26 Temmuz 2010 Pazartesi

TANRININ ZURNASI

Yüce Türk milletinin ilk enstrümanı olması hasebiyle bu aleti çevremizde tanımayan olmadığı gibi bu konuda kimsenin şüphesi de yoktur. Bu vesileyle zurnayla özel ilgi ve alakamız olmuştur. Dayılarımın, amcalarımın ve bütün ahalinin ilk tanıştığı ve öttürmeye çalıştığı en önemli enstrümandır o.

Düğünlerimizde, bayramlarda, Ramazanda daha önemlisi savaşlarda ve hatta örf-i idarelerin ilanında hep zurna sesiyle içimiz ürpermiş, tüylerimiz diken diken olmuştur. Çünkü o bizden biridir, o bizim zurnamızdır. Biz de Tanrı’ya ait olduğumuzdan ötürü her şeyimizle ve zurnamızla, varımızla yokumuzla Çalab'a aitiz.

Doğup büyüdüğüm köyden bir Selçukî şehir olan Hısnı Mansura babamın dayısı Fadıl dayının eşeklerinin üzerinde ilk defa giriyorduk. 6 yaşlarındaydım. Fadıl dayı asrın Nasrettin Hocası gibi iki eşekli, sakallı, sevimli, yüzü nurani bir ihtiyardı. O her şeyi bildiği için ona sordum:

- Dayı bu şehir denilen şey nedir?

Aman Allah’ım ilk defa müşahhas olarak görüyordum. İsimlerini sonradan öğreneceğim Selçuklu mimarisinin eserleri, şehrin giriş kapıları, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, yollar ve arslan heykellerinin ağzından su akan çeşmeler, bağlar, bahçeler, havuzlar ve en önemlisi medeniyetimizin nirengileştiği camiler beni çok etkilemişti. Hele hele adını sonradan öğreneceğim, kesme taştan yapılmış camilere bitişik, yuvarlak ve göğe doğru yükselmiş yapılar benim dikkatimi çok çekmişti ve çok etkilenmiştim.

Fadıl dayıya bu camilerin yanına konuşlandırılan göğe doğru yuvarlak yüksek şerefeli yapıların ne olduğunu ve ne işe yaradığını sorduğumda, gerek çok soru sormam ve gerekse Fadıl dayının üslubu bana:

—Evladım bu gördüklerin var ya, bunlar Allah’ın zurnası.

Zurnayı eskiden tanıdığım için bu tanım bana çok ama çok makul gelmişti. Çünkü bu yapı bir defa zurnaya çok benziyordu. Tek farkı büyük olmasıydı. Ancak Tanrı’ya da böyle büyük zurnaların yakışması pek tabiiydi. Bir süre sonra bu yapılardan Ezan-ı Muhammedî seslerinin gelmesi beni ikna etmişti. Çünkü o zamanlar köylerde minare pek olmazdı. Ben bilahare bu tanrı zurnalarının gerçek adının minare olduğunu öğrendim ve minare mimarisi üzerinde tetebbuatımda ilk müezzin olan Hz. Bilal-i Habeşî yüksek bir yere çıkar ve Ezan-ı Muhammedî’yi oradan okurmuş. Bilahare İslam yeryüzüne yayılınca bir de buna zenginlik eklenince ezan mekânı için zeminler tutturulmuş ve bu İslam medeniyetinin bir anasırı olarak kabul görmeye kabul görmüş, amma her millet bu eserlere kendi kültürlerini tatbik etmişler. Mesela: Hint (Pakistan, Bangladeş) minaresi başka, Arap minaresi başka, Acem minaresi başka, Türk Dünyasının minareleri bile birbirinden başka, Orta Asya’daki minareler başka, Selçukluların minareleri başka, Gazneli Mahmud’un yolu dışarıdan dolanarak tepeye vasıl olunan minaresi başka. Ancak ucu ince, alemi sivri, nahif şaheser olan Osmanlı minareleri bambaşka idi. Bu minarelerin merkezi de Dersaadet idi.

Geçen sene büyük müverrih Üstad Dr. Mehmet Niyazi Özdemir Süleymaniye Camii’nin hemen bitişiğinde bulunan Ali Ürey’in Kocav teşkilatında medeniyet tarihimiz üzerine bir konferans irad buyuruyorlar idi. Sıra tam Osmanlının işgal edilişi, Edirne’nin düşüşüne gelmişti ki, Yunan Venizelos, İngiliz Çörçile

- N’olursun! Edirne’yi bize verin!

Diye yalvarmasına Çörçil’in verdiği cevap çok enteresandır:

- Verelim verelim amma Selimiye’yi ve minarelerini nerenize sokacaksınız!

Demesi benim bu konudaki bütün değerlendirmelerimi destekler vaziyette idi. Demek ki aklın yolu birdir. Daha bundan kırk sene önce babamın dayısı olan Fadıl Dayı ömrümde ilk defa gördüğüm minareler için:

- Bunlar Tanrının zurnası demişti.

Elin gavuru da aynı şeyi söylemişti.

Ben şimdi anlıyorum ki bu minare bizim kültürümüzün ve hatta medeniyetimizin bir çeşit simgesiymiş. Tanrım ne olursun sana tek tazarruatımdır. Bu meşhur zurnalarını çaldır. Günde beş defa çaldır. Sakın ha benim ülkemde zurna çaldırmaya fasıla verdirme.

Özetle İslam âleminin zurna kültürleri Acem, Arap, Hint olmak üzere farklıydı. Ancak Türk-İslam zurnaları çok farklıydı. Hele hele Osmanlı zurnaları hepsinden çok farklıydı. Öyleyse davul eşliğinde çalsın zurnalar haydi. Tek temennim bayram, düğün, sahur vesilesiyle çalsın zurnalar. Tanrı bizi bir daha savaş münasebetiyle davul zurna çaldırmak mecburiyetinde bırakmasın vesselam…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder