26 Temmuz 2010 Pazartesi

KARAKOÇZADE SEZAİ EFENDİ

Çocukluğumdan beri takib etmeye çalıştığım çok büyük işlere imza atmış ve çok büyük iltifatları hak etmiş bir mütefekkir şair, edip, muharrir, biraz da bürokrat onu okuyanlar hep anlayamamaktan yakınırlardı. Ben de onlara siz sofraya oturduğunuzda mevcut mekulat ve meşrubatın hepsini tüketebiliyor musunuz? Tabii ki hayır, işte kitaplar da sofra gibidir. Aralarındaki fark zaruri ve beşeri yiyecekler fiziki ihtiyacımızı, okuduklarımız da beynimizi, ruhumuzu ve fizikten geriye kalan bütün ihtiyaçlarımızı karşılarlar. (Mabadüttabia). Ben de üstadın bütün eserlerini okurken anlayabildiğimi alıyor, anlayamadığımı da bir dahaki okuyuşa bırakıyordum. İyi bir okuyucusu olduğum halde üstadın herşeyini anladım dersem mavra kesmiş olurum. Anadolu’dan Asitane’ye gelir gelmez ilk ziyaretgâhlarımdan birisi olmuştur. Beni biraz da haleti ruhiyem ona doğru itmişti.

O hep medeniyet eksenli çalışırdı. Tek problemi yenik düşen medeniyetimizi yeniden ihya etme yollarını aramaktı. Medeniyet gönülsüz olmazdı, gönül de abasız olmazdı. Eğer siz abayı gönlünüz için feda edip yakmaz iseniz işte o zaman hiçbir şey olamazdı. Ben de abayı yakmaya yakmıştım amma bunu nasıl ifade edebilirdim. Bir taraftan yanıp tutuşurken sağlığımı yitirmiş, bir taraftan da bu müpteladan nasıl kurtulabilirim endişesiyle medeniyeti için bütün gemilerini yakan bu büyük insana gidiyordum. Ama heyhat her defasında meramınızı ifade etmeye gayret etseniz de o dev gibi ağırlık kelamınızı hücrelerinize yönlendirir ve yine eli boş dönersiniz ve tekerrürat meydan ortaya çıktığında sy. 14’te diyorsunuz ki:

“Evet, doğdum, büyüdüm, haykırdım; sesimin uzaklara ulaştığını gördüm; sesim sert kayaları bile etkiledi; öylesine etkiledi ki, onlar o sesleri geri çevirmeyi uygun buldular. Ağladım, güldüm, gözyaşlarımla çok tren camı ıslattım; çok mektup yazdım ve yaktım; çok kez dolaştım yapay bir kentin caddelerinde birini arayarak. Yıllarca arayarak ve kimsenin inanamayacağı kadar arayarak. Parklardan, bulvarlardan geçtim. Her gün aynı yerlerden geçer diye geçtim. Yıllarca geçtim. Çok kişiye benzettim. Binlerce kere benzettim. Sonra binlerce kez yanıldığımı anladım ve yine uslanmadım ve yine benzetmeye devam ettim başka günlerde. Günde gezdiğim, sarf ettiğim kilometrelere kimseler inanmaz. Kendimi hiç tükenmiyecekmişcesine harcadım. Gülmeyi unuttum. Daha doğrusu, ağlanacak yerlerde güldüm, gülünecek yerlerde gülemedim. Hep benden bir şey sarfedildi. Hiç bitmeyecek sandığım bir şey. Ve seçmedim. Ve seçilmedim. Yan yana geldik ve birlikte olduk çoklarıyla. Aynı evde kaldığım, yerlere attıkları izmaritleri topladığım kimseler oldu. Ben topladım, onlar yine attılar ve böylece bu böyle sürdü ve ben bir tek gün “bu izmaritleri yere atmayın” demedim. Onlar da bir gün “neden topluyorsun?”demediler. Sonra bir gece uyandığımda -evimizde elektrik yoktu- arkadaşımın bir mum ışığında tahtakurularını duvarda teker teker tırnaklarıyla öldürdüğünü gördüm. Duvar kan içinde kalmıştı. Ve üstadın dediği gibi

Duvar kahpe duvar yolumu biçtin

Kanla dolu sünger beynimi içtin

Demenin tam zamanıymış.

Geçen yıllarımda gösterdiğim say’ü gayretten sonra insanoğluna kendimi ve davamı bir türlü anlatamayacağımı anlayınca Eylül romanının kıymetli müellifi gibi öyle bir eser kaleme alayım ki hiç reklâmı olmadan bile kitap peynir ekmek gibi satılsın ve okunsun. Bu vesileyle de biz insanlığa vermek istediğimiz mesajı verelim. Derken Kırşehirimizin ve Kırıkkalemizin müşterek yetiştirdiği yaralı ve kınalı kuşu Maşuk Fatih Gülşehri’yle karşılaştık. Bu millete Üçüncü bir Harname’nin yazılma vaktinin gelip geçmekte olduğunu, zaten bekraundumuz itibariyle de bu konuda oldukça birikim ve tecrübeye sahip olmamız hasebiyle kitabımızı tamamlayıp kısa zamanda 3. baskısını halkımıza arz etmiş ve piyasalardan tükenmiş olduğuna şahit bulunmaktayız. Pek tabiidir ki bu çalışmamızda söyleyeceklerimizi eşşeği metafor olarak kullanıp arz etmeye çalıştık. Elan hedefimize de kavuşmuş olduğumuz kanaatindeyim. Ancak yayıncılarla olan problemler maalesef malumunuzdur. Eğer biraz reklâm, biraz alaka olsaydı bu kitabımızın çılgın Türkler kitabıyla yarışmaması içten bile değildir.

Tam bu esnada benim ve Maşuk Fatih Gülşehri’nin kendilerini her zaman takip ettiğimiz ve tazimle andığımız büyük insan üstat Sezai Karakoç Bey’le tevafukan Cağaloğlu’nda karşılaşınca heyecanlandık hemen yanlarına gidip ellerinden öpmek istediysek de o her zamanki gibi el öptürmedi. Karşılıklı hal hatır faslından sonra utanarak sıkılarak III. Harname’mizi kendilerine sunduk ve Allahaısmarladık diyerek ayrıldık. Biz üstada çok değer verdiğimizden ötürü yerimizde bekleyerek dakikalarca onu arkasından izledik. O takriben yüz metre kadar yol aldıktan sonra yolun kalan kısmını III. Harname’yi okuyarak kat etmeye çalışınca biz zevkten dört köşe olmuştuk. Çünkü zamanın yaşayan en büyük Türk muharriri ve şairine kitabımızı okutmuş olmanın zevkini ancak biz biliriz. Bu görüşmeden sonra üstadı iki ay kadar bir zaman geçmişti ki Üsküdar Şemsipaşa Camii’nin yanından geçerken gördük. Kendisini İlker Alpkaya Bey’le iskeleye kadar yolcu ederken, kendilerine ikram tekliflerimizi her zamanki gibi kabul etmemişti. Fırsattan istifade “Hocam III. Harname’ye baktınız mı, nasıl buldunuz?” sorusuna da “Çok güzel, çok beğendim” demeleri bizi gerçekten çok mutlu etmiş ve bu hızla Harname'den sonraki kitabım olan İnsanname’yi yazmaya gayret ettik.

Gerçekten böyle büyük insanlardan takdir ve teşvik görmek her insana nasip olmaz düşüncesiyle hocamıza sağlık, afiyet ve uzun ömürler temenni ediyoruz.

Artık Asitane’ye yerleşmiş, her fırsat buldukça Üstad’ın önce Üretmen Handa’ki bilahare Cağaloğlu Hamamı’nın karşısındaki mekânında ziyaret ediyorduk. Üstad’ın bütün kitaplarını temin edip tekrar tekrar mukabele usulü anlayana kadar tekrarlıyordum. Bir taraftan da Diriliş dergisinin bütün sayılarını alıp okuyor ve öğrencilere de tavsiye ediyordum. Tamamen bir kültür faaliyeti sürdüren hocamızın ansızın kendini siyasette bulması herkesi şaşırtmıştı. Kendilerine siz bu işin üstesinden gelebilecek misiniz sorusuna da başladık henüz başarısız da olmuş değiliz diye cevap verirdi.

Daha partinin kurulma aşamasında bir gün tek başıma gezerken o zaman hamal ve işçilerin devam ettikleri Cağaloğlu kahvehanesinin önünden geçiyordum. Birisinin arkamdan Hayrullah Bey diye bağırması ilgimi çekmişti. Bir süre daha yürüyüp arkama döndüğümde bir de ne göreyim Üstad Sezai Bey bana sesleniyordu. O günlerde işsiz, aşsız ve eşsiz dolanan mağdur ve mazlum bir insanın peşinden dev gibi bir kültür adamının koşarak gelmesi beni hakikaten mütehassıs etmişti. Kendilerine buyurun hocam bir emriniz mi var dedim. O da beni oturmakta olduğu Erzurum kahvehanesine davet edip çay ikramında bulunmuştu. Bana eskiden üstadın bazen burada oturup yazılarını yazdıklarını söylemişlerdi de inanmamıştım. Çünkü göz gözü görmüyor, sigaranın o zift kokusu ve zifiri karanlığı hakikaten insanı rahatsız ediyordu. Evet, Üstad Sezai Bey bir parti kuracağını beni de eğer otuz yaşını ikmal etmişsem kurucu üye yapacağını söyledi. Ben böyle bir faaliyete girmek istemiyordum onun için Hocam ben şimdi boştayım amma yakında memur olacağım dediysem de partiyi kurmak için otuz kişiye ihtiyaç var şimdilik kuralım bilahare memur olunca seni sileriz deyip ikna etmeye çalışmıştı. Bir süre sonra parti kurulmuş, Şehzadebaşı’nın oraya il merkezi açılmış, il başkanlığına da Yener Bey adından birisi getirilmişti. Bir kurban bayramında hepimize sıkı sıkıya tembihler yapılmış, yarın partiye bayramlaşmaya mutlaka katılın denilmişti. Bayramın birinci günü garip gureba sabahleyin akşama kadar ancak onbeş kişi bir araya gelebilmiştik. Birisi bir kutu çikolata getirmişti. Her defasında ikramdan alıp açlığımızı bastırmaya çalışıyorduk. Tam bu esnada yaşlı kel kafalı bıyıksız o ortama uymayan bir zat geldi. Üstada olağan üstü saygı duyuyordu. Bu durum benim ilgimi çekmişti. Sezai Bey’e Hocam bu adam kim dediğimde, o emekli mülkiye başmüfettişi yedek subaylıkdan beri arkadaşımdır. Bizim gibi düşünmeyebilir ancak bana muhabbeti çok olduğundan benden ayrılmaz demişti. Gerçekten o beyefendi de çok kaliteli bir insandı. Devlete ve millete çok bağlıydı. Akşam olunca herkes dağılmış bu bıyıksız adamla ben ve üstad kalmıştık. O zamanlar üstad Kadıköy’de bir evde kiracıydı. Bu zat o eski arabasıyla ki eksozundan büyük gürültüler çıkararak bizi köprüden geçirerek Kadıköy’e getirmişti. Üstadın duyduğuma göre evde bakımını yaptığı bir yakını vardı. Hem ona başvuracaktı hem de yırtılmış olan pantolonunun balaklarını tamir edip tekrar gelmek üzere bizden ayrıldı. Biz kendisini rıhtımda bekledik. Geldiğinde bir de baktım ki pantolonunu çuvaldız ipi gibi bir urganla dikmişti. Bir lokantada yeşil fasulye yedikten sonra Pamukkale turizmden Ankara’ya bir otobüs bileti alarak üstadı Ankara’ya yolcu ettik. Üstad böylece Bayramın birinci gününü Dersaadet’te partilileriyle bayramlaşmış, geceyi de yolda değerlendirerek ertesi gün olan bayramın ikinci gününü de Engürü de genel merkezinde partililerini kabul edecekti.

Onun tek bir endişesi vardı. İçine düştüğü bu dipsiz kuyudan bu mazlum ve mağdur milleti nasıl yapar da kurtarabilirim. Bir taraftan medeniyet ve kültür mücadelesi verirken bir taraftan da siyasal olarak ne yapabilirim endişesiyle bir şekilde iktidar olup bu milletin bütün çilelerine bir son verme umudunu hiç yitirmemişti. Toplumumuzda Allah rızka kefildir diye sıkıntılı bir anlayış vardır. Bu söz hep yanlış tefsir edilmiştir.

1) Sonuna kadar çabalayıp çalışacaksınız

2) Egemen güçlerin sizin çalışmalarınıza müsaade etmesi için gereken cebri ve zecri tedbirleri de alacaksınız.

Eğer bu tedbirleri alamıyorsanız ondan sonra dünyamızın muhtelif yerlerindeki açlıktan mütevellit ölümleri de Tanrı’ya fatura etmiş olursunuz. Hiçbir gayret ve tedbir almadan oturan hiç kimsenin rızkına kimsenin de Tanrının da kefil olma mecburiyeti yoktur.

Üstad, canıyla, malıyla, titriyle, bütün kıymetleriyle büyük bir hayat mücadelesi vermiş, bu uğurda evliliğini feda etmiş, hiç evlenmemiş, yine elli yıl önceleri Dârülfünun iktisat şubesinde başladığı ihtisasını kendi istediği doğrularını yazdırmazlar onların istediklerini de ben inanıyormuşum gibi yazma derekesine düşmem diyerek doktorasını da yarım bırakmıştır. Hiçbir iktidara hiçbir lobi veya güç odağına ve inanmadığı hiçbir şeye boyun eğmemiş, her türlü dünya meşakkatine rağmen dik durmayı bir ibadet olarak kabul etmiş, dev bir düşünür. Zaten o bizimle olan sohbetlerinde onun boz benekli iri bir devi olduğunu, şimdilik derin uykusuna daldığını ve işinin hep onu bu dalmış olduğu gaflet uykusundan uyarmak olduğunu ve onu uyarmak için ne yapılması gerekiyorsa sürekli onu yaptığını, o devasa devi uyarmak için her sabah erkenden kalkarak üzerine kovalarla buzlu sular döktüğünü ve hassaten elindeki ilim ve kültür kamçısıyla onu kamçıladığını ve artık zamanın çok geç olduğunu, bir gün gelecek bu devin mutlaka uyanıp kendine geleceğini ve canibimizdeki düveli muazzamanın korkudan dudakları çatladığı gibi dertlere deva, hastalara şifa, na murat olanlara da bermurat olacağını hep bize hikaye eder ve bizim kesinlikle ye’se düşmememizi tembihlediği gibi haddi zatında bütün medeniyetlerin birer insan gibi olduğunu ve hayat mücadelelerinde bazen galip bazen de mağlup olabileceğini, bu kadar sağlam bir mazisi bulunan medeniyetimizin mutlaka kendisine geleceğini hep müjdelerdi.

Bu kadar çarpıcı bir tarihçe-i hayatı kabiliyetim nisbetinde muhtasaran arz ederken değerlendirmemi şu cümleyle nihayetlendirmek istiyorum.

Türkiyem güzel kızım. Sakın ha korkup hiçbir endişeye kapılmayasın; senin bu kadar delicesine sevdalın varken kimse senin kılına bile dokunamaz.

Bu vesileyle bir insanlık borcu olarak şunu ifade etmek gerekir ki Sezai Bey hocamız bu dünyaya temiz geldi, hiç kirlenmeden yaşadı, kimsenin canına, malına, parasına hiçbir vesileyle yaklaşmaya bile niyet etmedi, hiç kimse onun ne günah işlediğine ve ne de argo konuştuğuna şahit olamamıştır. Onun bir defa olsun abesle iştigal ettiği görülmemiştir. Kimseyi çekiştirmemiştir. Dürüst bir medeniyet mücadelesi vererek dünyanın hiçbir necasetine bulaşmadan nezih bir şekilde bu âlemden gitmeye hazırlanmaktadır. Ona yaklaşanlar kazanmış, ondan uzaklaşanlar da kaybetmiştir. Bu âlem böyle bir insan-ı kâmili bir daha görmeyecektir.

Hakikaten günümüzde din, iman, vatan, millet bahanesiyle toplanan paralarla ne batık holdinglerin kurulduğu bu arenada temiz kalabilmek büyük bir mazhariyet olsa gerektir.

Neticeten Sezai Beyin Kültür Bakanlığı tarafından yılın muharriri seçilmesi ve takdir edilen nakdi bakanlığa bağışlaması, tören ve plaket istememesi onun için yapılabilecek en önemli değerlendirme olsa gerektir. Vesselam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder