Erzurum’da hazırlık sınıfının birinci dönemini okurken Asitane’ye naklolmuş, intibakım yapılarak özlük hakkım olarak tekrar birinci sınıfa yükseltilmiştim. Ancak sınıftaşlarımdan geri kaldığım için tekrar yeni kitaplar satın alıp mümkün olduğu kadar çalışarak birinci dönemin sonundaki sınavlara girdim, bir kısmından geçer not aldım, bir kısmını da ikinci dönem telafi etmek için gayret ettim. Şubat tatilini Hısn-ı Mansur’da geçirip, tekrar Asitane’de tahsilime devam ederken birgün lavaboya bol miktarda kan tükürdüm; doktora gittiğimde film ve teşhis sonucunda ince hastalık tabir olunan tüberküloza yakalandığımı öğrendim.
Evet;
Evlerinin önü incir ağacı
Anam yoktur verem illetinin ilacı
Tekerlemesi meşhurdur. Bir taraftan tedavi olmaya çalışırken, bir taraftan da artık uslu akıllı olmanın geçer akçe olmadığını, benim için her türlü deliliği yapmanın mübah olduğunu düşünerek yeni faslı bahar artık başlamıştır. Çünkü ölen artık benmişim, başkası değilmiş. Bunu anlamıştım amma iş işten geçmişti.
Erzurum’un imkânlarıyla Asitane’nin imkânları kıyas kabul edemez durumdaydı. Erzurum’dayken bir köy hayatı gibi okuldan eve, evden okula ring yapmaktan öteye gitmeyen sade hayatımız, adeta kapitalizmin saldırısına uğramış, bütün arkadaşlarımız çılgına dönmüştü. Biz Erzurum’dan gelen öğrenciler iyot gibi ortada kaldığı gibi hemen belli oluyorduk, adeta dışlanıyorduk. Onun verdiği aidiyet sonucunda da Erzurum’da yüzümüze bakmayan hocalarımızın bir kısmı bizimle beraber Asitane’ye naklolmuş bize adeta ağabeylik şefkati gösteriyorlardı. Yine Erzurum’da bize buğz besleyen arkadaşlarımız bize dört elle sarılıyorlardı. Erzurum’da çok radikal geçinen bazı talebeler İstanbul’da kapitalizmin cilvesine kapılarak, hemen dünya nimetlerine sarılmakta çareyi bulmuşlardı. Bunların en barizlerinden biri Dikko Efendi idi. Bir zamanlar devlete, millete sataşırken, mektebi bitirir bitirmez, hemen iş adamı olup, maziye bir sünger çekip, büyük tüccar olmuştu. Şimdi istemeyerek diyorum ki, hey gözünü sevdiğim kapitalizm sen nelere kadirmişsin de biz bilmiyormuşuz. Bir zamanlar aşırı Marksist veya aşırı dinci olanlar parayı bulunca nasıl da aynı sınıfın birer üyesi olarak yerlerini aldılar, demek ki kapitalizm iktisadi bir sistem olması meyanında aynı zamanda bir inanç ve yaşam üslubudur. Paranın kendine göre kuralları vardır. Kendine mahsus olanları benimsediği gibi kendine ait olmayanları da tecrit mekanizmasıdır. O halkaya girildikten sonra din, dil, mezhep, mensubiyet denilen değerlerin fazla bir anlamı kalmaz, sadece ve sadece kapitalin gereği yapılır, onun için de her şey mübah sayılır.
Erzurum’dan gelen arkadaşların bir kısmı, ciddi bunalımlar geçirerek psikolojik olarak sıkıntıya girdiler. Bir kısmı durumu idare edip biran önce mezun olup, Anadolu’ya avdet ettiler. Asitane’ye ayak uyduranlar da kısa zamanda çevre edinip, birçok yerden sayısız burslar alarak bu ortamı istismar ederek, ya iş adamı oldular, ya siyaset adamı oldular, ya da eğer biraz samimi ve başarılıysalar ihtisas yaparak ilme devam etmekte çareyi buldular. Hayrullah Efendi de bir süre Fatih Külliyesi yurdunda, bilahare Çamlıca’da ahşap bir odada kaldıktan sonra, kaimmekan ağabeyinin ısrarıyla onun himayelerine tabi olmuştu. Bir de Mehmet Merkepçi adında gurebadan tilmiz Efendinin çilesini hiç unutamam. Yersiz-yurtsuz ve himayesiz kalmıştı. Bana anlattığına göre geceleri bir işhanına gider üzerine işhanını kilitlerlerdi. Ta ertesi gün sabaha kadar orada hapis kalırdı… Sabahleyin okula gelirdi. Buna bile şükrederdi. Çünki bunu bile bulamayan vardı. Ben kendi yerimi ona vererek ağabeyime katılmıştım. Bilahare evdaşım Zeynel Olgun Beyi de Hayrettin Çelik Efendi medresenin yanındaki malikânesine almıştı. Ben de zaman zaman onları ziyaret edip, mugalâtada bulunurduk. Hayrettin Efendi karakuşak bir karateci idi. Bütün arkadaşları da seçme idiler. Kelici kardeşler, döşemeci Efendi, dede Efendi vs.. Kendilerini bir vesileyle Sivas’taki malikanelerinde ziyaret etmiştim. Aldığım habere göre şimdi uluslar arası çapta mermercilikle iştigal etmektedir. Son olarak kendisini bir devlet adamı ile birlikte davul zurna eşliğinde Asitane girişindeki gösterisini televizyondan izlemiştim. Yolu açık olsun.
Asitane’nin hiçbir nimetinden istifade edemediğimiz gibi, sıkıntılarını da fazlasıyla çekiyorduk. Bir tek hedefim vardı, lisans diploması alıp bir an önce memleketime avdet etmek…
Bir taraftan tedavi olurken, bir taraftan da tahsilimi tamamlamaya gayret ediyordum. Eğitimimizin genel karakteri ezberciliğe dayandığı için, içinde bulunduğum halet-i ruhiyem buna müsait olmadığından çok zorluk çekiyordum. Ancak aşırı gayretim sonucu sağlıklı olan ve kendilerine gıpta ettiğim birçok arkadaşımdan ilerideydim. Her zaman ve her yerdeki teoloji muallimlerinin genel karakterleri gereği ki bunlarla orijin olarak aynı yerden geldiğimiz için güçlülere iltifat gurebaya zulüm sadedinden şefkat ve merhamet gördüğümüz M. Süreyya Şahin vb. birkaç dersiamdan bahsedeceğim.
Fersahoğlu hocamız da zaman zaman moral takviyesinden öteye gitmemiştir. Hayatımın her faslında olduğu gibi bahar mevsimi gelince herkes dostluk tebriklerini sunmaktan imtina etmemişlerdir.
Ben hakikaten bu çileli eğitim ortamında herkese eşit muamele yapıldığı kanaatindeydim. Bilahare mezun olup yıllar geçtikten sonra sahipli itlerin nasıl kayrıldığını taaccüple öğrendikçe çevreme ve kendime güvenim sarsılmıştır. Bunlarla beraber insanlık taşıdığımdan ötürü utanmışımdır. Meşhur bir Türk duasıdır: “Tanrı köpeği bile sahipsiz etmesin” Âmin.
Ali Murat adında bir Ord. Müderrisle karşılaşmıştık. O bütün tabuları yıkmış, öğrenciyle hoca arasındaki büyük buz dağlarını sıcaklığıyla eritmiş, dev bir gönül adamıydı. Diğer hocalar taşra bekrauntlu olmalarına rağmen o İstanbul doğumlu, kaliteli bir eğitim sürecinden geçmiş ve aynı zamanda istiklal madalyası olan Miralay Feridun Bey’in mahdumuydu. İlkesi ve ülkesi için her doğruyu her yerde seslendirebilen bir yüreğe sahipti. Derslerimize gelince onu daha çok sevmiştim. Ancak bazı yobazlar onun o aykırı gördükleri görüşlerine dayanamayıp derslerini sabote etmeye çalışıyorlardı. Ben de çareyi enayiler mangası adında bir örgüt kurup, tarihteki deliler bölüğü gibi hocamıza her derse girdiğinde bir asker gibi tekmil verip ders sonuna kadar koruma altına alıyordum. Yıllar sonra bu manga tarihe malolup hocamız bile bu mangaya bir nefer olarak kaydolmaya çalışsa da nafile bir türlü maksadına kavuşamadı. Ali Murat hocam herkesle ilgilenir, bütün insanata hayvanata ve nebatata hizmet sunmakla maruftur. Benim de en üzüntülü günlerimde bana manevi destek olduğundan kendilerine şükran borçluyum. Ancak onu istismar etmeyen de kalmamıştır dersem yeridir.
Rahmetli Prof.Dr. Recep DOKSAT Bey de külliyemizi şereflendiriyor, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine müşterek dersler verip bir bakıma hocalarımızla bize aynı muamelede bulunup onları layıkı veçhesiyle hırpalıyor, sigara içmek serbest deyince lisansçılar tütün içsin içmesin mutlaka bir cigara bulup tüttürerek yıllarca ezilen çocuklara şahsiyet aşısı yapıyor, ondan ders alan zevat artık ben de varım diyebiliyorlardı. Gerçekten o bir efsaneydi. Bizim lüzumsuz belletmenlere ağızlarının payını verir, hırpalardı. Biz de oh be derdik. Demek ki hocaların hocası böyle büyük olurmuş. Bilahare cenazesinde de bulunarak son yolculuğunda kendisini yalnız bırakmamıştık. Bir atlı yiğit geçti buradan…
Hayrullah Efendi birinci sınıfta öğrenciyken ikinci fakülte tahsili olduğundan dolayı hoca havası ve biraz da Farsça malumatına sahip olduğundan ötürü canı hocalık yapmak istemiş son sınıfta okutulan farsça dersini gözüne kestirmiş. Hoca derse girmeden anfiye girmiş kendisini yeni hoca diye tanıtmış. Farsça beyitlerle tam bir ders yapmış bu arada dersin gerçek hocası gelince azarlamış dersimi kesme demişti. Son sınıf öğrencilerine de gelecek ders görüşmek üzere deyip çıkmış, talebesi olduğu I-B sınıfına girip sırasına oturmuştu. Ağabey öğrenciler beni takip etmiş, öğrenci olduğumu hem de yeni olduğumu öğrenince hem kızmış hem de takdir etmişlerdi.
Birinci seneyi tamamlayıp, birkaç dersten de bütünlemeye kalıp memleketim olan Hısnı Mansur’a gitmiştim. Aldığım ilaçların etkisiyle uykuda kalmış sıfırcı Sabırsız Efendinin sınavına geç kalmıştım. Eğer sınava giremeseydim bütünlemeye girme hakkım da olmayacaktı. Aşırı ısrar ve yakarmama rağmen özellikle “Sayın hocam sınav kağıdına adımı yazıp vereyim, bana sıfır verin ki Eylül’de bütünleme beslemesine girebileyim” desem de nafile… Çünkü o hakikaten bir zalimdi. Yaz tatilinde hergün tapınıp, tapınıp sıfırcıya beddua ediyordum. Tanrım ya bunun ruhunu kabzet ya da buradan uzaklaştır diye Yüce Çalab’a yakarırken uyuya kalmışım. Sıfırcıyı rüyamda görmüştüm görmesine ancak büyükçe bir gözlük takmıştı. Camları ise bakır madeni idi. Uyanınca dedim ki ha bunun başına bir şey geldi. Zaman gelip tekrar Asitane’ye ikinci sınıfı okumaya gelince bir de baktık ki YÖK kurulunca, strese girip emeklilik için dilekçe vermiş, bilahare bunlara kolay ve kısa yoldan bir çalışması olanlara titr verme imkanı çıkınca pişman olmuş, yürürlüğe giren dilekçeyi geri almak için el ayak öpse de muvaffak olmamıştı. Yoksa önü bir açılsaydı kısa zamanda müderris veya dersiam olacaktı. Ancak aldığı beddualar kendisine bu mutluluğu vermedi. Bu aşamada onu geri almayan ondan gına getiren beyefendi oruçlu Efendinin bu hassasiyeti dolayısıyla tebrik ediyorum. Yıllar geçti. Her şey oldu-bitti. Bir gün bir de baktım ki iki tane eşşek kadar dersiam bu sıfırcının çocuğunun çok önemli çalışmalarını yapıyorlar. Beynimden vurulmuşa döndüm ve hemen sıfırcıyı bulup hesap sordum. Dedim ki: “Sen garip gurebayı haksız yere harcadın.” O da “Tabii vazifemi yaptım” deyince, “Peki kendi çocuğuna olmadık kopyalar çektiriyorsun, utanmıyor musun” deyince, adam neye çarptığına şaşırdı. O güne kadar ben de onu çok ilkeli falan zannedip bir suçlamada bulunamıyordum ama sahtekârlığını tespit edince gerekeni fazlasıyla yapmıştım. Zaman zaman Tekirdaği hazretleriyle bu adamı konuştuğumuzda ekmek düşmanı fazlasıyla yaşadığı halde bir türlü ölmüyor. Herhalde Azrail’in bilgisayarına virüs girmiş olsa gerektir deyip gülüşürüz. Bu varlık herkese ve her şeye ve her idealizme sahip çıkmaya çalıştığı halde bir asra yakın olan ömründe bir nebzecik riske girdiği görülmemiş devletin ve milletin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanıp sürekli züğürdüm türküsü terennüm edip gedavari bir hayat sürmeye devam etmektedir. Nerde beleş oraya hemen yerleş nerde sohbet hemen orayı karıştırır, kimseyi sevmez kimseyi beğenmez. Haddi zatında kimse de onu sevmediği halde dürüst davranmayıp münafıklık yaparak ona değer veriyormuş gibi yaparlar. Çalap kendisini ve canibini hemen celbetsin âmin! Kendi kendime söz vermiştim. Eğer bir gün bu zerzevat emaneti teslim eder ben de bulunursam imam bunu nasıl bilirsiniz dediğinde “sahtekâr biliriz”, imam hakkınızı helal edin dediğinde de “haram olsun” diyeceğim şeklinde bir eylem gerçekleştirip bu konuda da bir ilke imza atacaktım. Ancak benim çok değer verdiğim ve onu bu cenaha dönüştüren bir muhterem benim bunu yapabileceğime inandığı için nolursun elini ayağını öpeyim benim için böyle bir şey yapma deyince ben de peki ama keşke sen bu adama kırmızı don giydirmeseydin dedim. Biliyorsunuz sizi çok severim fakat bir gerçeği de yüzünüze söylemek mecburiyeti hâsıl olmuştur. Öbür tarafta, tek ve çok büyük günahın olan bu adamı Müslüman etmenle yargılanacaksın haberin olsun. Binaenaleyh Necip Efendi’nin bu zatın hem dünyada hem de ahrette yerimizi daraltmaktan başka bir işe yaramadığını, eğer öbür tarafta bu adam bir de cennete falan girecek olursa hır çıkartırım demesi kayıtlara geçmiş bir darbı mesel olmuştu. Melun herif her türlü nimete gark olduğu gibi o sivrisinek vızıltısıyla dalaşmadığı kimse kalmamıştı. Öyle bir haddini aşmıştı ki kendisinin velinimeti olan Hz. Alparslan Bey’in aleyhine de kitap yazmış, kitaplar çöpe atılıp bunu da bir adam yerine sayarlar deyip yüzüne tükürüp bırakmışlardı. Cehennem külhancısı Bedri, Artur Hamdi Efendi, Körkama Efendi ve nice melanetle mücadelede bayağı mesafe katetmiştik ki karşımıza Sucukçu Kezzap Kassam Efendi çıkmış, eli ayağı ve ayarı titrediği halde hayvanat pazarından transfer edilmiş gurebayı kırıp geçiriyordu. Kendisine sorulduğunda kalite tutturmaya çalıştığını söylerken bir de baktık ki mektupla öğretim yapan evladına ihtisas yaptırıyor. Vay be bunlar demek ki bütün kanun, yönetmelik ve tüzükleri fazlasıyla gurebaya uygularken kendi çocuklarını beşik uleması yapıyorlarmış. Çalap hepinizin kökünü kazısın âmin!
Yine Ziya Efendi adında hemşehrim olan bir dersiam vardı. Kendisinden imkânlarım olmadığı için bir kitabını ödünç istemiştim. Bana “yeminliyim veremem” demişti. Bilahare karşılaştığım Ali Murat Efendi “niçin üzgünsün?” deyince kendisine olan biteni anlattığımda bana “Sen burada beni bekle” dedi. Gitti Ziya Efendi’den bütün kitaplarını imzalı olarak getirip imzalı yapraklarını imha ederek verdi. Haydi, git şimdi çalış demişti. Şimdilerde Ziya Efendi’ye yüz vermediğim için strese giriyor. Ne yapalım Ziya benim hemşehrim, Ali Murat da Çalab’ın hemşehrisi. Hangisini tercih edersiniz? Bereket ki Çalap her şeyi görüyor. İnsanlar yalan söyleme alışkanlıklarına devam etseler de… Necip el-Tekirdaği hazretleri kimsenin özel problemlerine deva olmasa da külliyenin ana rükünlerinden olup bütün camiaya iyi zaman geçirtme, bila ücret rehabilitasyon hizmetlerinde bulunup talebelerin de ömür boyu unutamayacakları donanıma kavuşmaları için gayret sarf ederdi. Kendi konusuna da hâkimiyeti vardı. Şimdi mebus. Pek tabiidir ki biz yıllık çıkarmıyoruz. Seçme yaparak bir kurumun güzellik ve çirkinliklerinden misaller vererek analiz çıkarmaya gayret ediyoruz. Meşhur hocalarımızdan biri de şüphesiz ki Ünsüz Efendi namındaki bir herifi na şerif idi. O imtihanlarda istisnasız Dandanakan Savaşı’nda tarafların toplam atlarının nal sayısını sorduğundan ötürü bu konunun da mütehassısı olmuştum.
Bir de Kör Kama Yusuf Efendi adında biri var idi ki tam ekmek düşmanı olup son günü gelene kadar bu camianın başının belası olmuştur. Zavallı konuşamaz, anlatamaz, bilip bilmediği de bilinemez, eline o kalın kalın kitapcağızları alır, okur, okur, okur derse giren çıkan belli değildir. Herkes kahvaltısını anfide yapar hiçbirşey bulamayanlar çerezle vakitlerini değerlendirir o saatler sene olur, bir türlü geçmez, ancak yoklama belası olduğundan dolayı gidip oturmak mecburiyetindesiniz. Bu Kör Kama Efendi birçok hocanın da hocasıdır. Zaman zaman onun talebesi olmaya mustahak olduğum için kendimden nefret etmişimdir. Ama bunu tasavvuftaki çileye benzeterek sabretmişimdir. Demek ki insan her hocadan bilgi öğrenmezmiş. Bazılarından da çile denilen şeyi böylece öğrenirmiş. Vesselam.
Körkama Efendi, vize günü, sabahleyin ben ve birkaç kişiyi çağırarak odun kömür taşıtmış, aylardan da Ramazan olup bayağı hırpalanmış bir vaziyette sınavına girmiş ve 39’la vizesiz tekrara bırakmıştı. Eğer 40 alabilseydim finale girebiliyordum. Ancak bir puan eksik olduğundan bu dersten gelecek yıla kalmıştım. Eğer tekrar ondan aynı dersi alsaydım geçecektim. Ancak ondan kurtulmak ve bu çileye bir daha katlanmamak için Alternatif Hoca olarak da hızlı Celal namıyla maruf biri vardı ki senede birkaç kişi ancak ondan geçebilirdi. Her şeyi göze alarak tekrar gemileri yakıp Celal Efendi ki, şimdi mebus olacak kendisine vasıl olup durumu arzettim ve dedim ki haksızlığa uğradım; ondan geçmektense sizden kalmak daha şerefli bir şey dedim. Kabul görüp sıkı bir dönemden sonra dersleri fasikül fasikül hocaya anlatarak tamamlayıp geçmiş oldum. Celal Bey bilahare bu serenceamımın Türk Eğitim Tarihi’ne geçecek bir hadise olduğunu dillendirmişti. Kendilerine medyunu şükranım. Seneler gelip geçti bir sürü sıkıntı. Demek ki nefsimiz için bunların hepsi gerekiyormuş deyip fazla irdelememeye gayret ediyorum.
Teoloji tahsili yapıp tam kendimi tanrıya vermeye çalışıp bir çeşit nirvana yapmayı planlarken insanoğlunun hangi ortamda olursa olsun gerçek kimliğiyle hep karşılaştım ve tespitlerde bulundum. Mademki ince hastalık tanrı oruç tutamazsın dediğinden ötürü hırsımdan ve aykırılığımdan külliyenin bahçesinde insanların gözü önünde havuzun başında soframı kurup tam dört yıl orucu açıktan yiyerek insanları, kendimi ve her şeyi protesto ediyordum. Bu gibi nazik bir ortamda normal teamüllere göre tam da linç edilmem gerekirken birkaç hırpalama girişiminden sonra onların hepsi bana hizmet etmeye başladılar. (İbo, Sirkeci, Yusuf, Cilbiroğlu, Ayı Mehmet ve Celo) ve adını hatırlamadığım pek çok talebe masamı düzenleyip, mekulat ve meşrubatımı düzenleyip, öğle yemeğini kazasız ve belasız geçiştirmem için adeta nöbet beklerlerdi. Herkes artık benim deli olduğuma kesin kanaat getirmiş, hocalar da kolay kolay bana muhatab olmamaya gayret ederlerdi. Nedim Baba adında bir dersiam var idi ki hem bana acımış, bir ceket vermiş, hem de durmadan 31 denilen o melun puanı vermekte ısrar edince makamına gidip dedim ki: “Seni Rasulullah’a şikayet ederim ha bu ceketini al bana 50 puan ver okulu bitirince devletim bana maaş verecek. Onunla çok ama çok renkli, kareli vs. ceketler satın alacağım demiştim.
Bir taraftan kendim eğitim görürken, bütün külliyenin öğrencilerine de her gün günün anlam ve önemini ifade eden nutuklar atardım. Bu konuşmalar genellikle öğleyin yemek kuyruğunda iki bin kişiye yüksek bir yerden bağırarak atılır ve bir seçim mitingini andırırdı. Genellikle siyasi konuları ve dinini siyasete alet edenleri hırpalardım. Bir gün cemaatlerden birinin aleyhine bir nutuk atmıştım ki çok zorlarına gitmişti. Beni korkutamayacaklarını da anlayınca sana harçlık verelim ya da Mercedes arabayla seni hergün götürüp getirelim diyerek yalvardılar. Parayı reddettim. Amma o güne kadar hiç binmemiş olduğum için Mercedes'e binmeyi kabul edip bir hafta bu merakımı giderdikten sonra yaptığım ilk konuşmamda böyle bir adi teklif aldığımı, paraya tenezzül etmediğimi ancak Mercedes'e bir hafta binmek için sustuğumu ifşa edince ortalık karışmıştı. Vesselam.
Tabi deliyle ve veliyle pazarlık olmaz. Biz davamızın, vatanımızın ve milletimizin her zaman delisi olmaya devam edeceğiz. Bu konferans dizileri dört yıl devam ederken öğrenci üzerindeki hâkimiyetimi gören Başruhban Salih Efendi de benden istifade etmeyi deneyerek koluma girip sen fakültenin münadisisin (ilancısın) diyerek külliyeyi beraber teftiş ederdik. Salih Efendi yemeklerin yenmesini ve çöpe atılmamasını sürekli rica ettiği gibi bir türlü tesirli olamıyordu. Yine koluma girerek yemekhanede beraberce teftiş ederken ben bir nutuk irad ederek bundan sonra bu yemekhanede artık kalmamasını ve çöpe dökülmemesini emrettiğimi, yarın Salih Efendi’yle yine teftiş yapacağımı, yanlış yapanın tarafımdan darbedileceğini ilan edip büyük alkış aldıktan sonra yemekhaneyi gezip aşçıları tembihleyip yemeklerin kaliteli ve az verilmesini rica ettim. O işçiler de beni sevdiklerinden dolayı istediğim uygulamayı yaptılar. Ertesi gün Salih Bey’le yemekhane kontrolümüzde bir gram bile yemek artığına rastlamamıştık. Artık hâkimiyetim bir çeşit tasdik görmüş, adeta tescillenmiştim. Yine bazı tarikat mensuplarını kızdırmak ve zıvanadan çıkarmak için el öptürmeye de başlamıştım. Her gün fakültede yüzlerce öğrenci sırf puştluğuna sıraya geçer, yemek kuyruğu gibi elimi öper, sırasını savdıktan sonra tekrar sıraya girerlerdi. Bu kuyruk bazen bir kilometreyi bulur, herkese elimi öptürüp sırtını sıvazlar, aferin evladım Allah faziletini arttırsın diyerek mukabelede bulunurdum. Eğer radikal tarikatlar bende birazcık akıl falan olduğuna kanaat getirselerdi kesinlikle fetva verip katlimin caiz ve hatta farz olduğunu ilan edip bir serseriyi üzerime salarlardı. Ancak delilik yaftası bizi birçok şeyden kurtardığı gibi bunların da şerrinden emin etmişti. Vakta ki lisans çilemiz dolup, bir yerlerde muallimlik hele hele birazcık da ihtisasa bulaşınca bunların hepsi taaccüplerini gizlememekte büyük gayret saffettiler.
Yıllar sonra ilk çocuğum doğup yedi yaşına geldiğinde, şehirlerarası uzun yolculuk yaparken mola mekânlarında karşılaştığımız arkadaşlar espri olsun diye elimi öpünce, buna şahit olan oğlum “Ya baba sen ne kadar büyük bir adammışsın. Her şehirde birileri çıkıp elini öpüyor.” demiştir.
Bu lüzumuz faaliyetleri beraber ifa ettiğimiz birçok zevatın çekilmez huylarından dolayı tahsil boyu sabredip, bilahare hepsinden kurtulmakta buldum çareyi. Bu zevatın hepsinin durumu benden iyi olduğu halde ceplerinde akrep vardı. Hele hele birileri vardı ki servet sahibi olduğu gibi onbeş yerden burs alır ve masraftan kaçınır, her zaman bozukluğum yok diyerek mazerette bulunurdu. Kendisini 20 yıl sonra gördüğümde yüz vermedim. Ancak tezgâhının bozulduğunu ve perişan olduğunu bütün istismarcılara duyuruyorum. Sakın ha kul hakkı yemeyin, kesinlikle bir yerden çıkacağı gibi sizi perişan da edecektir. Kesinlikle unutmayın yanlış yapmayın ikazlarımı dinleyin.
Bir defasında bir grup arkadaş Topkapı Sarayı’nı gezmeye gitmiştik. Paraları olduğu halde bilet almaktan vazgeçmiş ve bununla bir tava yemeği yaparız diye değerlendirmede bulunduklarında bu neslin artık bittiğine karar vermiştim. Bilahare ben simitle açlığımı bastırarak sarayı gezmiştim vesselam.
Burası dini tedrisat yaptığı için bazı insanlar zaman zaman hayır ve hasenatta bulunurlardı. Günlerden bir gün bir de ne göreyim. Yüzlerce mevcudat aynı renk ve aynı desenden giyinmiş, kuşanmıştı. Kaldı ki bunların çoğu yelpaze farkı dolayısıyla aynı libasa bürünmeyi kabul etmezlerdi. Hemen hizmetli Necati Efendi’ye sordum noluyoruz diye. O da dedi ki: “Bir kamyon falan marka giysi gelmişti. Öğrenciye dağıtılması için. Ancak hocalar hemen en iyilerini paylaştılar deyince hakikat ortaya çıkmıştı; Takdir sizin. Vesselam.
Hayatımın başlangıcından bugüne kadar, her aşamada başım derde girdiğinde, derde deva, sadra şifa sadedinden her vesileyle beni yönlendiren iyi bir eğitim almam, vatana, millete faydalı bir insan olabilmem için bana başta babalık, hamilik ve gerçek bir ağabeylik yapan, her zaman bana Hızır gibi kavuşan güzel insan kaimmekan Feyzullah Efendi bendenizi evlerinde lisans tahsilimi tamamlayana kadar barındırmıştı. Kıymetli refikaları Ayla hanımefendi ve evladı muazzamları Said Efendi bütün imkânlarını benimle paylaşmış, Asitane’nin en mutena yerlerinden olan Beylerbeyi’nde Boğaz Köprüsü’nün altındaki Yüce devletimin bir mekânında ağırlanmamı sağlamıştı. Zaman içerisinde, köylü İsmail Paşa, Çavuş Necati Efendi, İbrahim Efendi ve hasetsen Çalkalayan Efendi’yle bir zaman dilimini ihya edip icazetimi ikmal ettikten sonra ayrılma vakti gelmişti. Gerek bu süre içerisinde ve gerekse ömrümün bütün cilvelerinde hep benim yanımda olan muhterem kaimmekan Feyzullah Efendi bilahare miralaylığa terfi ettikten sonra çeşitli vezaiften, sermüderrisi azamlığa, oradan da Azerbaycan Türkleri’ne hizmet faslı (Bakü İşletme Fakültesi Dekanlığı)ndan sonra tekaüt olup Ege sahillerinde evladı ıyalıyla bu hareketli meslek serüveninden sonra bir taraftan dinlenirken öbür taraftan bilimsel çalışmalarını sürdürmekte ve vatana millete dua faslını işletmektedir. Mükerreren paşa ağabeyime, kıymetli refikalarına ve yeğenim Tabip Said Bey’e bana katlandıklarından ötürü minnetlerimi sunar selam, sevgi ve ihtiramlarımla huzuru mübarekelerinde tazimle eğilirim. Çalap sizi korusun her şey gönlünüzce olsun.
Elveda fırtınalı Asitane yılları. Bu filmi oynamaya bile kimsenin takatı yetmez başaktör deli olmayınca.
Neticeten meğer ben devletimin resmi bir ocağında barınıp, sivil bir üniversitede tahsil yaparken, farkına varmadan devletimle milletim arasında bir köprü olmuşum haberim yokmuş. Bu iki realiteyi de kana kana yaşayıp yanlış yapmaktan korunmuşum. İşte bunların hepsini paşa ağabeyime borçluyum. Binler selam vesselam.
Bu serencamı rezilemde tanışıp bugüne kadar dostluğumuzu sürdürdüğümüz kardeşim güzel insan Karaçamzade Zahit Efendi’ye de yakın alakalarından dolayı müteşekkirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder