sülalesinin geleceğini garanti altına alma iddiasıyla bütün çevreye, insana ve hayvanata gasp ve zararat vermeye devam ettiler. Evet, sonuçta ucube Araform bir realite, köylülerimizi bütün kültürüyle kaybettiğimiz gibi onları şehirli yapmaya da gücümüz yetmedi. Eskiden çocukluğumuzda denilirdi ki bir insan Tanrıdan korkuyorsa ondan zarar gelmez. Biz de öyle inanırdık. O zamanlar dindar insan da çok azdı. Hep üzülürdük. Ah! Memleketimizde insanlarımız dindar olsalar diye hep özlem çekmişizdir. Biz muhafazakârlar meğer yanlış yapmışız. Son yarım asırda A.B.D.’nin yeşil kuşak projesi muvacehesinde hepimiz dindarlaştık. Hele hele her varoşta mantar gibi plansız, programsız mabetlerimiz yükseldi. Camilerimizi ve mescitlerimizi biraz tetkik edince karşımıza bu organizasyonların bazılarının bile altından rant belası çıkıyor. Neyse insanlarımız çok fazla dindarlaştı. Hatta buna ve milliyetçiliğe yükselen değerler bile dediler bizim sosyologlar.
Tamam, kim yükselecekse yükselsin! Ancak yükselirken bazılarının haklarını gasp ederek yükselmesinler. Şimdi peygamber Efendimizin “Şüphesiz ki ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” Hadisi Şerifi bütün problemi halleder vaziyette. Demek ki bir insan çok dindar olduğu halde ahlaksız olabildiği gibi Ateist veya başka bir inanç gurubuna mensup olduğu halde çok ama çok ahlaklı olabiliyor. Geçen İbrahim Albayımla Yalı Akademisinde sohbet ederken dini kıyafeti ile endam eden bir vatandaşla tanışıp tartıştık. Adamcağız köyden gelmiş her türlü fırıldağı çevirip servet sahibi olduğu halde milli görevini yapmamakta ısrar ediyor. Hâlbuki insan yemek yediği sofrasının bekçiliğini de kendi üzerine düştüğü kadarıyla yapmalı derim. Bu din konusunu meşhur ilahiyat Prof.’larıyla konuşmanızı tavsiye etmem. Çünkü söylediklerini parlak bulabilirsiniz ancak muamelatları sizi üzebilir. Meşhur atasözü yine imdadıma yetişti. Hocanın dediğini yap yaptığını yapma. Bazen dediğini de asla! Yapma.
Evet, olan oldu sonunda köylerimizi kaybettik. Köylerimiz ve köylülerimiz eskiden Efendiyken bunlar artık bize zarar vermeye başladılar. Ancak bana sorarsanız bu kesimin en zararlıları ise kesinlikle eğitimli olanlarıdır dersem şaşırmayın (İyilerini tenzih ediyorum). Mehmet isminde bir hemşehrim vardı. Çok mütedeyyin ve çok usluydu. Bütün camianın maddeten ve manen verilen destekleri sonucunda tabib olmuş ve en kısa zamanda hemcinsleri olan gurebayı istismar edip büyük servet edindikten sonra bir ömür küfür ettiği emperyalistlerle siyasal ve kültürel iş tutmaya başladı.
Bak! Ey evladım. Gureba seni burslandırıp okuttu ki onlarla iş tutmayasın. Sen gidip onların “Zurna-i Zebellahına” oturdun! Artık zevk alma gayretinden başka bir şey kalmadı. Kolay gelsin. Bir gün bir Kurt, avını yerken kemikleri bütün yutmuş sonra çıkarmakta zorluk çekince ona bir daha bir şeyler yerken ölç, biç, kıçınla mütenasip olmayanları yutma demişler. Mademki mekanizma böyle çalışıyor o zaman aramızdaki gurebaya destek vermek nafileymiş. En garibini yetiştirdiğinizde şeytanın borusunu öttürmekle yarış yapıyor. Ve yarışta can atıyorsa şeytanın düzeni nasıl olsa çalışıyor. Kimsenin hiçbir şey yapmasına gerek yokmuş. Lütfen kötü örnek olmayalım.
Demek ki problem taşradan gelip şehirlileşme bilincine kavuşamadığı halde mesleğinin veya işinin zirvesine çıkanlarda. Bunlar bir taraftan kendi şahsi menfaatlerini en marjinal noktasına kadar yükseltmeye gayret ederken, bir taraftan da milli manevi bütün menfaatlerini hiçe saymaktadırlar. Bu karakter yapısına sahip insanların yönettiği bir devlet düşünmek bile istemiyorum. Uykularım kaçıyor.
“Hey! Muhafazakâr Taşralı Varoş Çocuğu! Nelere Kadirmişsin Sen. Unutma Bir Gün, Devlet Millet Giderse Sen de Boğulursun. Biz Derya, Sen Ancak Bizim İçimizde Nemalanan bir Balıksın. Sadece Balık Olduğunu Unutma!
Ye, İç, Gez, Semirt. Ancak İhanet Etme! Olur mu?”
Hey varoş çocuğu! Mevkin, malın, mülkün, statün ne olursa olsun beni dinle. Sana son nasihatimdir. Hani hatırlar mısın? Biz seninle birlikte Çerci Fadıl dayının eşeklerinin sırtında bu güzelim şehrimize hicret etmiştik. Titre ve kendine gel ya eskisi gibi temiz bir köylü ol! Ya da adam gibi şehirli ol!...
İşine geldiğinde şehirli, işine geldiğinde köylü kurnazı, işine geldiğinde aşırı dindar olma! Haberin var mı? Tanrı ve onun kulları senin elinden illallah ediyorlar. Sadece kendi işine bak hukuka ve hukukullaha destursuz girme huyundan vazgeç. Bunu senin tabii hakkın olduğu zehabından vazgeç. Hassaten yalan söyleme alışkanlığından tevbe istiğfar et. No’lursun ecdadının yüzü suyu hürmetine bir defada sen “Puştluklara karşı ani feveran” hastalığına yakalan da takdir gör! Sen ve senin gibi haksız sınıf atlayanların aşırı beslenme hastalığı olan yüksek Kolesterolle değil! Deden gibi şehit olarak öl.
Eğer bu fedakârlıklar sana lüks geliyorsa hiç olmazsa köydeki dedenin ninenin nasihatlerini unutma!
Köyün muhtarı Hüseyin Efendi'nin öğütlerini unutma!
Köyün imamı Murtaza’nın hutbelerini unutma!
Kıbleye karşı kesinlikle teşarşür etme. Köyün delisi Ramazan’ın, kahramanlık türkülerini unutma!
Kıtlık yıllarında güzel Anadolu’mun köylerini gezip, mağdur ve mazlum insanımın tahsisatı olan kaymaklı bisküvilerimizi eşek kardeşlerime yedirdiğini unutma.
Sabahleyin öten horozların sesini unutma!
Hele hele rahmetli babanın hayvan pazarından daha sıpayken aldığı boz eşeğini, rast makamıyla anırmasını unutma!
Teşarşürü’nü unutma!
Def’ül hacetini unutma!
Hele hele katır üretmek için köy meydanında boz eşekle Arap atının çiftleştirilme merasimini, hepinizin bu hengâmedeki üstlendiğiniz vezaifi hiç unutma!
Kahvenin kaynaması tiryakiyi, sıpanın zıplamasının eşeği baştan çıkardığını unutma!
Eşeklerle bir gönül bağın olduysa kesinlikle ihanet edip onu da unutma!
Nerden geldiğini, ne olduğunu ve nereye gideceğini asla unutma!
Bütün mukaddesatına her gün saldırıldığı, kültürünün ve medeniyetinin bu seyir içinde bir gün tarihe mutlaka mal olacağını unutma!
Senin bunların hepsine sadece seyirci kaldığını, görmemezlikten geldiğini sakın ha! Unutma!
Aslında bu gidişatla medeniyetinle sadece tiyatro oynadığını da bildiğimizi unutma!
Çünkü sen eğer samimi olsaydın bu zulmü reva görmezdin. Demek ki yeni mabutlar edindin ki onların hafif bir silkelenip tevbe istiğfar etmelerine bile gönlünün rıza göstermediğini unutma!
Seni Çalab görsün, ÂMİN.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder