26 Temmuz 2010 Pazartesi

İLİM UZMANLIĞINA TERFİ FASLI

Yüksek Öğretim Kurulu yeni kurulmuştu. Eskiden asistanlık sistemi söz konusuyken hocalar istedikleri lisans öğrencisini daha ilk günlerde gözüne kestirir bilahare asistan olarak alır, usta çırak münasebetiyle asistan hocanın çantasını taşır, bilumum işlerinde yardımcılık yapar onunla derse girer onunla çıkar ciddi ve de sıkıcı bir iş olmasına rağmen herkesin gıpta ettiği geleceğin profesörü olarak baktığı maaşlı bir emir komuta kulu olmak dışında üniversiteye intisap etmenin ya da okutmanlık, uzmanlık veya yardımcı memur sınıfına mensup olmaktan başka bir de eğer paranız varsa yurt dışına gidip doktora yapmak veya herhangi bir kurum adına burslu olarak dışarıda titr sahibi olunduktan sonra üniversiteye intisab etmekten başka çaresi yoktu.

Tam bu hengâme de 1980 ihtilali olmuştu. Üniversitelerin özerkliği zapt-i rapt altına alınmış, merkezi yönetime dolayısıyla Y.Ö.K.’e bağlanmıştı. Bu kurumda yeni uygulamalar muvacehesinde insanların kendi nam ve hesaplarına herhangi bir memuriyet bağı olmaksızın master veya doktora yapma fırsatı vermişti. Biz de bu fırsattan istifade ederek mezunu olduğumuz fakültede şansımız olmadığından çok sevdiğim Atatürk ve İnkılapları konusunda ihtisaslaşmaya karar vermiştim. Bir taraftan muallimlik yaparak maişetimi kazanıyor bir taraftan da ilim yapmaya gayret ediyordum. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yakınçağ Tarihi master programına hazırlanmak için yaz tatiline gitmeyip ilgili bütün tebebbuatı edinerek özetini çıkarıp Eylül ayı gelince hiçbir tanıdığım ve torpilim olmadığı halde sınavı ikinci olarak kazanmıştım (1987). Ancak başka bir fakülteden gelip bu başarıyı elde etmiş olmam ilgilileri zıvanadan çıkarmış yirmi yıllık o kürsüde okutmanlık yapan bir hanımın üzerime yürüyerek sen bu sınavı nasıl kazanırsın deyip hakaret etmesi ve fitne fesat girişimleri sonucu imtihan iptal edilip yenilenmişti. Bu defa sekiz sayfalık bir imtihan kâğıdı vermiş ve sınavı birincilikle kazanmıştım.

Evet, “Sen misin, bu imtihanı bize rağmen kazanan!” diyerek o zaman o kürsüde Muid olan Beydillizade Efendi, “Kendisinin iyi bir Atatürkçü olduğunu, benimse Atatürkçü olmadığımı İlahiyatçı olduğumu, burayı hemen terk etmem gerektiğini” ileri sürerek bana ağır hakaretler edip, orayı terk etmemi sağladı. Ben, “Kendisini Anıtkabir’e şikâyet edeceğimi” söyleyince, o da beni polise şikâyet edip oradan uzaklaştırdı. Ben o zaman da Atatürkçü idim, bugün de Atatürkçüyüm, yarın da Atatürkçü olacağım. Ancak o hocamız, bir vakfa, “İmamın Günlüğü” adında bir kitap yazıp, neşretti. Bilahare cemaatlerle birçok kitap vs. alışverişinde bulunduğu gibi halen Diyanet Ansiklopedisinde maddeler yazarak para kazanmaya devam etmektedir. Kendisini Çalab'a havale ediyor ve hakkımı haram ediyorum. Bu zat, benim gibi birçok vatan evladını da muhtelif şeyler bahane ederek Enstitüden uzaklaştırmıştı. Bunlardan birisi de Ufuk Bey adında bir zattı, o da başka bir üniversiteye gidip şimdi orada Profesörlük yapmaktadır. Evet, en çok sevdiğim kürsüden tart edilmiştim. Ancak bu tavır beni, Atatürk hakkında çalışma yapmama engel olamadı. Bu konuda iki kitap, sekiz makale neşrettim.

İstediğim yerden atılmıştım. Artık bundan sonra hangi bölüm çok öğrenci alıyorsa onları takip edip yapabileceğim sosyal bilimlerle ilgili bir kürsü araştırıyordum. Bir vesileyle Zaim hocamızın bölümüne başvurarak imtihana hazırlanıyordum. Bölümün baş asistanı Sedat Bey ile görüştüm. Bana “Azizim, sen burada yapamazsın git” dediyse de ben çaycı Sabri Beyden, bölümün bütün kitaplarını satın alıp bir yaz boyu hepsinin özetini çıkararak yine hiçbir tavassutum olmadığı halde sınavı birincilikle kazanıp geçince, o bölümün hocalarının, ne kadar objektif değerlendirme yaptıklarına şahit olunca şaşırmıştım. Çünkü bazı yerlerde olduğu gibi burada da torpil söz konusu olsaydı, ben bir garip vatandaş olarak herhalde yetmiş iki milyonuncu olurdum. Yüksek lisansta ikinci bölümde ders faslı başlamış, o bölümün mezunu olmadığım için herkesten çok çalışmam gerekiyordu. Bir taraftan eksiklerimi telafi ederken bir taraftan da verilen ödevleri ve dersleri yapmaya çalışıyordum.

Arkadaşlarımızın ekseriyeti iktisat, hukuk ve mülkiye orijinli olduklarından bana boşuna kürek çekme buradan mezun olmazsın diyenlerden birisi de hâkimlik yapan hemşehrim olan Vartana köyünden birisiydi maalesef. O arkadaşım mezun olamamıştı. Bir de hava atıyordu. Yine geçenlerde karşılaştığımda beden diliyle hasedini tekrarlamıştı. Derslerimi bir senede başarıyla geçtikten sonra Tez hazırlama faslına gelmiştim. Bütün hocaları ziyaret edip danışman olmalarını istirham edip, lisans mezuniyetim sorulduğunda hemen olmaz diye geri çevriliyordum. En sonuncu olarak bölüm müdürü muhterem Zaim Bey’e durumu anlatınca bendenizi kabul buyurdular. Ben de kendimi ispatlamak için tam bin sayfalık bir Yüksek Lisans Tezi hazırlayarak hocama takdim etmiştim.

Bu aşamada başta Turan hocam gibi birçok muhterem zevat beni hep geri çevirmişti. Tez savunmasına gelince daha bilgisayar ülkemize yeni gelmişti. Eşimin bileziklerini satarak tezimi bilgisayarla yazdırıp deriyle de mavi renkli bir cilt ile kapladıktan sonra Prof. Dr. Nur Serter hocamın, “Ayol ansiklopedi cildi gibi olmuş” taltifiyle sınava girdik. Orman ve Aksu hocalarımızın tezkiyesinden geçip mezun olduktan yıllar sonra bu çalışmama hiçbir ilave yapmadan “Osmanlı Devletinin 700. Kuruluşu” anısına bir üniversitemiz basmış oldu.

Bazı dost hocalarımız sırf tenkit etmiş olmak için Tez çalışmasını yuvarlak laflarla eleştirirken, “Hocam, neresini beğenmediniz?” sorusuna, verdikleri cevapta birkaç virgül’den öteye gidememişlerdi. Bunun psikolojisini şimdi anlayabiliyorum. Meğer adamcağızlar, benim burnumu sürttürüp tez elden bu sevdadan vazgeçmeme gayret ediyorlarmış da ben anlamamakta ısrar ediyormuşum. Vakta ki, Akademik serüven tamamlandıktan sonra bu zevatı kiram angarya yüklemekte yarışır dururlar.

Bendeniz, Akademisyenliğin ilk ve en önemli basamağı olan ve bana cesaret ve gayret göstermemde irşat ve ikazlarını, desteklerini esirgemeyen güzel insan Zaim hocamıza, sağlık, afiyet ve uzun ömürler temenni ediyorum. Evet, Yüksek Lisans’tan mezun olup çikolatayla kutladıktan sonra, hocamız bendenize, “Burada doktora da yapabilirsiniz” teklif-i nezaketine rağmen başka bir kürsüde Doktoramı tamamlayana kadar hocamı rahatsız etmedim. Çünkü bu kürsüde de bir “Mendebure, sakın ha! Doktoraya gelme” demişti. Kendisini Çalab'a havale ediyorum. Yıllar sonra bu hanımefendinin bana bir işi düşmüş resmi bir yazıyla müracaat etmişti ki takdir sizin. Yine taşların en Yalçını olan hocamızda burada olduğu halde gurebayla (Bizimle) muhatap olmazdı.

Bu meyanda fakülteden de arkadaşım olan Üsküdar’ın en büyük kırtasiyesi olan Onur A.Ş. ‘nin sahibi muhterem Süleyman Yeniçeri kardeşime minnetlerimi sunuyorum. Kendileri işlerini hem çok güzel ve hem de titiz, süratli ve dakik bir şekilde yaptığı gibi hesaplı ve taksitlendirerek hem yardımcı olduğu gibi ve hem de Yüksek Lisans tezimi çoğaltıp basarken inşallah Doktoranı da ben basarım diyerek temenni de bulunmuştu.

Bilahare Doktoramı ve Doçentlik dosyalarımı da tab ederek özel kutular yaparak benim çalışmalarıma albenisi yüksek bir estetik kazandırmıştı. Yine Profesörlük kutu dosyalarımı da tamamladıktan sonra inşaat işlerine terfi edip beni de başka bir dostuna SED KOPY’e yönlendirerek eksiklerimi tamamlayıp tab etmemi sağlamıştı.

Pek tabiidir ki böyle güzel dostları ve hizmetlerini de unutmak mümkün değildir. Kendilerine ve ailelerine sağlık afiyet ve mutluluklar temenni ediyorum. Herkesin böyle güzel dostlarının olmasını diyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder