Eskiden günde iki öğün yemek yerken, 1) Sabah çorbası (Zeytinyağlı mercimek çorbası), 2) İkindi vakti yemeği (Etli bir yemek, pilav, tatlı veya meyve tabağı). Tanzimat ile birlikte hayat seyrimize günde üç öğün yemek alışkanlığı girmiş oldu (Sabah, öğlen ve akşam).
Bilahare ara öğünler ve tarihte hastalık olarak milletimin düçar kaldığına rastlanılmayan obezite yine tarihimizde ve kültürümüzde tatil diye bir alışkanlığımız veya bir geleneğimiz de söz konusu olmadığı halde tatil hastalığı da bize birçok alışkanlık gibi batıdan tevarüs etmiştir. Belki bu tatil alışkanlığı batıda da eskiden yoktu; ancak, sanayileşme devrimi beraberinde insanların çok ağır biçimde çalışmalarını da getirdiği için yıllarca ağır işlerde çalışan insanların senede bir defa zaman dilimi içerisinde dinlenip işe başladığında daha verimli olabilmeleri için bir tedbir olabilir. Ancak batıda her sınıfa mensup insanların bu imkâna sahip olduklarını tespit ettiğimiz halde Türkiyemiz’de gerçekten tatile ihtiyacı olan yorgun savaşçıların böyle bir imkâna sahip olamadıkları gibi bazı mutlu azınlığın da bütün ömürlerinin tatil olduğunu görmemek mümkün değil. Bu sınırsız imkânların da kontrol edilmediğinde en az fakirlik kadar problem teşkil ettiğini söyleyebilirim. Bu tespit milletimin dualarına bile geçmiştir. “Tanrım az verip ezdirme, çok verip azdırma” şeklindedir.
Benim çocukluğumda sadece Pazar günleri tatildi. Bilindiği gibi Pazar Hıristiyanların kutsal günü olduğundan tatil edilir. Bilahare Cumartesi günü de Yahudilerin kutsal günü olduğu için tatil edilmişti. Bu uygulama dünyanın her yerinde de aynıdır. Bazı çatlak sesler de Cuma da Müslümanların kutsal günüdür onu da tatil edin diye seslenirlerdi. Halbuki kutsal kitabımızın Cuma suresinde “Ey Müslümanlar sabahleyin Cuma’ya hazırlanın, Cuma namazına gidin, ondan sonra rızkınızı toplamak için yeryüzüne dağılın” emrini unutturarak bize batıdan bir hastalık olarak gelen tatil alışkanlığını kurumsallaştırmak gayreti içerisine girmişlerdi.
Lütfen şunu unutmayalım. Bizim tarihimizde ve kültürümüzde böyle tatil falan yoktur. Ancak yeryüzünü gezin ibret alın tavsiyesi vardır. Bunun en güzel örneğini de Evliya Çelebi yapmış, gördüğü bütün hikmetleri de kaleme almıştır. Biz de onu ve onun gibilerini örnek alarak yeryüzünü gezmeliyiz. Tabi önce kendi memleketimizin güzelliklerini görmeden başka ülkeleri gezmenin de bir faydası olacağını zannetmiyorum. Bizim imkân sahibi vatandaşlarımızın sadece batıyı ve batının batısını gezdiğini biliyoruz. Halbuki özellikle Osmanlı coğrafyasını, İslam âlemini Rusya’yı, Türk Cumhuriyetlerini, Çin’i Hindistan’ı ve fırsat buldukça bütün dünyayı gezerek ufkumuzu açmalıyız. Biz de fırsat buldukça bir vesile ile zaman zaman yurtiçi ve yurtdışı gezilerine çıkmaya gayret ederken mensubu olduğumuz sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine katılarak yapılan şura ve toplantılar vesilesiyle Anadolu’muzun beldelerini tanımaya çalıştık.
Sırasıyla aktaracak olursak, eskiden bizim gelenekte sadece yaylacılık varken bu alışkanlığımız ihmal edilerek deniz kenarlarına inmeye başladık. Şahsen benim otuz yaşına kadar herhangi bir tatil alışkanlığım yoktu. Sadece sılayı rahim yapar her yıl doğup büyüdüğümüz coğrafyayı ziyaret ederek rahatlardık. Ancak yıllar önce müptelası olduğum dertten ötürü tabiplerim fazla enerjimi atmak için kum tedavisi tavsiyeleri beni ailece tatil yapmaya başlattı. Bu vesileyle Marmara Adası’ndan başlayacak olursak:
Bilindiği gibi Marmara adası Türkiyemizin hem bir adası olup hem de Balıkesir’in bir ilçesidir. İlçe merkezi adanın güneyinde sahile konuşlandırılmıştır. Adanın dört tarafında da turistik sahil köyleri mevcuttur. Bunlardan en meşhurları Topağaç, Çınarlı ve Saray köyleridir. Topağaç köyü, adanın doğusuna bakan bir sahil köyüdür. Çınarlı köyü ise adanın batısına bakan tarafta sahilde konuşlanmış olup adını bu köyde halen mevcudiyetini sürdüren bin yıllık devasa bir çınardan almaktadır.
Köyün yaşlı sakinlerinden dinlediğime göre Alparslan Türkeş henüz yüzbaşı iken bir bölük askeriyle bu çınarın altında aylarca çadırlarda kalıp tatbikat yaptıkları şeklindedir. Biz de ailece bu köyün denize sıfır olan Melahat Barbaros Pansiyonunda bir süre tatil yapmıştık. Geceleri sessiz ve gürültüsüz olan bu koyda kıyıya vurarak çıkarttığı o güzelim dalga seslerinin adeta yılların verdiği yorgunluğu beynimizden bir disketin silinmesi gibi aldığını hissediyorsunuz.
Maalesef dünyamız ve Türkiyemiz büyük bir hızla kirlenirken az da olsa bazı yörelerimizin daha bakir kaldığını ifade etmek gerekirse Marmara adası daha iç ve dış turizme tam açılmadığından bekaretini koruduğunu söyleyebiliriz. Bu Çınarlı köyünden Tekirdağ’a sabahleyin gidip, akşam dönen büyük bir yolcu gemisinin hoparlöründen rahmetli Barış Manço’nun “El salla” şarkısının söylenmesini ve bütün yolcularla köylülerin karşılıklı el sallamalarını unutmak mümkün değildir.
Saray köyüne gelince o köy dünyanın en eski ve en meşhur köyü olduğunu bilmiyordum. Bu köyde dünyanın en eski mermer yataklarının olduğunu. Marmara kelimesinin, adasının ve de denizinin ismini buradan aldığını kimse bilmez. Bu köyde İstanbul ve Mimar Sinan üniversitelerinin ünitelerinin olduğunu, Rektörlerin gıcık olduğu hocaları buraya görevlendirebildiklerini ve hatta Mustafa Delican adında bir Doçentin İstanbul Üniversitesinden buraya mecburi ikamete alındığını biliyoruz. Bu adaya sürgün olmaktansa Tunceli’ye gitmek daha makul bir şeydir. Çünkü Marmara adasına yaz mevsiminden başka gemi seferleri olmadığını (Özellikle bu köye) öğrenince şaşırmıştım.
Bu köyün özelliğine gelince, gerek İstanbul’daki gerekse bütün Anadolu ve Avrupa’da tarihten bu güne kadar inşa edilen bütün Marmara cinsi mermer sütunlar ve diğer aksanlarının hepsi bu köyün mermer yataklarından elde ediliyormuş. Sırasıyla Havralar, Katedraller ve Camiler o zamanın şartlarında yüzlerce insanla yıllarca alınteri dökülerek o ilkel aletlerle o devasa mermerleri kütle olarak kesip gemilere bindirerek istedikleri bölgelere sevk ederlermiş. O yıllanmış devasa mermer yataklarını yerinde inceleme fırsatı bulmuştum. Tam bu esnada Mimar Sinan Üniversitesi heykel bölümünün hoca ve asistanlarının hummalı birer çalışma içerisinde olduklarını görünce kendimi tanıtarak bütün heykeltıraşçılara hitap etmiştim.
Özetle “Muhterem sanatkârlar sizi bu hayırlı faaliyetlerinizden dolayı tebrik ediyorum. Çünkü biz sosyal bilimcilerin yazdıklarını kimse kaale almıyor. Fen bilimcilerimiz de henüz kerrat cetvelini bile aşamadılar. Ama sizin yaptığınız bu eserler adınızı milletimizle beraber en azından asırlar sonrasına taşıyacaktır. Lütfen boş durmayın, geceleri de heykel yapmaya devam edin. Eğer Atatürk Anıtkabirden şimdi ayaklansa gelip sizi gözlerinizden öper” der demez o çene sakallı heykeltıraş Profesörün gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Ve orada doktora çalışması olarak bir martı heykeli yapmakla meşgul olan asistanına “Kızım Ebru, işini hemen bırak gel bu hocamızı dinle” demişti.
Bu tavır gerçekten beni de çok mütehassıs etmişti. Bir de bugünkü modern alet ve edavat ile o yüksek devirli elektrikli cihazlarla o sert granit gibi mermerlerin nasıl beyaz peynir gibi kesildiğini görünce eski devirlerde insanların ne çileler çektiğini hatırlamış oldum.
Oradan da geri dönerken Erol adında bir yobaz bana bunlara niçin iltifat ettin diye hesap sorunca tepem atmış ve senin bu beğenmediğin kişiler en azından meşgul oluyorlar ama sen sürekli boş kaldığından fitne ve fesatla iştigal ediyorsun demiştim.
Yıllarca Ege ve Akdeniz’in bütün sahillerinde konakladıktan sonra Marmara adası, Çınarlı köyü, Güre ve Altınolukta karar kılmıştım. Her yerin bir avantajı olduğu gibi dezavantajları da vardı; sivrisinek, aşırı sıcak ve soğuk gibi. İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Karadeniz’i de bütün güzellikleriyle yerinde tespit ettikten sonra yılarca Altınolukta Hasan bey adında muhterem bir işletmecinin Akın Motel adıyla maruf denize sıfır mekânında kaldık. Otelin bahçesindeki ezan vakti adındaki çiçekler, kanyondan gelen oksijen esintisi (Dünyada Alp dağlarından sonra oksijen bakımından en zengin bölge idi), taze balıklar, musluktan akan dağ suyu ve bu sudan demlediğimiz çaylar, terasta yaktığımız mangallar, gece sohbetleri, yusufçuk kuşlarının sunduğu o muhteşem o ilahi orkestra cırcır böcekleri vs.
Dağdaki kanyona Haydar Dümen bir otel yaptırmış. Börekler, çörekler ve o güzel köylülerin pazara getirdikleri her türlü taze meyve ve sebzeler, taze koruk suları, zeytin ve zeytin mamulleri, hele hele dağdaki Osmanlı’dan tevarüs eden eski Altınoluk köyü, devasa çınarları tarihi evleri o minyatür güzel eski camii ve onun kadirşinas imamı ve bitirim hoca adıyla maruf eski Şişli camiinden emekli Sadettin Kaynak’ın rahle-i tedrisatından geçmiş olan ve her gece ısrarla bir cinsi latife misafir edilen sürekli at kılı metoduyla hizmet aşkıyla insanoğluna aşk ve de meşk hizmeti sunan müezzin Efendiyle tanışma faslım ve ona özel istekleri neticesinde uyarladığım beden dili eğitim ve öğretim faaliyetlerim birer tarih ve darb-ı mesel olmuştur. Ben bu faaliyetlerimi yıllarca anlatıp milletimi rahatlatmıştım. Fakat tam on yıl sonra dostum Dürrülelvan Selahattin Efendiyle o köye gittiğimizde Hoca Efendiyi bulamamıştık. Ancak Selahattin Bey tetkik yaparak bu vakanın doğruluğuna şahit olmuştu. O yıllarda Altınoluk’ta yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu, adeta aldığınız nefes ve aldığınız temiz gıdalar ve o nahif ve hafif deniz suyu sizi adeta uçuyormuş havasına bürüyerek “Yoksa cennette miyim”, zehabına kaptırıyordu. Ama şimdi bütün güzel tatil yörelerimizde olduğu gibi aşırı yığılma ve hor kullanma rant endişeli imar neticesinde üstüne üstlük yabancılara mülk edindirme politikalarıyla bölgede bir çok yabancı hastane ve tesis yapılarak eskiden astımlılar için kesin çare olan bu güzel beldemiz hemen hemen bu özelliklerini kaybetmek üzeredir.
Bu tespitimi kıyılarımız için olduğu gibi yaylalarımız, dağlarımız ve ormanlarımız için de hiç çekinmeden ifade edebilirim. Ailece yaptığım bu tatillerden başka, mensubu olmaktan iftihar ettiğim Türk Münevver Ocaklarının sırasıyla M. Kemal Paşa, Manisa, Balıkesir, Bursa, İzmit, Asitane, Anadolu teşkilatı, Sakarya, Adıyaman, Ordu, Giresun, Samsun, Trabzon, Sivas vs. gibi şehirlerde yapılan şuralarına katılarak gerek o bölgelerimizin kültürel yapısı ve gerekse iştirakçilerin sunumlarını dinleyerek Türkiyemizin meselelerini yakından takip etme fırsatını hiç kaçırmadım.
Dönemin reisi umumisi Yalçıntaş Hoca Efendiyle önceleri genel sekreter, bilahare yıllarca umum reisi Erkalizade Mustafa Efendiye resmen talebe olamadığım halde gerek Dersaadette ve gerekse taşrada yaptıkları bütün ilmi ve siyasi faaliyetlere bir dinleyici olarak katılmış burayı bir sivil üniversite kabul etmiş ve yetişmemde nirengi noktası olarak tayin etmiştim. Halen bu milli faaliyetleri zevkle izlemekteyim. Hele he bu değerli camianın mensupları olan büyüklerimizi başta Erkal ve Aksu gibi hocalarımızla memleketim olan Hısn-ı Mansur ve şurasına gitmemizi çocukluğumda oynadığım parklarda onları görmemin verdiği duyguyu ve Nemrut dağına tırmanmamızı, Cendere Köprüsünün kenarında yemek yememizi tahayyül bile edemezdim. Buradaki iki ayrı rakip hacının herzelerini dinlemek bile nostaljik olmuştu.
Kim ne derse desin şahsi karakterlerini bir yana bırakacak olursak Yalçıntaş hocamız gerçekten tam Türkiye şartlarına göre yetişmiş bir beyefendidir. Bir şuramızda kendimi Osmanlı Ocakları Reisi diye takdim etmiş ve takdir görmüştüm ve gülüşmüştük. Yine birçok şurada olduğu gibi Selahattin ve Musa Efendiler de geceleri yatmayıp odaları tek tek arayıp ekstra servis ister misiniz tekliflerini hep espriyle geçiştirmeyi bilmiş zeki bir insan.
Yine Samsun şurasında otelde karşılaştığımızda “Azizim Türk aydınları ne yapıyor” diye sormuş, bende cevap olarak “Hepsi de uyuyorlar” diyerek cevap verince güle güle ölmüştü. Sivas şurasında Büyük Otel’de kalıyoruz. Giresun Şurası Başkanı Memiş Beyi aramış ekstra servis ister misiniz? Demiştik. O da silahını kapıp Resepsiyon’u basmıştı. Bu ince faaliyetler bütün iştirakçilerin gizli eğlencesi olmuştu.
Ben her gezimizde mutlaka bu Türk büyüklerinden bir şeyler öğrenmek için bazı problemleri tek tek sorar, bütün cevapları birleştirerek bir sonuca varmaktan zevk alırdım. Yine mızraklı ilmihal’den bir faslı, her önüme çıkan profesöre sorup duruyordum. Kimse cevap veremiyordu. En son Yalçıntaş hocamız gelince ona da, “Hocam mızraklı ilmihalde diyorki, Kim sabahleyin aç karnına soğan, sarımsak yerse kafir olur. Bir de sabahleyin kalktığınızda ağzınıza burnunuza şeytan girmiştir” yazıyor, bu ne demektir? Diye sorunca yine o her zamanki edasıyla “Azizim, aç karnına soğan sarımsak yersen miden delinir, birde çevrendekileri rahatsız etmiş olursun. Bunu yapan kafir olur diyerek buna tedbir alındığı gibi bu insanlara sana şeytan girer deyip korkutmazsanız bunların ağzını burnunu temizletip yıkatamazsınız. Bu söylemler aslında milletimize karşı bir tedbir eylemine vesile yazılardır” diyerek meselenin içinden çıkmıştı.
Yine Sivas kongresindeyiz. Gece ecmainle sabahlıyorduk. İçeri tipsiz birileri gelerek beni de kendileri gibi çirkin gördüklerinden dolayı bu toplantının kimler tarafından yapıldığını, sebebinin ne olduğunu sormuştu. Beden dilinden de anlaşıldığı gibi çok kötü niyetli birilerine benziyorlardı. Onlar, yıllar önce yapılan bir katliamın belki de rövanşını planlamışlardı. Ben, Musa ve Selahattin beyler kendilerini dinledikten sonra, o günlerde mecliste görüşülen, kamuoyunu da meşgul eden Türk ailesine hanımlar reis olsun tasarısı görüşülüyordu. Biz de o adamlara dedik ki “Burada şura yapmamızın tek bir sebebi vardır. O da Türk ailesinin reislerinin tarihten günümüze kadar olduğu gibi erkekler olmasını savunmaya çalışıyoruz” deyince “Hay Allah razı olsun sizden, biz de sizi bu haklı davanızda destekliyoruz. Ancak bize yanlış bilgi verdiler. Eğer sizi görüp gerçeği öğrenemeseydik hepinizi yakacaktık” deyip ortadan kayboldular. O gece bütün iştirakçileri büyük bir felaketten kurtarmış olmanın verdiği mutlulukla sabahleyin şurayı tamamlayıp Asitane’ye avdet ettik. Demek ki bazen hayırlı işlere de vesile olabiliyormuşuz. Dostlarımıza anlattığımızda hepsi donakalmıştı. Neticeten bu kadar verimli geçen çalışmalarımızı sabote eden “Dalzekerriyyun” ekolünden Hüsso’nun yüzünü görmemek için uzun yılardan beri bu faaliyetlere de mahrum kaldığımı ifade etmek isterim.
Kurumsal olarak katıldığımız bazı şuralardan bize hatıra olarak geriye kalan birkaç anekdotu sunacak olursak:
1) Susurluk Belediye Başkanıyla yaptığımız yemekli sohbette nehafetli atışmalarımız bazı arkadaşlarımı ciddi bir şekilde kıskandırmıştı.
2) Yine bir tatilimiz esnasında Çandarlı’da bir pansiyona yerleşmiştik. Deniz, güneş, taze meyveler, sebzeler vs. mekân sahibinin getirdiği günlük hayvani besinler, mahdumumuz Cemali duygulandırmıştı. Henüz küçük çocuk olan yavrumuz “Baba, burası dünyanın en güzel yeri demişti.”
Bilahare sahilde denize girmiştim. Kimsenin olmadığı bir koyda Tanrıma tapınıyordum. Bunu tespit eden bikinili, sutyenli cins-i latifler koşarak etrafımı sarmışlardı. Ben dahi Mevlidi Şerifteki “İndiler gökten melekler saf saf, Kabe gibi ettiler evin tavaf” dizeleriyle onlara mukabelede bulununca bana hiç de sevmediğim bir sıfatla “aydın din adamı” demeye başlamışlardı. Cinsi latifler heyecanla “Türkiye’yi sizin gibi hem sahilde tapınan hem de denize giren insanlar kurtaracak” denilince tepem atmıştı. “Yahu! Ne alakası var bunların. Sizler bir asırdır denize giriyorsunuz Türkiye kurtulmuyor da bir ben girince mi kurtulacak” demiş “Biz günah olduğundan ötürü değil parasızlıktan dolayı denize giremiyoruz” demiştim. “Eğer inanmıyorsanız bana biraz kaynak bulun İstanbul’a telefon edeyim yarın burada bin tane imamla denize girelim. Bunlar hep yanlış anlaşılmakdan kaynaklanan şeyler”.
Osmanlı zamanında da Salacakta insanlar denize giriyordu. Bu mekâna da deniz hamamı deniliyordu. Hasseten Hayrullah Şanzumi’nin memleketinin bütün denizlerine husyelerini sokarak özellikle pişik müptelasından kurtulmak için bu mübarek tuzlu sudan istifade ettiğini ve tavsiye ettiğini belirtmek yerinde olduğu gibi, Anadolu’muzun bütün göl ve akarsularına da ayaklarımı sokmuşumdur; Sakarya, Manavgat, Fırat, Dicle ve Kızılırmak başta olmak şartıyla. Çünkü yüce Çalap; “Sizin için suda hayat vardır” buyurmaktadır.
3) Manisa şurası da çok renkli geçmişti. Bol miktarda mesir macunu ikramına muhatap olduğumuz gibi o zaman orada taşra avukatı olan Bülent ARINÇ Bey de gayet milli ve yerli bir konuşma yapmıştı.
4) Kütahya Medreselerinde bir vesileyle topluca teftiş etmiş bizim yelpazedeki müderrisatın nasıl döküldüğüne bayağı üzülmüştük. Oradan Balıkesir şurasına geçtiğimizde Yalçıntaş hocaya bunları anlattığımızda herkesi bilgilendirmemi istemiş ben de “Hayır bu sorumluluğa giremem” demiştim. Buradaki otelde üşütmüş, Necmettin Erişen hoca gibi antibiyotiksiz atlatma çabası gösterirken kalıcı araza müptela olmuştum. Demek ki gerektiğinde her türlü ilaç alınmalıymış.
5) Sakarya şurasında muhteşem bir mehter gösterisi, bilahare Kuzuluk ve Sapanca sefaları gerçekleştirilmişti.
6) Bursa Uludağ’da şura yapılmış tarihi çınar ziyaret edilmiş Ulu cami ve diğer mekânlar incelendikten sonra yaban elması ziyafeti çekilmişti.
7) Bütün şuralarda Sayın Zeki Hacıibrahimoğlu’nun mizahi nutukları faaliyetleri süslemiştir.
8) Bu gezilerimiz esnasında gerek M. Kemalpaşa ilçesinde ve gerekse Üsküp’te karşılaştığım sarı saçlı mavi gözlü vatandaşlara Atatürk’e benzediklerini söyleyince hüngür hüngür ağladıklarına ve keşke dediklerine şahit olmuş, Selahattin ve Musa beylerle çok mütehassıs olmuştuk.
Bu grup gezilerimizden başka ailece veya bir iki arkadaşımla gidip tatil yaptığım yerlerden bazılarını sıralayacak olursak:
1) Kırklareli’nde deniz
2) Tekirdağ’da deniz
3) İstanbul’da muhtelif yerlerde deniz
4) Marmara adasında ve denizinde muhtelif tatiller Yalova, armutlu, Esenler
5) Kuzuluk
6) Çanakkale
7) Balıkesir, Ayvalık, Güre, Altınoluk, Sarımsaklı
8) İzmir Çandarlı, Şirince
9) Aydın, Didim, Kapris otel
10) Gökçeada
11) Bodrum
12) Marmaris
13) Fethiye, ölü deniz ve çeşitli yaylalarda Yörük şenlikleri
14) Antalya, Side, Alanya
15) Mersin
16) Adana
17) İskenderun
18) Antakya ve özetle güzel Anadolu’muzun bütün özelliklerini ve zenginliklerini yerinde inceleme şansına sahip olduk.
Gezdiğimiz yörelerin yemekleri, misafirperverlikleri, folklor gösterileri yanında devlet ricaliyle ve halkla sürekli muhatap olduk. Bu esnada o zaman mebus olan Ali Coşkun Beyin halktan biraz fazla iltifat görmesine Yalçıntaş hocamız dayanamayarak bizi terk edip mebus oldu.
Umumiyetle bu gezi ve tatillere garip gureba çoluk çocuğunu alarak çıkıp kendilerine göre ciddi meblağları harcadıkları halde gezi ve tatil dönüşlerinde mutlaka incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle kavga çıkar, tatminsizliğin verdiği hislerle burnundan getirmeyi dini ve milli bir vazife telakki ederek, zavallı babanın kendilerine yapmış olduğu hizmeti hiçe irca ederler. Meşhur tekerlemeyle, “zaten biz senden ne hayır gördük ki” derlerdi. Tecrübeyle sabittir ki, ben de ömrüm boyunca bu serzenişlerden bol miktarda payımı almış durumdayım. Kendilerine vatana ve millete hayırlı olsun.
Zaten Türk milletine düşman aramaya gerek yoktur. Her refika on çocuğu da olsa kendi kocasını bir düşman olarak görür. Kocasının ne yüzünü güldürür ne boşanır nede geçinir. Ancak genellikle bu zulme dayanamayan erkekler karılarından önce ölürler. Kocaları ölen kadınlar bir tiyatro gibi yüksek sesle ağıtlar yakar emeklisine de otururlar ve bir araya geldiklerinde hey Ayşe, Fatma sen de kocanı öldürebildin mi diye şakalaşırlar. Aynen örümcek misali dişi örümcek çiftleştikten sonra erkeğini yiyerek ortadan kaldırır. Tabiatın kanunu bu ne yapalım.
Bu yurtiçi gezilerimizin bir kısmını da Dürrülelvan Şeyhülmüsakeşe Selahattin Efendi ve Musa Efendiyle beraber gerçekleştirirdik. Musa Efendi, her zamanki gibi şerbet ve müsakeşenin hayatın birer vazgeçilmezleri olduğunu dediği halde bir cinsi latifle hafif bir temas sohbet vaki olsa, hemen cep telefonunu açar kıymetli refikalarına; “Ey muhterem şu anda Anadolu’muzun şu bölgesindeyiz. Aramızda şunlar şunlar olduğu gibi herhangi bir vukuat ta vuku bulabilir. Ancak haberin olsun asla ve de kat’a, hiçbir alakam ve ilgim yoktur. Vallahi yoktur, billahi yoktur, tillahi yoktur” demeyi teheccüt ibadeti kadar sağlam tutar ve aksatmazdı.
Bu meyanda fırsat buldukça yurt dışı gezilerine de mümkün mertebe katılmaya gayret ederek bilgi ve görgümüzü artırmaya çalıştık. Suudi Arabistan, Suriye, Ürdün, Lübnan, İsrail, Mısır, Azerbaycan, Irak, Nahçıvan, Türk Devletleri, Romanya, Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa, Bosna-Hersek, Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan v.s. gibi yerleri gezip görme şansı bulduk. Grupta bulunan Musa bey, Selahattin bey, Salih bey, Hacı bey, Feyzullah bey, Gökhan bey, Cemalettin beyler ile birçok diyarı gezerek ibret almaya gayret ettik. Bu gezilerle ilgili bazı mülahazalarımızı aktaracak olursak, Romanya’da Komünizma daha yeni çökmüş, eski dikta rejimi altyapıyı ve mimariyi disipline ettiği halde himaye kalkmış hiçbir tedbir de olmadığından dolayı sefalet başlamıştı. Bu hengâmede pazarda bir zavallı kadının önünde bir tane mısır koçanını satmaya çalışması beni bir insanın düştüğü dehşet verici durumdan dolayı çok müteessir etmişti. Bunlar Hristiyan olduğu halde Kapitalist hristiyan âleminin umurunda bile değildi. Demekki Kapitalin dini bile farklı dersek bu örnek bizi destekler vaziyettedir. Bükreş’te, Galiçya savaşından kalma Türk şehitliğini de ziyaret etmiş yıllardan beri hasret oldukları ezanla mukabeletta bulunmuştuk.
Özetle Türk dünyasındaki durumu tespit ettikten sonra, İslam âleminin problemlerini, bilahare batı medeniyetinin özelliklerini, zenginliklerini, kaynaklarını ve akıbetlerini bayağı mütalaa etmiştik. Çok mal haramsız çok laf yalansız olmazmış. Almanya’nın nasıl bir Mercedes cenneti olduğunu Brüksel’in batının siyasi merkezi olduğunu, Fransa’nın mızıkçılığını ve bu sistemin akıbeti’nin hayırlı olmayacağı kanaatine vardıktan sonra projem olan “Batı Avrupa’da Türk Gençlerinin Din Algılaması ve Dini Davranışları” çalışmamın anketlerini uygulayıp ciddi bir tebebbuattan sonra Asitane’ye avdet etmiştik.
Bilahare Balkanlara yaptığımız seyahatlerimizde Osmanlı’nın bir Balkan devleti olduğunu yerinde tespit etme fırsatı bulduk. Trovnink, Ayvaz Dede şenlikleri, Bosna Mostar köprüsünün tekrar açılışı, tekkeler, camiler, zaviyeler, köprüler, kervansaraylar, savaşta kullanılan tünel, savaş müzesi, savaş kalıntıları, şehitlikler, çarşılar, tarihi mekânlar Fatihin şehri savaşsız fethederken giriş yaptığı mübarek kapı, konserler, sohbetler ve Aliya İzzetbegoviç’in anıt mezarında, paşam Feyzullah Efendinin, Kelamullahı kıraati anlatmakla bitmez.
Ancak öyle bir tespitim var ki çok kıymetli. Bütün Osmanlı coğrafyası ve bakiyesinde ibadetler ayetler orijinal diliyle yapılıyor. Ancak Cuma namazındaki hutbe ve vaazlar bölge insanının anlayacağı dilden yapıldığı halde Cuma namazında yapılan Türkçe müezzinlik faslı İstanbul Fatih camisinde nasıl yapılıyorsa, Saraybosna’da da aynısı icra ediliyor. Güneydoğunun ve Doğu Anadolu’nun bütün camilerinde de Cuma müezzinliği faslı Türkçe yapılmaktadır. Yine mevlit bütün coğrafyada Türkçe okunuyor. Şimdi Sayın İsmet Özel’in tespit ettiği ve benim de bu eğitimden geçmeme rağmen hiç farkına varmadığım bir realite söz konusudur. Bütün Osmanlı coğrafyasında İslami ilimlere sacayağı teşkil eden bütün gramer ve teolojik kitaplar ve eğitiminin dilleri Türkçe idi. Ancak kaynaklar hiç farkına varmadan çeşitli bahanelerle ıslah edileceği yerde kurutuldular.
Bizde restorasyon geleneği yok. Hep reorganizasyonla iştigal ettiğimiz gibi ben, Saray Bosna’daki ve bütün Balkanlardaki camilerde olduğu gibi bütün Osmanlı coğrafyasının da farkına vardırtmadan dominant bir araç olarak “Türk Dil Eğitiminin” bir şekilde yapıldığı kanaatindeyim. Alfabe farklı olsa bile biz bu imkanı değerlendirememişiz. Bilahare Makedonya faslında Üsküp bana hep Üsküdar’ın kardeş şehri gibi gelmiştir.
Karadere, Gostivar, Ohri Kalesi camii yıkılıp yerine kilise inşa edilmiştir. Kalenin Osmanlılardan kalan demir kapısı o kadar devasa ve muazzam ki onu kaldıramamışlar. Kilisede ayine katıldıktan sonra şehre inip Hayati Baba Tekkesini ve orayı ziyaret eden Türk büyüklerinin albümlerine baktık. Oradan da meşhur Bektaşi Tekkesini ve Dede Efendiyi ziyaret ettikten sonra Üsküp’teki Çingene Tekkesine ve şeyhini ziyaret edip duasını aldıktan sonra bize rehberlik yapan Numan Efendiye bunlara sahip çıkılması gerektiğini tembih ederek Bulgaristan üzerinden Dersaadet’e revan olduk.
Osmanlı topraklarını her ziyaret edişimde tarihten tevarüs eden her yapı taşına ve şehit mezarlarına bir hatıra gibi sarılıp oralardan Türkiye’ye gelen vatandaşlarımızın da Atatürk’ün dediği gibi göçmen Türkler bizim için kaybettiğimiz bölgelerin birer hatırasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder