Gelenek olduğu üzere bir gün zevat-ı kiram bir mazlum ve mağdurun evine cebren ve hile ile sükûn eylemişlerdi. Dar gelirli bu ailenin çocuklarından bile esirgediği ve borçlanarak edindikleri mekûlat ve meşrubatı sünnetleme bahanesiyle silip süpüren Müzekki Efendi ve ihvanı evin küçük çocuklarını kahretmişti. Sıra evin sakinleriyle ilgilenmeye gelince Müzekki Efendi evin en küçüğü olan sevimli çocuğa:
-Evladım adını bağışlar mısın?” deyince küçük Lütfi:
-Amca benim adım Farz” demişti.
Müzekki:
-Evladım böyle isim olur mu? diyerek sorunca Lütfi:
-Amca, adımın sünnet olduğunu söylersem beni de yiyebilirsin. Onun için benim adım kesinlikle Farz, sünnet değil, diyerek tepkisini koymuştu.
Çünki bu sünnet bahanesiyle daha geçen yıl pipisini kesmişlerdi küçük Lütfi’nin. Hayrullah Efendi ne yapsın mahallenin bütün çocuklarını toplar onlara hitaben:
-Çocuklar artık ahir zaman geldi. Bu yiyicilerden kurtulmamız mümkün değil. Ancak bunlardan kurtulmak için ciddi projelere ihtiyaç vardır.
Diyerek yola koyuldular. Bazı araştırmalar neticesinde bu gibi zevatı hiçbir suç işlemeden ve de iz bırakmadan ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bol miktarda kaynak bulunarak bu zevatı, gruplar halinde haftalık veya 15 günlük davet bahanesiyle besiye çekip yüksek kolestrol vs. gibi hastalıklara müptela olmalarını sağlamak gerekiyordu. Kısa zamanda bu parayı bulup işe koyulduk, programımızı uyguladık. 1. grupta Müzekki Efendi ve ihvanı vardı. Bunlar aynı zamanda dini bütün zevattı. Ailelerinden on beşer günlük izinle emanetleri teslim alıp işe sabah namazını Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nde sabah namazını kılıp oradan Kanaat Lokantası’na gidip bol kepçe kelle, paça ve işkembe ziyafetiyle başladık. İştahlar fevkalade idi. Oradan Sarhoş İmamlar Tekkesi’ne gittik. Ara öğünler çerezler ve çevre illerden gelen hediye mekulat ve meşrubatlar taam edildikten sonra öğle namazını Gülnûş Emetullah Valide Camii’nde edadan sonra Sultanbeyli dağlarındaki Ziya Şark Lokantası’na vasıl olundu. Orası çok güzel bir yerdi. Yüksek bir mekânda olduğu için tepeden civarı seyrediyor ve havuzda yüzen yeşilbaşlı sunalara bakıyor ve iştahımızı kabartıyorduk. İşletmeciler genellikle güneydoğulu, özellikle Urfalıydı; duble acılı kebaplar, künefeler, ara sıcaklar, soğuklar mırra ve meyve faslı Müzekki’yi adeta baştan çıkarıyordu. Kahvenin kaynaması tiryakiyi, sıpanın zıplaması da eşeği baştan çıkarırmış misali hayatın tadını damağın zevkini çıkartıyorduk. Yüne ikindi eda ediliyor, hava kararmadan Fatih’teki kadınlar pazarına telefon edip bol miktarda yağlı koyun etinden Püryan kebaplarının hazırlanmasını dilemiştim. Oraya vasıl olduğumuzda sofralar donatılmıştı. Müzekki ve ihvanı heyecanla saldırarak yemeye başladılar. Bilahare içli köfteler, çiğ köfteler, ara mezeler vs. ve evde yapılan ağır baklavalar… Baklava henüz sıcaktı tedbiren bir ambulansı beraberimizde götürüyorduk ancak nafile. Sanki bu mideler çelikten yapılmıştı. Bu serüven 15 gün devam etti. Her gün bir iki kişiyi mide fesadından rahmeti rahmana göndeririz diye beklerken projemiz suya düşmüştü. Sezen-i Ruhayi Efendi kendi memleketlerinde pisboğaz insanların her yıl mide fesadından dar-ı bekaya irtihal ettiklerini söylemişlerdi. Ama yaptığım araştırmalara göre o telef olan zevatın gureba ahaliden müteşekkil olduğunu, yeme ve içme işlerine yabancı oldukları için mide fesadından öldükleri şeklindeydi. Ancak bu müderrisûn takımı müteselsilen genetikten mekulat ve meşrubatı kullandıkları çocukluklarından beri her gün bu işlerle iştigal ettikleri ve sporcu gibi sürekli idmanlı oldukları için mide fesadı, kolesterol, diyabet vs. gibi bütün hastalıklara karşı afsunlanmışlardı. Zevatı mezburenin bu meyanda bütün zaruri ve de beşeri ihtiyaçlarını karşılayıp sazende ve nâzendelerini de eksik etmediğimiz halde, ne ayıp ve ne de günah demeden seküler bütün zevklerle tezevvuk edip bunları fukaraya yasakladılar. Kendileri her şeyi sünnet adına sünnetlediler. Kimseye hiçbir şey kalmadı.
Anladık ki mazlumine sadece pay olarak vaazı nasihat kalmıştı. Bunlar bütün yemek dualarında da “Tanrım bizi Ağniyayı şakirinden eyle (şükreden zenginlerden eyle), milletimizi de fukarayı sâbirînden eyle (sabreden fakirlerden eyle) diyorlardı. Tabi Hayrullah Efendi dedi ki:
-Bunu yapmak çok kolay. Bağdat’taki köpeklerde aynısını yapıyor. Bulunca yiyor, bulamayınca sabrediyor. Hâlbuki kutsal metinler bulursanız dağıtın, bulamazsanız şükredin diye tavsiye etmişti. Amma her şeyde olduğu gibi Müzekki ve camiası bu düsturu da kendilerine benzetmişti.
Evet, sonuç olarak sizinle baş etmek mümkün değilmiş. Siz kutsal metinleri bile otoritenin ve keyiflerinizin esiri yapabiliyorsunuz. Öyleyse şairin dediği gibi “yiyin efendiler yiyin, bu hanı iştiha sizindir. Aksırıncaya kadar yiyin tıksırıncaya kadar yiyin.“ Kendinizi bu işin mucidi falan da sanmayın sizden önce Bizanslılar bu işin ilmini yapmış ve uygulamışlardı. Onlar şimdi tarih oldu bir gün siz de gelip geçmiş olacaksınız.
Geçenlerde Umreden dönen Feyzullah Efendi kaldıkları lüks otellerde hacıların açık büfelerden bol kepçe taam aldıklarını ve yiyemediklerini de çöpe attıklarını, onlara hizmet eden üçüncü dünya ülkelerinden gelen fakir ve asgari ücretlere çalışan personelin bunlara bakıp nasıl içten yalandıklarını gördüğünü, kendisinden ve Müslümanlığından utandığını anlatmıştı. Beyler hacca gitmek pek tabiidir ki beş şarttan biridir, bunu imkânı olan her Müslüman adam gibi yapmak mecburiyetindedir. Ancak o kutsal topraklara gidip yanlış yapıp kötü örnek olmaktansa size tiyatroya gitmenizi tavsiye ediyorum. Tabi oranın da bazı kuralları var, onlara da uymak kayıt ve şartıyla. Aksi takdirde tiyatroda yüksek sesle konuşursanız, mısır ve çekirdek yiyip etrafı rahatsız ederseniz görevlilerin gelip sizleri dışarı atacaklarını unutmayın. Tabi Allah’ın kimsesi olmadığı için kutsal topraklara gidip, akidemize sığmayan her şeyi yapmaya devam edeceksiniz.
Yıllar geçti çocukken Müzekki ve ihvanına tepki koyan Hayrullah’ın yeğeni Abdulfettah’ın mahdumu, ümmetin sevimli ve şımarık çocuğu Lütfi büyümüştü. O artık Yalı Akademisi’nde oturuyor, etrafı kolaçan ediyor, adına puro denilen çok kalın cigaraları ağzına alıyor, bir baca gibi duman tüttürerek artık ben de varım diyordu. Çünkü o çocuk artık rüştünü ispatlamış ve yıllardır Milli Ceride’de muharrirlik serdediyordu. Yakın Genel Mebus seçimlerinde de gelen yoğun talepler üzerine de Meclis-i Mebusan aday adayı olmak üzere tayyareye atlayıp memleketi Ordu’ya vasıl olup nabız tutuyordu. Her şeyin hayırlısı… Lütfi bu savaşı kazansa da, kaybetse de kazançlıydı. Çünki her halükarda o Müzekki ile canhıraş mücadele ve de mukatele edecekti. Bundan hiçbir kimsenin asla ve kat’a şüphesi de yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder