26 Temmuz 2010 Pazartesi

NECMETTİN EL AVŞARI VETTOROSİ

Yeniden mili mücadele gazisi Necmettin El-Avşari Vettorosi hazretleriyle daha çocuk yaştayken tanışırım. Kendileri 1965’ler de Hısn-ı Mansur’a gelmiş, Halk Eğitim Merkezinin büyük salonu’nda konferans veriyordu. Ben fistan giymiş henüz don sahibi olamamış bir bala idim. Necmettin Efendi haziruna ikide bir “Ey Fatihlerin, Yavuzların çocukları” diye seslenip milleti gaza getiriyordu, sonunda işi başardı. Aramızda aklı kısa silahı uzun hemşerilerim tavanı delik deşik ettiler. Bilahare cumhuriyet gazetesi kendilerinden “Sağın Dev-Genç’leri” diye bahsetti. Biz Necmettin Efendiyi çok sevmiştik, onun aşkı bize pahalıya mal olmuştu. Tam 41 sene peşinde it gibi dolaştık. Tek ülkümüz vardı. Herhalde bu Türkiye’mizin meselelerini rayına oturtur diye bütün eğilimlerin bizi kandırdığı gibi oda bizi günlük Bayrak, Aylık Pınar, üçaylık Gerçek yayınlarına olmayan harçlıklarımızla abone etmişti. Öbür taraftan Devlet ve Töre dergilerini zaten takip ediyorduk. Adeta Azerbaycanlı Musevilerin yaptığı gibi cenaze törenlerinde önce hahamı sonra da bir mollayı getirip dua ettirmeleri gibi Türkiye’mizin kurtulması için birisi tutmaz ise öbürü tutar ümidiyle o karanlık günlerde her çıkış yapana destek vermekle geçti ömrümüz. Hakikaten Necmettin El-Avşari Vettorosi hazretlerin çok sevmiştim. Boy, pos, endam, cildiye, esmeriyet, hitabet ve inandırıcı faaliyetleri onu gözümüzde devleştirmişti. Onunla özetle Dandanakan savaşında ön saflarda süngü devran ve düşmanla göğüs göğse boğuşarak faaliyet gösterdik. Yıllar geldi geçti biz sürekli eğitim alırken o yerinde sayıyordu. Herhalde 1968’den sonra doğru dürüst bir kalem sürtmediği kanaatindeyim. Çünkü komünizma yıkıldı, dünya siyaseti alt üst oldu. O hala bugün yeryüzünde bulunmayan bir sisteme düşmanlık üzerinden teksifleşiyordu. Konuşmaları Eshab-ı Kehf’in uykudan uyandıktan sonraki Dakyanus muhabbetlerinde olduğu gibiydi.

Hayatı büyük mücadelelere imza atmakla geçen ve ileride memleketin başına bela olacak marjinal insanlar yetiştirmekle geçtiği halde onun alın yazısı hep yenilmek ve “yokuşlarda susamak” şeklindeydi. O kendisiyle imtizaç eden şu türküyü hep terennüm ederdi. “Kara bahtım, kem talihim / Taşa bassam iz olur / Ağustos’da suya girsem/ balta kesmez buz olur”.

Bir defasında Turan Vakfında, “ Sana kırmızı don giyme demedim mi? ” türküsünü söylemiş hepimizi ağlatmıştı. (İlker Alpkaya şahittir). Ancak çok idealist ve mağrur olan arkadaşımız Ahmet Şafak Bey de böyle soytarılık olur mu? Diyerek hocayla dalga geçmişti. Sen misin bunu söyleyen, işte sende Türkiye’nin en meşhur sanatçılarından olursun böyle. Bu olay bana Peygamberimizin şu hadisini hatırlatıyor. “ Her kim ki müslüman kardeşi ile bir vesileyle istihza ederse o da onun gibi olmadan ölmez”. Ahmetçiğim sen onu da beni de çoktan geçtin tebrik ederim.

Muhterem hocam çok insan yetiştirdi ancak herhalde besmelesini sağlam çekmedi ki yetimhanelerden çıkarıp büyük devlet adamı olana kadar ayakkabısını boyadığı, pantolonunu ütülediği zevatı melunin medyunu şükran oldukları hocalarına randevu bile vermediler; hatta onu katletmek bile istediler. Hocamızın Konya’daki büyük hizmetleri ve delilerden kurduğu bölüğü, mehter hizmetleri çok meşhurdur. Zamanla o başta Mevlana’ya ve bu camiaya karşı da yenilgiye uğradı. Hocanın Sultan Alparslan Anadolu’yu fethederken at üzerinde kefenle Malazgirt’e girmesinden sonra ilk defa Necmettin El-Avşari Vettorosi hazretleri kefen giyerek Konya mitinginde konuşmuş yeri göğü titretmiştir. Bilahare İstanbul faslında da Bosna-Hersek’le ilgili faaliyetleri ve Üsküdar’da “Al Yazmalım” mitingindeki konuşması da bir manifesto mesabesindedir.

Necmettin Efendinin büyüklüğüne diyecek hiçbir şey yok ama benim gibi hep şanssız. O önce yetiştirdiği evlatlarının ihanetine uğramış, sonra en yakın dostlarının kazığına oturmuş gelen vurmuş giden vurmuş. Bu meyanda ömrünü koyarak yetiştirdiği ürünleri haraç mezat kapışılmış. Ondan hizmet bekleyen devletimiz de mahkûmiyet biçmişti. Bütün sersemleştirme operasyonlarına karşı dayanabilmiş.

Pazarlardan soğan ve patates toplayarak hayatiyetini sürdürmüş ve derken Asitane bu dişleri ve tırnakları sökülmüş Arslanoğlu arslan ile buluşma dönemi. Tabi canı çıkmayınca huyu çıkmaz bu idealistlerin. Tekrar bizleri toparlayıp Türkiye’yi kaldığı yerden kurtarma faaliyeti ne bitmez ve de tükenmez bir sevda… Zamanında Genel Başkanlık yapan bir zevat-ı kiram sırf hizmet için bir hizbin ilçe başkanlığına atanıyor. Faaliyetler başlar başlamaz Devlet hocamız hemen onun görevine son veriyor. Demek ki bizim devlet çarkımız tembellik üzerine dizaynedilmiş eğer biraz faaliyet gösterirseniz hemen herkes size düşman kesilirmiş.

Hayrullah Efendinin hastalık dönemi başlamıştır. Buna rağmen Necmettin Efendi ikide bir telefon eder ve haydi gel der, oda yok diyemez gider. Bazen hakikaten yürümekten aciz olduğum halde hiçbir şeyin yok mutlaka gel derdi. Ben epilepsi idim bir yaram berem yoktu. Oda benim fiziki yapıma bakıp karar veriyordu. Bir defasında tam ölümcül olmuştum ki evime ziyaretime gelmişti. Öyle içten ve derinden bir aşr-ı şerif okudu ki dedim, “ Bu seda tam bir rahim dilencisi gibi inliyor üzülme bu dünyada bana da sana da bir rütbe yok ama öbür tarafta bu okuyuşun karşılığında mutlaka sana bir düzine huri vermeleri lazım” şeklinde letaif de bulundum.

Hocam benden bir türlü vazgeçmedi; bende buna karşılık hiçbir hizmete vesile olamayacak görüşmelerden bıkmıştım. Ona bundan sonra Türkiye’yi kurtarmak için beni çağırma benim buna ne gücüm nede takatim yeter Allah'a çok şükür Meclisimiz var Orgenerallerimiz var, Büyükelçilerimiz ve büyük bürokratlarımız var. Profesörlerimiz var Türkiye’yi onlar kurtarır boş ver bu sevdadan vazgeç peki anladım diyerek ertesi gün beni yine arayarak Hayrullah bu defa söz Türkiye’yi değil seni kurtaracağız gel dedi. Bende peki deyip yanına gittiğimde geçekten Hollanda’dan gelmiş bir işadamı ile İstanbul boğazında bir balık restoranına davet edildik. Mükellef bir balık karması, sabaha kadar sohbet... Gerçekten o gün kurtulmuştuk. Ama birkaç saat sonra tuvaleti ziyaret edip eve geldiğimizde baktım ki yine kurtulmamışız, çünkü bir çiçekle bahar gelmezmiş.

Muhteşem çalışmalarımız ve görüşmelerimiz bu minval üzerine giderken hoca Efendi Toroslar’a yaz tatilini ihya etmeye gitme faslına başlamıştı. Geçen seneler bir sonbahar günü Toroslar’dan dönüşünde beni Yalı Akademisine oradan da Kuşkonmaz Mescidine davet etmişti. Güzel bir vaaz-ı nasihatten sonra hakaret faslı başlamıştı. O 1968’den beri tetebbuat yapmamış, bize kırık plak gibi hep mazileri ve dağarcığında kalan Dandanakan savaşındaki başarı ve faaliyetlerini anlatıyordu. Yine o bizim üstadımız olduğundan naşi yanlış şeyler de anlatsa biz hatır için onu dinler anlar ve istifade ediyormuş gibi hep kafamızı emme basma tulumbası gibi sallıyorduk. Eğer yer müsaitse karşısında diz çöküp dinliyorduk. Ancak o bizi takdir etmediği gibi bir vesile ile bulup tahkir etmeyi bir görev olarak telakki ediyordu. Ben tahsil yapmış müderris olmuştum o hala beni Hüsnü Mansur’daki donsuz ve fistanlı Hayrullah olarak görmeye gayret ediyordu. Biz bunların hepsini hoş görüyorduk ancak ben eski sağlığımı yitirmiş ve tahammülü de kaybetmiştim. Necmettin Efendi bir de bana demesin mi ki: “Hayrullah sen medresede ne anlatıyorsun, saatlerini doldurabiliyor musun?” Bu cümle Kırk bir yılık hürmetimi ve hizmetimi kenefe atmak gibi bir şeydi. Sarsıldım, başım dönmeye başladı yine de sesimi çıkartmadım. Ama ayrılırken bana “Yarın akşam iki yazar arkadaşımız ve eski bütün kurmaylarımız Küçük Çamlıca’nın belediye tesislerinde toplanacağız, kitap tanıtımı sohbet ve yine Türkiye’nin milli ve manevi problemlerini masaya yatırılacak mutlaka gel çünkü bütün faaliyetler bittikten sonra sende iki fıkra anlatır milleti rahatlatırsın” diyerek benim için gerçekten biçmiş olduğu soytarı gömleğini de bana hatırlattı. Bende baş üstüne diyerek ayrıldım. Üzüntümden o gece sabaha kadar uyuyamadım. Ertesi gün davet olunduğum mekâna gittim. Saat 18.00 sularında seçkin bir kalabalıkla tanıştık. Ezher Ulemasından sabık Milli Ceride muharriri Dr. Lütfi Efendiyle yazar Dr. Kalyoncu Efendi kitaplarını tanıttılar imzalayıp haziruna takdim ettiler. Hatırlayabildiğim kadarıyla Yrd. Doç. Dr. Başöğretmen Zeki Palabıyık, Yavuz Aslan Argun bey ve hoca Efendinin dört oğlu hazır bulunuyordu. Saat tam 24.00’e kadar ikramlı sohbet devam etti. İşletmeciler haydi kapatıyoruz diye ikaz edince oturum reisi Necmettin Efendi bana, “ Haydi Hayrullahcığım sende iki üç fıkra patlat ve Cemaat-ı Mezbure rahatlayıp evlerimize dağılalım” deyince sazı elime alıp tam kırk bir yılın muhasebesini yaptıktan sonra bana dün söylenenlerin hesabını sordum. Yaşım ondan küçüktü ama Necmettin hoca’nın babası da ölmüştü onu mezardan kaldırıp getirecek değildim. Ama ona da vekâleten kendime asaleten yumdum gözlerimi açtım ağzımı, hocayı temiz bir hırpalayıp mahv-ü perişan ettikten sonra hoca yahu ne müthiş hatipmişsin bilmiyorduk deme pişkinliğini gösterince ben de yarım asırdır mavralarını dinliyoruz. Bize de biraz bulaşmış demek ki… Kaldı ki sen ölünce senin tabutunun başında bir hatip gerekmez mi? dedim. Ve kabul buyuruldum.

Sonuç olarak ben hocama ihanet eden talebelerinin hepsini cebimden çıkartırdım. Amma ihanet benim üslubumda olmadığı için değerim yoktu, demek ki birileri size ihanet etmiyorsa siz de insan olarak bu işe şaşırıp geleceğin yerine gelmesi için bu kuralı hemen yerine getiriyorsunuz. Bu muhasebeleşme sonucunda hocama müellifi olduğum “Üçüncü Harname Eşek” kitabını imzalayarak takdim ettikten sonra ne’olursunuz bundan geriye kalan ömrünüzü Torosların Kamışlısında bir eşek besleyerek ve bu kitabı çevrenizdekilerle mukabele usulü mütaala ederek değerlendirip birazda toprakla iştigal ederseniz ruh ve fiziki sağlığınız için çok hayırlı olur dedim ve ayrıldık.

Sevgili hocam, o gün bu gün bu tavsiyeme uyarak günlerini değerlendirmektedir. Amma bir eksiği var o da Bodrum fatihi Kolağası Nejat Efendi’nin çöpçatanlık yaptığı Cins-i Latifi’de kabul buyurursa felekten bir otuz yıl daha çarparsın. Hocam her şeye rağmen siz yüce Türk Milletinin gönül müzesinde endam ediyorsunuz. Şuuraltı arşivimizin de rüknüsünüz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder