Çalışmamız birçok bölümden müteşekkil olduğundan değişik isimlerle konularımızı adlandırarak sınırlamış bulunmaktayız. Bu bölümde faslı evvel dememizin sebebi hikmeti gözlerimizi dünyaya açtığımız coğrafyamızdan işe başlamamızdan neşet etmektedir. Bilindiği üzere sanayi devrimine kadar batıda hâkimiyetini sürdüren feodal yönetim şekline benzeyen sosyal düzenin aynısının topraklarımızda, özellikle doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerimizde kısmen de olsa söz konusu olduğunu, devletin bütün tedbirlerine, bir zamanlar bölgede toprak reformu çalışmalarının yapılmasına rağmen henüz kırılamamış bir gizli feodal yapının sürmekte olduğu, toprak ağalarının arazilerini millete dağıtma projelerine rağmen bu konuda fiili ve tatbiki bir sonuca varılamadığı gün gibi ortada; bu konuda söylenen türküler irat edilen atasözleri ve Kemal Sunal filmleri hepimizin belleğinde tazeliğini korumaya devam etmektedir. İşte böyle bir sosyal ve iktisadi ortamda Hısnı Mansur vilayetimizin Kuruyayla köyünde biraz tarım ve birazda orman imkanlarından hayatiyetini sürdüren ve mevsimlik işçi olarak da çevre vilayetlere gidip zaruri ve asgari olan beşeri ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan dünya nimetlerinden asgari düzeyde istifade eden çok zor ve çetin bir coğrafyada ve bu coğrafyanın yansıttığı zor ve çetin bir insan yapısının içerisinde, benzetmekte hata olmasın, bir bakıma bölgenin feodal yapısının ortasında yer alan sadece kendi bölgesinde örfi ve dominant itibarı olan, geçimini Osmanlı devletinin dini vezaif karşılığında kendilerine verdiği topraktan temin etmeye çalışan ve tespit ettiğim kadarıyla benden yukarıya doğru on iki dedemin aşiretin imamet ve dini tedrisat hizmetleri karşılığında, maddeten ve manen karşılandığı ve Cumhuriyet dönemine gelince Atatürk dönemi köy kanununda; “köy imamları şimdiye kadar nasıl desteklenmişse bundan böyle geçimlerini aynı şekilde temin edeceklerdir” ifadesi ve bilahare devlet memurluğuna dahil edilip maaşlandırılması faslı söz konusudur. Tek partili dönemde bütün köy imamları C.H.P.’nin tabii üyeleri olup onlardan her ay aidat kesildiği ve dedemin imam olarak ödediği bu makbuzlardan bir tanesi halen övülmüş amcamın dokümanları arasında muhafaza edilmektedir.
Böyle bir ortamda, böyle bir sosyal yapıya maruz kalarak Hısnı Mansur’un eski adıyla Artan köyünde büyük ve çok kalabalık bir ailenin evladı olarak doğma felaketiyle karşılaşmıştım. Anne tarafım şehirde kendine göre kalabalık ve itibarlı bir statüye sahipken baba tarafım da aşireti ve bölgesi içerisinde itibarı manevi otoritesi uzun ve geniş bir geleneğin temsilcisi olan bir aile. Haddi zatında iki tarafta aynı duygu ve düşünceleri paylaştıkları halde bir tarafta şehrin, öbür tarafta köyün birbirinden farklı hayat üslup ve anlayışları başından beri henüz adı konulmamış bir sürtünmeyi başlatmış, sürekli bir yarış, tahammülsüzlük ve birbirlerini anlamamakta ısrar faaliyetleri ve bu huysuzlukların özellikle torunlara yansıtılması ve onların üzerinden psikolojik savaş ve çocuklar üzerinde kesin hakimiyet kurma teşebbüsleri. Zaten ailelerde anneyle babanın çocuk üretmekten başka hiçbir fonksiyonları olmadığı gibi onları sevme kayırma sahiplenme faaliyetlerine de teşebbüs etmeleri ayıp sayılır. Çocukların terbiyesinden dedeler büyük anneler amcalar halalar dayılar ve teyzeler ve diğer büyük aksakallı zevat sorumludur. Bu uygulamaların doğru tarafları olmasına rağmen ebeveynin bu faaliyetlerden mahrum kalması büyük bir eksiklik arz etmektedir. Maalesef eski Türklerde de bu uygulama hep böyle süregelmiştir. Birde büyük aile yapısında kuzenler hep bir arada yaşadığı için büyüklerin küçükleri hep sindirdiği bunu da maalesef terbiye ve edep eğitimi kılıfına soktukları gerçeği unutulmamalıdır. Bizim de en büyük amcamız Ceberut Efendinin çocukları Ahat ve Abdo çok terbiyesiz, fetbaz ve zalim olduklarından başta beni ve kardeşim Abdülkadiri çok hırpalamışlardır. İnsanoğlu büyüdükten sonra maruz kaldığı haksızlıkları çeşitli özür beyanı veya kutsal günler dolayısıyla birbirini affedebiliyor. Ancak çocukken haksız yere bir zulme reva görülmüşseniz onu bir türlü ne unutabiliyorsunuz ve ne de af edebiliyorsunuz. Mesela Ceberrut amcanın biz çocukken sigarayla kulaklarımızı yakarak eşek şakası yapmasını bilahare biraz büyüyünce torununa ezik meyve verdim diye çelik maşayı bana fırlatmasını ve bunu gören rahmetli dedem Muhammet Said Efendinin onu çağırıp iki sille ile cezalandırmasını bir türlü unutamıyorum. Gerçi büyüyüp Engürü’de memur olduğumda bir bayram tatilinde husyelerine ve sarığına yumurta kırma cezasıyla mukabele etmiş olmamın bir darb-ı mesel intikam olduğu herkesçe bilinmesine rağmen onun gibi zalim olan Anneannem Elif hanıma ve Ceberut amcaya kesinlikle bir ayet dahi okumama kararlılığımda devam edeceğimi bütün büyüklerin küçüklere karşı takındıkları davranışlarında dikkat etmeleri gerektiği sosyal normlarda hassas olmaları ve bir ders olması açısından ifade etmek istiyorum. Herhangi bir vesileyle geçmişlerime dua okuduğumda kesinlikle bu iki insanı ismen her defasında özellikle zikrederek çıkartırım.
Yine benden on yaş büyük olan kuzenimin zaman zaman çeşitli bahanelerle ve bir defasında ezberlediğim A.H. Akseki’nin bir şiirini yüzlerce defa okutmuş yorulmuş ve bıkmış olmama rağmen yine oku demiş bende okumadığımdan ötürü henüz sekiz yaşlarında iken hemde babamın yanında hırpalanmış maalesef bölgenin geri kalmış kültüründen dolayı babam ona engel olamadığı için geceleyin beni teskin ve teselli ettiğini hiç unutamıyorum. Yine Abdo’nun o zamanlar hiperaktif olan kardeşim Abdulkadir'i acımasızca hırpalamalarını unutmak mümkün değildir. İşin acı tarafı bu yanlış ve zalimane fiillerin büyükler tarafından da bir çeşit eğitim metodu olarak kabul edilirdi. Çünkü bu uygulama batıdaki feodal sistemin bir kopyası idi. Büyükler her vesile ile küçükleri sindirip bir hayat boyu onları her aşamada istimal edebilmeleri için bu işlemleri aslında çok bilinçli ve şuurlu bir şekilde sürdürmeye devam etmişlerdi. Ben kendi çocukluk aklımla mümkün olduğu kadar bu tehlikelere maruz kalmadan akıllıca bir plan uygulayıp okullarımı bitirip her hafta köye asayişi sağlamak için gelen jandarma karakol komutanı olan uzman çavuşlara gıpta edip bir gün onlar gibi iktidar sahibi olup bu lüzumsuz akrabalardan ve ilkel uygulamalarından kurtulacağımı planlıyordum. Çünkü bizim köylerde en zalim büyükler bile, jandarma uzman çavuş gelince hepsi kuzu gibi oluyordu. Türk devletinin kolluk hâkimiyeti benim için hep huzur vesilesi olmuştur.
Yine çocukluğumda o dönemin ilkel metotlarla ve hiç uyuşturulmadan berberler tarafından sünnet olduğum, zurnamın yanlış ve fazla kesilmesi ve iyi sarılamamasından ötürü aşırı kan kaybını ve çektiğim ızdırabı hiç unutamıyorum. Pek tabiidir ki sünnet olabilmek bir masraf gerektiren, kivre tutmak ve yemekli tören yapmak gerektirdiğinden ötürü gureba bir türlü bu şartları yerine getiremediğinden dolayı köyde yapılan hazır sünnet düğünü varsa fırsattan istifade sünnet olurlardı. Bu vesileyle köyümüzde ben altı yaşında sünnet olurken onsekizlik delikanlıların da köy meydanında nasıl sünnet olduklarını, çektikleri fiziki ve psikolojik ızdıraba şahit olmuşumdur. Hele hele bunların sünnet artıklarının kediye köpeğe kaptırılması da ehveniyattandır. Bu tarzda bir sünnet imkânı bulamayanların da askerde sünnet oldukları bir gerçektir.
Ayrıca bölgemizde çok kaliteli tütün yetiştirilmesi hasebiyle bütün insanlar mutlaka içicidir. Aktif içiciler yanında doğduğunuz günden itibaren siz bir pasif içicisinizdir. Dedemin Çelikhan’dan getirtip içine özel bitkisel katkılarla harmanladığı o altın gibi sarı tütünleri unutmak mümkün değil. Tütün dedeme zarar vermeye başlayınca özel itinayla bir kâğıdı ikiye bölerek incecik sigaralar sararak içerdi. Bilahare sigarayla amansız bir mücadele vererek kendi bölgesinde yasaklamıştı. Bizim bölgemizde sigara içen çocuklara tahammül edilmez, dövülürlerdi. Ancak yirmi yaşına gelen her erkeğin içmesi gereken adeta bir TSE damgasıydı. İnsanlar sürekli birbirine sigara ikramında bulunurdu. Sigara içmemek ve ikramını kabul etmemek çok büyük bir ayıp olarak kabul edilirdi. Kadınlar ise ancak yaşlanınca bol miktarda sigara içerlerdi. Böylece Türkiyemizin hemen hemen her bölgesinde bol miktarda tüketilen tütün ve tütün mamulleri toplu taşıma araçlarında da içilirdi. Uzun yolculuklarımızda mahvü perişan olurduk. Bir de solunum hastası varsa onun çektiği ızdırapları düşünün. Ayrıca köyümüzde kağıt parası veremeyenlerin de kendilerinin ağaçtan yaptıkları özel pipolarla kendi yetiştirdikleri tütünleri bir baca gibi tüttürdüklerini hiç unutamam. Bu vesileyle Erbakan ve Çiller hükümetinin döneminde tütünü toplu taşıma araçlarında yasakladıkları için kendilerini hayırla yad ediyor ve yeni hükümetlerimizin bu zıkkımı bütün toplu mekanlarda yasaklayarak insanlığa hizmet etmelerini bekliyoruz!..
Başta da anlatmaya çalıştığım gibi bu klasik kırsal hayat seyrinde babanızın tarafı sizi annenizin tarafına, annenizin tarafı da sizi babanızın tarafına mesafe koymanız şeklinde hep eğitirler. Bende iki tarafın birbirine haksızlık yaptığına kanaat getirerek söylenen dedikoduları hep geçiştirmeyi ve zamanı gelip büyüyüp bağımsızlığımı kazandığımda iki tarafı da acımasızca müstahak oldukları cezaya çarptırarak vakti gelince hepsiyle alakayı kesip sılayı rahim güzelliğinden bile mahrum kaldım. İleriki yıllarda annemin kardeşi ve babamın öz yeğeni, kuzenim mebus olduklarında bile ikisini de bir defacık aramadım. Çok şükür onlar da aramadılar. Arayanları da gerçekçi olmaya davet ederek işlerine bakmalarını beni unutmalarını benim onların isim ve telefonlarını defterimden ve gönül defterimden sildiğimi, onların da beni silmesi gerektiğini bu işlemin yapılması gereken uygulamalı bir eğitim çeşidi olduğunu, eğer bu muameleye maruz kalmayı içinize sindiremiyorsanız bir daha çevrenizdeki insanlara başta çocuklara bilahare doğaya, tabiata ve hayvanlara müşfik olmaları gerektiğini söyleyip defterlerini dürmüşümdür. Bu benim bütün hayat seyrimde de hep böyle olmuştur ve böyle gidecektir.
Hiçbir zaman eski Hayrullah yeni Hayrullah olmak istememişimdir. Çocukluğumdan beri benim sevdiğim şahsi manevi ve milli çizgilerim olmuştur. Benimle tartışmaya gelenlere veya katıldığım bütün programlarda meşhur bir duam vardır. Onu okur ve öyle başlarım. Bu duama dayanamayanlarla birlikte olamamışımdır. Bu duamı birçok devlet ve siyaset büyüğüyle de paylaşmışımdır. Size de kısaca aktaracak olursam
“Vatanıma, milletime, bayrağıma, dini mübini islama ve ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’e olan bağlılığımı ve bu konuda kimseyle teşarşür yapamayacağımı” belirterek hep işe başlamışımdır. Öyle birileri gibi her türlü melaneti işledikten sonra seküler nimetlerden istifade etmek için kedinin ciğere sulanması gibi değil bu temenni ve kurallarımı her gün çalışma odamın kapısını açarken seslendiririm. Buna bütün mesai arkadaşlarım hep şahit olmuşlardır.
Dominant kurallarımı ortaya koyduktan sonra her şeyi tartışabilirim. Doğum ve çocukluk faslım köyde anne baba ve büyük ailemiz olan beş amca iki hala yüzlerce kuzen ve sürekli halkın ziyaret ettiği ve beni çok sevdiğinden ötürü ismini veren dedem ve babaannemin ocağında himayelerinde ilkokul birinci sınıfa başlamıştım. Evimizde her türlü mekulat, meşrubat ve bol miktarda hayvansal besinler olmasına rağmen öğretmelerimiz bize zorla Amerikan yardımı olan süt tozundan yapılan sütü her gün içirirlerdi. Evimizdeki o güzelim keçi sütlerini bile içmezken sopa zoruyla iğrenerek içmek zorunda bırakıldığım o süt tozundan dolayı bir ömür süt içmekten nefret etmişimdir.
Bilahare çekirdek aile olarak büyük ailemizden ayrılıp Hısnı Mansura hicret etmiştik. Gerek köydeki dedemin ve ninemin şefkatini ve itibarını yitirmiş olmam ve gerekse şehir’de işsiz gezen babamın aile içi sıkıntı ve şiddetin biz çocuklara yansıması ve bizim şehir hayatına yabancı oluşumuz köydeki mekulat ve meşrubattan mahrum kalıp şehirdeki nimetlerden de nasiplenemememiz, önceleri bizim ailece yaz tatillerini dedemizin yanında Soğuksu Çeşme Yaylasında geçirmeye zorluyordu. Yıllarca bu gidiş gelişler tamamen şehre yerleşme şekline dönünce ben ailemden ayrılıp bütün yazları bazen ağabeyimle beraber dedemin yanında değerlendirirdim.
Dedem bir taraftan bizlere bir şeyler öğretmeye gayret ederken biz de diğer taraftan köyün bağından bahçesinden mekulat ve meşrubatından istifade ederdik. Şimdi dünyanın her tarafı hakkında bilgi ve malumat sahibi olarak o zamanlar oralardan başka hiçbir yeri görmemiş olmamız dedemin köyünün ve bahçesinin ve yaylasının sanki dünyanın en güzel yeri imiş gibi gelirdi bize. Rahmetli dedem bir yaz tatili misafir ettikten sonra kendi imkanlarına göre biriktirdiği paraları tasnif eder, iki buçuk liraları en büyük kuzenime bir liralıkları ağabeyime, elli ve yirmi beş kuruşlukları da bir keseye kor bize verirdi. O paralarla Şubat tatiline kadar idare eder tekrar 15 Şubat tatilinde dedeme giderdik. Aynı şekilde okulların tatil olup köyümüze gitmek için gün sayardık. O zamanlar yaz tatilleri dört aya yakın bir zamanı ihtiva ediyordu. Ben büyüyene kadar dedemin yatağında uyudum. Dedem o bölgenin şeyhi olduğundan bütün müritleri ona olağanüstü bir bağlılık gösterirlerdi ve hatta bazen onun miski amber koktuğunu söylerlerdi. Bende her zaman olduğu gibi her türlü riske girip gerçeği yansıtmayı bir vazifeymiş gibi telakki edip yahu niçin yalan söylüyorsunuz dedem şeyh de olsa bir insan ben geceleri onun yatağında yatıyorum sabahlara kadar karbon sülfür kokuyor dediğimde az kalsın dayak yiyordum.
Ancak dedem çok aydın ve hoşgörülü olduğundan benim her şeyi sorgulamamı ciddiye alır ve cevaplandırırdı. Birkaç defa yollarımız ayrılmış ve tartışmış olmama rağmen haklı olduğumu anladıktan sonra kesinlikle üzerime gelmezdi. Bütün şark kültüründe şiddet ve dayak her zaman başvurulan bir tabii çare görüldüğü gibi rahmetli dedem de hakk edenleri dövmekten kaçınmadığı halde benim hep dokunulmazlığımı korumuş ve bana değer vermiştir. Dedemin tekne kazıntısı ve ilk mektepli çocuğu olan Tekir amcamı şımartmış sürekli onun bütün evlatlarına tercih etmiş ve varını yoğunu ona hasretmişti. O da bu şımarıklığın verdiği tabii bir hak gibi rahmetliyi adeta haraca bağlamış. Dedem o zaman kimsenin otomobili yokken ona taksi satın almış o da bu araçla ne kadar fuziliyat varsa gezdirmişti. Ancak dedemi, yani kendi öz babasını, hasretinden yanıp tutuşarak öldüğü, Dersaadete götürmediği gibi onu sadece para kaynağı olarak kabul edip adeta haraca bağlamıştı. Gerçi bunu inkar da etmiyordu. Annesi ve babası öldüğünde onlar için üzülmüyorum, benim para pul kaynağım kesildi ona kahroluyorum demişti. Tekir amcamız bize zaman zaman elli kuruş harçlık vermekle birlikte, her fırsatını buldukça o zaman jet ilkokul öğretmenliği diye bir statüyü deruhte ettiğinden naşi bize sürekli kerrat cetvelini sorar, biz de korkumuzdan cevaplayamayınca hemen kulağımızı çeker tokadı basardı. Biz de, herhalde bu amcamız bizim büyük adam olmamız için elinden gelen gayreti sarf ediyor zehabına kapılırdık. Meğer bunların hepsi bahaneymiş adamcağızın canı bizi dövmek istiyormuş. Hep ona kılıf uydurup sopasını meşrulaştırmak gayretindeymiş. Zaman geldi geçti kocaman aşiretin ilk Ord. Prof. Dr.’u oldum. Tekir amca ve Tekir amca gibi öğretmelerimin, akrabalarımın hiç birisinin sesi soluğu çıkmıyor. Tesadüfen bir yerlerde karşılaşınca sanki hiçbir şey olmamışçasına bir sükunet hakim oluyor. Bizim şark kültüründe bu işler hep böyledir. Büyükler haklı olsun, haksız olsun her şeyinize, sosyal hayatınıza, tahsilinize, evliliğinize, kısaca aklınıza gelebilecek her şeyinize maydanoz olurlar. Sizi hep ulaşamayacağınız yerler için hakaret maksadıyla teşvik ve tahkir ederler. Özellikle size derler ki “Sakın ha adam olma, fakat kazara bir yerlere gelirsen de emrimizden dışarı çıkma bizim istediğimiz doğrultuda hayat seyrine devam et bizim istediğimiz taamla beslen bizim istediğimiz hatunla evlen bizim istediğimiz kadar çocuk sahibi ol. Bizim istediğimiz insanlarla konuş bizim istemediklerimizden uzak dur”. Bu istek ve arzuların ardı arkası kesilmediği gibi hangi akrabanıza yaklaşsanız öbürlerinin hepsi size düşman olacaktır. Sağlınızı feda etmemek için tek çarenin hepsine aynı mesafeyi koyup uzak durmaktan başka bir şey elinizden gelmeyecektir. Neyse bizler büyümüş idadiyi ikmal etmiştik.
Rahmetli dedem de emekli olmuş emekli ikramiyesini de bana ve ağabeyime düğün katkısı olarak vereceğini dillendirerek, başta büyük kuzenimizi de kefil tutarak aslında bu paranın harcanacağı yerin adını koyarak kendisine yok demeyi bir türlü öğretemediği oğlu Tekir’den kurtarma gayreti gösteriyordu. Amma nafile bir gün birde baktık ki Tekir amcamız bir jip kiralayarak köye gelmiş beraberinde arkadaşı olan zeyli sarışın noter beyi de getirerek zorla dedeme evrakı imzalatıp vekaletini alıp o parayı da cebine indirince zavallı dedemin içinde bulunduğu o halet-i ruhiye yi bir türlü unutmak mümkün değildir. Rahmetli dedem bir ömür verdiği o parayı ona kaptırmak istemediğini gibi oğlunu ve kendisini küçük düşürmek de istemiyordu. (Yaşı yetmişi geçmişti. O zaman din adamları istedikleri kadar çalışabiliyorlardı yaş haddi yoktu.) Zavallının elleri titriyor, kızarıyor, bozarıyor kararıyordu. Amcam kalemi babasının eline verip son kazanımını da elinden almak için son imzasını da attırınca dedem üzüntüsünden kahrolmuştu. Sonra misafirler gidince dedeme sakın ha üzülme mirastan mal kaçırmanın kimseye hayır getirmeyeceğini, amcamın ve onun gibilerin yaptıklarından pişman olacağını söyleyince hep beni tasdik etmişti. Ancak ağlamaklı bir şekilde “Tamam amma evladım size bir şey veremedim onun için üzülüyorum” deyince bende, “Bana mutlaka bir şey vermek istiyorsan bununla da mutlu olacaksan bütün maddiyatını onlara sarf ettin, bana da miras olarak manevi vekaletini bırakırsınız olur biter” deyince çok sevinmiş ve “Evladım tamam anlaştık. Ben emaneti hakka teslim ettikten sonra artık benim imzam senin imzandır. Benim mühürüm senin mühüründür.” Derken birçok şahit te oradaydı. Hatırladığım kadarıyla bu şahitlerden biri de eczacı ve balcı Mehmet Kirvedir. Vs. Gerçi bu alışverişte alan da veren de razıydı, anlaşma da imza altına alınmıştı. Fakat bunu duyan mirashorlar kahrından gebermişti. E kardeşim iki taraftan birini tercih ettiniz. Öbür tarafı da zaptı rapt altına alabilecek değilsiniz. Ne yapalım? Bu serencamdan sonra kimsenin söyleyecek bir şeyleri olmaması gerektiği halde bir de bakıyorsunuz ki bazı dalzekerler kendini şeyh ilan etmiş. Kardeşim dünya malını gasbetmek pek tabiidir ki sizin gibi zorbalar tarafından yapılagelen bir uygulamadır. Buna diyecek yoktur. Ancak ruhani mertebeleri bununla karıştırmayın. Süleyman Demirel’in dediği gibi “Arsama gecekondu yaptırtmam, eğer ısrarla yapacak olursanız belediye ekipleri evinizi, tahtınızı, tacınızı başınıza yıkacaktır. Haberiniz olsun. Sonra neden söylemedin demeyin ha!” Annemin tarafıma gelince hakikaten onlar da akıldan gayri musallah, çok özel yaratılmış geçimsiz ve fazlasıyla lüzumsuz varlıklardan müteşekkil idiler. Bizi her vesile ile köylüler geldi diye tahkir edip fırsat buldukça dükkânımın önünden niye geçmedin, niye sağa baktın, niye sola batın diye tokatlama fırsatı kollarlardı. Bilahare yaşımızı ikmal edip kendilerine mesafe koyunca da çılgına dönüyorlardı. Validemin şimaldeki biraderi tamamen ebleh olup; diğeri de zamanında medeni olduğunu göstermeye çalışırken bile her türlü gayri insanı ahlakına rağmen hiç olmazsa ona katlanıp validemin bir kardeşiyle dostluğumuzu sürdürme çabamıza bile dayanamayıp tesadüfen geldiği seküler konumu bahane ederek tam bizi ezmeye çalışırken hiç beklemediği anda sektere fiilinin emri hazırını çekerek ondan kurtulma şansına sahip olduk. Bu günlerde meclisten tartedildiğinden dolayı inim inim inlediğini, zırıl zırıl ağladığını duyunca tam kendisine yakışanı yaptığını, zavallı mahlukatın benimle akraba olma şerefine layık olmadığını beyan ettim. Haydi bakalım! “Leküm dini küm veliye din”.
Vakti zamanında Tekir amca da milletvekili adayı olmak için dedemden izin almaya köye gelmiş, hazırladığı evrak ve dilekçeyi babasına takdim etmiş, dedem M.S. Efendi de dilekçeyi alıp okuduktan sonra “Tamam seni benim mebusum olarak kabul ediyorum. Ancak hizbe veya Y.S.K. ya müracaatına icazet vermiyorum” demişti.
Etraftaki insanlar da bu tavrı hayretle izlemiş takdir etmişlerdi. Bu tavrın ne kadar isabetli olduğunu şimdi kendi akrabalarını bu kadar acımasızca istimal eden bir insanın mebus veya vezir olduğunda ne kadar suistimal yapabileceğini tahmin bile etmek istemiyorum. Bir dedem ağabeyimi merkeze almış, öbür dedem de beni tarafına almış ve bütün aile efratlarıyla adeta adı konulmamış bir psikolojik savaş yaşadıkları gibi hem de bize bunu uyarlıyorlardı. Ancak ben ve ağabeyim bütün bu oyunlara gelmeyip, gizlice birbirimizi kollamaya çalışıp, bu günlerin gelip geçici olduğunu, büyüyüp bu tezgahları kıracağımızı planlıyorduk. Bu esnada ağabeyim ara sıra büyüklerin etkisinde kalsa da ben kendi irade ve kararlılığımın dışına kesinlikle çıkmayıp hep geçiştirmeye gayret ediyordum. Bu serencamda her yaz ve kış tatilini köyde değerlendirmeye çalışırken heyecanla meyvelerin olgulaşmasını beklerdim. Çoğu zaman meyve ve sebzeyle karnımı doyurur, yemek yemezdim. Vaktaki meyveler olgunlaşır, zevkle taam faslına başladığımda bağ bozumu(Kergah) dönemine girilmiş, hayat daha bir anlam kazanmaya başlamış, üzümler toplanıp sıkılıyor, bir taraftan pekmezler kaynatılıyor öbür taftan pestiller ve kesmeler kesiliyor, ben de taze ceviz toplayıp içlerini iplere saplayarak sucuk imal etmeye başlıyordum. Hummalı faaliyetler sonucu ellerim boyanmış, kışa hazırlık yapıp mekulat ve meşrubat temini faslında heyecanlı günler yaşarken aniden yeşil derili jeep marka bir araba köye gelir. İçinden Tekir amca ve avanesi iner inmez: “Hayrullah nerede hazırlansın bir saat sonra şehre götüreceğim” der. Beni apar topar bulurlar, dedem de elime üç beş kuruş verir, bu hengâmede büyük emeklerle ürettiğim cevizli pestil sucuklarımı toplamak istediğimde hemen en büyük kuzenim Abdo önümü keser ve bana: “Sevgili Hayrullah bak bunlar daha taze, kurumaları gerekir, sen git kuruyunca ellerimle toplayıp sana getireceğim” der. O zalim jipe bindirilir Hısnı Mansur’a ve o hiç sevmediğim okula tekrar gönderilirdim.
Aslında beni sevdiklerinden değil, bir an önce o keyifli ortamdan koparıp tadımı kaçırmak için bu oyunlar oynanırmış. Çünkü aynı tezgah yıllarca oynandığı gibi, geride bıraktığım o güzelim sucuklarımın hiçbirini bana değil, Tekir amcaya gönderildiğine şahit olmuşumdur. Ertesi yıl beni yine sucuk yapmaya teşvik edip tekrar el koyma fasılları birkaç defa tekrarlandıktan sonra çocuk olmama rağmen bu boş ve sonuçsuz faaliyetten vazgeçmiştim. Mümin bir defa ısırıldığı delikten bir daha ısırılmaz ama ben çocuk olduğumdan naşi bu istimale birkaç defa malzeme olmuştum. Biz çalışmamızın bütünlüğü içerisinde yaptığımız gibi bu bölümde de isim yoğunluğundan çok iyi ve kötü örnekleri karşılaştırmalı olarak seyrimize devam edeceğimizden çevremizdeki zevatın neden benim adımı yazmadın demesinler. Aksi takdirde albüm yazmış oluruz. Hâlbuki bizim bütün gayretimiz sosyal ve psikolojik açıdan karakter tahlili yapmak amacını taşımaktadır. Okuyucularız buradaki yanlışları görüp yapmamaya, yine söz konusu güzellikleri de uygulamaya çalışarak bizim de vermek istediğimiz eğitim faaliyetinin meyvelerini toplamamıza vesile olacaklardır. Serencam defterimize şahit oldukça herkesin oynadığı rolü ve bu rolü nasıl benimsediklerini yaşayıp değerlendireceksiniz muhakkak.
Babam bir gün sevgili dostu isot Abuzer ile Ceberut amcamızın da bulunduğu bir mecliste onu kızdırmak için bir gün kalburcu çayının taştığını ve çaydan geçerken bir cinsi latif tarafından sırtlanarak karşı tarafa taşındığını duyduğunu bunun gerçek mi, latife mi olduğunu sorunca ortalık karışmıştı. Ceberut amca “kim bunları söylüyorsa neseb-i gayri sahihtir” deyip ağır bir tavır koyuyor, etraftakiler de bir tiyatro seyreder gibi gülüşüyorlardı. Yine Ceberut amcayla ilgili birçok hadise söz konusudur. Ancak ben onun sadece ve sadece eşeklerine muhabbet besleyip, vesile buldukça sulamaya veya başka işe koşarken binmeye gayret sarf eder kendisinden de ebu cehil den nefret eder gibi kaçardım. Çünkü onun ne zaman nasıl bir zarar vereceği belli olmazdı. Ya size bir tokat atar, ya bir angarya yükler, ya sigarasını kulağınıza tutar, ya gözünüze tütün saçarak yakar. Bunlardan hiç birisini yapamasa bile mutlaka size öyle ağır bir hakaret yerleştirir ve sürekli siz adam olamazsınız demeyi diline virt edinmişti. Vaktaki yaşımız olgunlaşıp kendimize geldiğimizde onunla muhatap olmamaya azami derecede gayret sarfetmişizdir. Çalap hepimizi görüyor. Şimdi düşünüyorum da bir insanın bu kadar sevimsiz olabilmesi için büyük bir bilim tahsilinden sonra başarılı olabileceğini, denaet için bayağı çaba sarf etmesi gerekir kanaatindeyim. Ben eğer aktör olsaydım ve bu rolü oynamam karşılığında büyük bir meblağ verilseydi, bu huysuzluklara bir film oynayacak kadar bile tahammül edip taşıyamayacağımı beyan etmek isterim. Bu zat başka bir köyde iskân eder kendine göre de kendisi gibi muhibbanı vardı. Bizim köye geldiğinde yaptığı ilk iş ise ezan-ı Muhammedi’yi kimseye kaptırmaması idi. Çünkü bu vesileyle dağınık olan köy ahalisinin onun geldiğini duyup kendisini ziyaret etsinler kabilinden. Neyse ben çocukken bu ezana istemeyerek çok maruz kalmışımdır. Ancak normal bir Müslümana bir ay süreyle bu ezanı dinletseniz ve bunu dinlemenin islamın ana rüknü olduğunu ifade etseniz, şüphesiz bu zat kesinlikle bu dinden hemen çıkar. Hakikaten o ezanı nefretî makamından okur, sizi çileden çıkarır. Zamanında köyümüzde beş yıl ilkokul muallimliği yapan çok nazik, kibar, sarışın ve yeşil gözlü mütedeyyin Mevlüt Efendiyi tahsilim vesilesiyle on beş yıl sonra Bolu Bahçelievler mahallesi Camlı camiinin arkasındaki evinde ağabeyimle ziyaret etmiştik. Bizi akşam yemeğine davet etmişlerdi. Bizimle köyümüzde geçen yıllarını anlattı ki, o zaman bizde köydeydik. Ortak birçok hatıralarımız olmasına rağmen bize tevcih ettiği ilk sorusu, Ceberut amca hala yaşıyor mu? O nefretî makamıyla okuduğu ezanları yine okuyor mu? Demişti. Biz de maalesef o işin hala yürürlükte olduğunu ifade edince bayağı üzülmüştü. Yaşlarımız ilerlemiş, ben yirmi, diğer kuzenlerim rahmetli Bereketle Necmettin de, Ceberut amcaya bayağı gıcık olduklarından görev dağılımı yapmış ceberut amcadan intikam alma faslını planlayıp, ben masrafları karşılamıştım. Bereket gece yarısı bol miktarda yumurta teminini gerçekleştirmiş, Necmettin de uyumakta olan amcanın üstüne başına yatağına ve hassaten bütün aza ve cevarihlerine çiğ yumurtaları kırmıştı. Gerçi ilk hamlede suçüstü yakalanan Necmettin’in yediği tokatlar onun ihalesini aldığı işi tamamlamasını gerektiriyordu. Çünkü Neco’nun hem canı yanmış hem de işe başlarken Yirmi lira almıştı. Faaliyetini tamamlayınca da Yirmi lira daha alacaktı, veren razı alan razı idi.
Ertesi gün kurban bayramıydı. Her zaman olduğu gibi Ceberut amca herkesten önce davranıp o nefretî makamıyla ezan okuyacaktı ki, bir ıslaklık duyunca ihtilam olduğu endişesiyle giyinip banyoya doğru hareket ederken birden üstüne başına baktı. Hele hele kaygana yapılmış gibi içindeki yumurta akıntılarının da farkına varmadan sarığı başına geçirince her tarafı berbat olmuştu. O günün şartlarına göre altın yıldız kumaştan yeni dikilmiş ceket, yelek, şalvar ve hülasa bütün giysileri berbat olunca biz de uzaktan zevkle izliyorduk. Adamcağız düşmanını iyi kestirmiş olmalı ki, bu işler Hayrullah’ın işleri deyip seb ediyordu. Biz korkumuzdan köyü terk edip amcamız köyden uzaklaşana kadar yaylada kalmaya devam etmiştik. Rahmetli dedem henüz hayatta idi. En büyük oğluna yumurta festivali uygulamamız onun da hoşuna gitmişti. Bu olayı hatırladıkça bütün aşiret kahkahayı basıyordu. Gerçekten Ceberut amca çok jakoben ve statükocu olduğundan ötürü bu şakayı o zamanlar benden başkası da yapamazdı.
Kuruyayla köyü güneydoğu toroslarının tepesine konuşlandırılmış hayat ve iklim şartları da kendisi gibi çok çetindi. Kışları çok sert geçer, metrelerce kar yağar, çığ felaketleri olurdu. Orman köyü olmasına rağmen yazın da çok sıcak olurdu. Bütün dağlarda yoğunlaşmış taş ve granit kütleleri sıcağı yansıttıkça etrafı bunaltırdı. Kışın bol miktarda su bulunduğundan dereler kabarır ancak yazın yaylalar dışında ciddi su sıkıntısı çekilirdi. Demek ki suyu emecek toprak yapısına sahip olmayan bölgesel karakter durumu ayarlayamıyordu. Neticeten bu sert ve zor hayat ve coğrafyanın yetiştirdiği insan yapısı da aynen yaşadığı bölgenin karakteristiğini yansıttığından dolayı köyde hemen hemen her gün kavgalar olurdu. Karadenizdeki köyler gibi dağınık olduğundan ötürü insanlar ancak Cuma ve bayram namazları vesilesiyle bir araya toplanırlar birbirlerini daha namazdayken kestirir bu fırsattan istifadede bir bahane bulup saldırıya geçerler. Bütün köylü haklı olsun haksız olsun kendi akrabalarının tarafını tutar adeta tarihteki meydan muharebeleri gibi taş sopa ve kaba kuvvet kullanılır. Mümkün mertebe silah kullanılmaz, ortalık kan revan olurdu. Ertesi gün jandarma uzatmalı çavuşu iki erle gelerek kuzu gibi hepsini toplar götürür bütün ceza-i işlemler ve mahkemeler tamamlandıktan sonra herkes köyüne döner ve bir süre dinlenildikten sonra aynı hikaye tekrar eder. Bizler de çocuk yaşta olduğumuzdan köy meydanına hakim olan dedemin penceresinden bütün kavgaları izler kendimizi adeta Yeşilçam’da çekilen filmleri seyrediyormuş zannederdik. Ancak bu lüzumsuz olaylardan nefret ettiğim için sürekli ifade etmeye çalıştığım gibi hep jandarma başçavuşu olmak istemişimdir. Çünkü o kadar edebsizlik yapan insanların nasıl başefendi deyip teslim olmaları beni hep rahatlatmıştır. Bu vesileyle bu millete hizmet eden adil başefendilere selam olsun. Yine köyümüzün orman köyü olması, efsaneye göre de Hz. İbrahim’i yakmak için Nemrut’un bizim köyün hallof ormanından odun taşıttığı anlatıla gelirdi. Çünkü hakikaten burada dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan çok büyük ve kaliteli meşe ağaçları vardı. Orman teşkilatı bunların hepsini tıraşlatıp o zamanlar yol da olmadığından deve kervanlarıyla şehre taşımalarını hiç unutamıyorum. Deve kervanları yüzlerce devenin zincirlerle birbirine bağlı oldukları halde sarı, siyah vs. develer ve yavruları boyunlarındaki zillerden sesler çıkararak yol alırlardı. Bazen de develer zincirlerini kırar yola revan olmaz etraftaki otlarla beslenirlerdi. Deveci Yörükler geri döner onları götürmeye çalışırlardı. Bu hengâmede kadın çoluk çocuklar yolun öbür tarafına geçmekten imtina ederler çeşmeye bile gidemezlerdi. Bu katledilen ormanların muhafaza edilemeyişi ve yeni çıkan filizlerin keçiler tarafından kemirilmesi zamanla bölgeyi çölleştirmiştir. Bu da yanlış politikaların sonucuydu. Çünkü o zaman TEMA gibi gönüllü ve bilinçli kuruluşlar ve de insanlar yoktu. Binaenaleyh bir de devletin Ceberut ve Jakoben havası, söz konusuydu. O zamanlar eğitim seviyesi de sıfır olduğundan kimsenin yanlış politikaları eleştirme diye bir lüksü olamazdı. Geçenlerde büyük şehirlerimizin birinde budama bahanesiyle asırlık çınarlarımız tepeden vurulmuştu. Bu kadar aydın içerisinden ancak bir profesörümüz bu uygulamanın yanlış olduğunu televizyonlardan ikaz ve tembih edebildi. Yani bizim toplum yapımız hep ululemre itaat ifadesiyle şekillenmiştir. Ancak eleştiri ve öz eleştiri geleneği daha yeni yeni yerleşmeye başlamaktadır.
Eskiden, bundan Kırk yıl önce, büyüklerimiz bize evlat, her gördüğün insanı Hz. Hızır bil diye tavsiyede bulunurlardı. Biz de bu tavsiyeye aynısıyla uyduğumuz gibi, hatta işi biraz daha ileriye götürür kendimizden büyüklere yaşına göre ağabey, amca, dayı, teyze, hala, dede derken küçüklere de yavrum, evladım, çocuğum, akranlarımıza da kardeş derdik. Demek ki o zamanlar biz millet olarak kendimizi bir aile kabul edip, aile fertlerimize nasıl hitap ediyorsak bütün muhataplarımıza da bu şekilde ve duygusal bağlarla bağlıydık. Ancak günümüzde kendi çocuklarımızın “Aman ha her gördüğünüzü hınzır olarak kabul edin, ancak bu hınzır Hızır çıkarsa onu da bahtınıza yapılan bir lütuf olarak kabul edin”. Yine çocukluk dönemini ihya etmeye çalışırken şehirdeki dedem ve büyük ailesi ağabeyimi, Hüseyin Muharrem beyi benimsemiş, onu kendilerinden bilip, beni de tamamen dışlayıp, “ulan köylünün oğlu” deyip hakaret üzerine hakaretler savururken benim için şehirdeki dedemin evine gitmek adeta bir kabus olmuştu. Şehirli dedem fazla aşırı gitmeyip birazcık şefkat göstermesine rağmen, Dayılarım teyzelerim ve Ceberut Anne annem bana her türlü zulmü dini ve mili bir vazife olarak uyguluyordu. Ağabeyim her zamanki gibi kibar ve cılız olduğundan ona taş fırınlarda özel ızgara ve kebaplar pişirir karşımda yedirirlerdi. Bende sesimi çıkarmadan seyrederdim. Ağabeyimin buna tahammül etmez gizlice bir fırsatını kollayıp bana taam ettirirdi. Ben kurtuluşu bir an önce bana itibar ve alaka gösteren köyde ikamet eden baba annem ve müderris dedemin yanına avdet etmekte bulurdum. Bir bayram arifesinde şehirdeki dedem ağabeyimi her zaman ki gibi giydirmiş güzel elbiseler almıştı. Köydeki dedem de bütün torunlarına bayramlık bir şeyler temin etmiş beni de ihmal etmiş veya unutmuşlardı. Tam Altı yaşındaydım. Büyük aile tiplerinde, babaların çocuklarına sevgi göstermeleri ayıp olduğu gibi, onlara giysi almaları da çok ayıp karşılandığından bütün ihtiyaçları evin reisi olan dede ve büyükannelerin temin etmesi geleneğinden ötürü benim bayramlık sahibi olmam bir türlü nasip olmadı. Yaşlanmış olmama rağmen bayramları hala sevemedim. Çünkü çocukluğumda hakkım olan bu bayramlıklar bir türlü nasip olmamıştı. Bayramlarda tenha mekanlara gidip kimseyle bayramlaşmaya maruz kalmamaya hep gayret etmişimdir. Bayramlık gerçeğinin ne kadar önemli ve kalıcı arazlar bıraktığını bilen birisi olarak gerek kendi çocuklarıma ve gerekse çevremdeki çocuklara bu imkanların sağlanması için hep harcama yapmaya gayret sarfetmişimdir. Ertesi gün gelip herkesin bayramlıklarını giydiği bayram günü büyük ailemizin tek bayramlık giyemeyen çocuğu olmanın verdiği buruklukla herkesin içinde dedemi protesto ederek, “Dede bak bu çocukların hepsi senin torunların ama ben ise senin malum zurnanım” demiştim demesine ancak başta dedem ve hazirun böyle küçük bir çocuktan böyle ağır bir espirinin zuhur etmesi herkesi güldürüp kendinden geçirmiş ayrıca bu sözüm bir darbı mesel olmuştu. Dedem ömrünün sonuna kadar gelen giden bütün ziyaretçilerine beni gösterip “bakın bu adam var ya çocukken bana böyle ağır bir ihtarda bulundu. Ama çok haklıydı. Demek ki adam olacak çocuk her tavrıyla kendisini ispatlıyor, kendini belli ediyor.”demişti. Çevresindekilere Hey! Yaşlı kalabalıklar bakın yaşım henüz küçük ama burada ben de varım. Küçük elbiselerin içinde bir dev duruyor ama siz onun farkında bile değilsiniz. Demek ki peygamberimizin yaptığı gibi çocukları dikkate almak onlara gereken sevgi alaka öncelik ve dürüstlüğü sunmak gerekir. Yoksa bu çocuk büyür bir seviye kesp eder ve bu yanlışlarınızı kitaplaştırır, kıyamete kadar kalıcı olacak bu bilgiler sizi sıkıntıya sokar bizden söylemesi. Yeri gelmişken ifade etmek gerekir ki, bu insanoğlu öyle zalimdir ki, ihtilam olayını bile başkasına fatura eder. Anadolu da ihtilam olan bir insan uykudan uyanır uyanmaz beni şeytan aldatmış diye bu normal fizyolojik hadisenin faturasını bile o melun şeytana çıkartır bizim adil olmamız düsturu, mağdur ve mazlum duruma düşmüşse şeytanın bile hakkının inkar edilmemesi yönünde olmalıdır. Binaenaleyh hacc’da bile sembolik olarak taşlanan şeytanın yerine nefislerimizin yanlış eğilimlerini taşlamamız gerektiği kanaatindeyim. Yoksa Erzurumlu hacının yaptığı gibi şeytan taşlarken yaptığı çirkinlikleri şeytana fatura etmesi şeklinde tezahür etmemeli. Pek tabiidir ki şeytan Tanrıyla mücadelesinden dolayı Yüce Çalap ve onun mahluklarına karşı bir savaşım içerisindedir. Adeta o kendine göre bir görev ifa etmektedir. Biz insanlar olarak ta onun tuzağına düşmeme gibi bir vezaifimizin olduğunu unutmamalıyız. Yoksa şeytana bile iftira etmek diye bir hakkımızın olmadığını unutmamalıyız.
Köydeki tatillerimi ihya serencamımda insanlarla ve çevreyle ciddi bir içtimai tesanüt içerisinde bulunmamdan ötürü herkesle haşır neşir olur , her şeyi tartışır ve her şeyi öğrenmeye çalışırdım. Bu vesile ile sosyoloji, hayvan sevgisi ve çevre şuuru dolayısıyla aynı zamanda bir tarım ve orman köyünün uğraşılarını yakından takip ettiğimden bütün bitki, ağaç ve hayvanlarla ilgili alakam ve bilgim sürekli meyve ve süs bitkilerini ekme, aşılama meyve toplama merakımı tespit eden dedem beni hep takdir etmiş, “Sen ilerde iyi bir ziraatçı olacaksın” derdi.
Farklı kültürlerden izdivaç sonucunda, babam köylü annem şehirli sürekli bir tartışma ve istihza vesilesi. Biz çocukken şehre gittiğimizde köylüler geldi diye hakaret faslı, yine aynı şekilde köye dönünce şehirliler geldi diye hakaret faslı kültürler farklı yemekler farklı diller farklı hayat tarzı farklı özetle her şey farklı.
Peygamberimize sorulduğunda “Kızını o kabileye verme orada zorluk çeker, çünkü onlar akşamdan kalan yemekleri yedikleri için kerimen zorluk çeker” hadisi bizim hayat tarzımızı özetliyordu. Her Türk ailesinde olduğu gibi anneler baba tarafına babalarda anne tarafına büyük husumet beslerler. Bazen bunlar fiiliyata geçirilir. Ve büyük aile tipi çocukların bazı avantajlar yanında büyük dezavantajları ve haleti ruhiyenizin bozulmaması için hiçbir sebep yoktur. Hele hele geleneksel cahiliyenin uygulanması ta dedemiz kamdan kalan şaman adetleri inadına bir din ve kültür olarak uygulanır, çocukken altımızı ıslatmamanız için kıçınızın ateşle yakılarak sakın ha bir daha uykuda yatağa işersen yine yakarım demelerini unutmak mümkün değil. Bu uygulamayı her halde tarihteki işkencecilerden başkası yapmazdı. O yanıkların verdiği ızdırap korkusundan uyumamaya çalışırsınız. Ama nafile rüyanızda tuvalette olduğunuzu zannedip rahatlıkla ve huzur içinde işersiniz. Ancak uyandığınızda fizyolojik olarak yatağa işediğiniz için felaketiniz yine gelmiştir. Acımasızca poponuza köz ateşini maşayla basan anneyi, büyüdüğünüzde içtenlikle sevmeniz mümkün mü? Eğer kutsal kitap onlara destek vermeseydi bunların hiç birisi rağbet görmezdi.
Aşiret kültürünün verdiği mecburiyet neticesinde zavallı babam sürekli sünnet olacak çocuklara kivre olur. Kivrelik tekliflerini reddedemez. Kendi bölgesinde eşraf kabul edilmesine rağmen ekonomik vaziyeti iyi değildir. Kivrelik masraflarını borçlandıkça borçlanır, bu alışkanlık adeta kumar gibi sarmıştır onu. Ailece kendisini ikaz etmemize rağmen babam binlerce kişiye Kivre olmuş onun getirdiği sorumlulukları hepimiz yerine getirmeye çalışmışızdır. Kivreliğe giderken bizim ailece davul zurna eşliğinde silah sesleriyle karşılanmamız özellikle babamı psikolojik olarak rahatlattığı halde ben hep kendimi Afrika’daki kabilelerin birer mensubu olarak kabul etmiş, nefis muhasebesi yapmışımdır. Sonuçta bu kivrelik işlerinde babam sürekli kullanılıp borçlanmış hep bunun sıkıntısını çekmiştir biz de ailece etkilenmişizdir.
Hastalanınca doktora gitme imkanı da geleneği de yoktu. Soğuk bir kış günü boğmaca (Hırlavuk) olunca da hemen Süryani mahallesine götürülüp o yaşlı Ermeni kadının paslı ve titrek ellerine emanet edilirdiniz. Göğsünüze jileti üç defa saplar, çizerek keserdi. Zaten korkunuzdan iyileşirdiniz. Maalesef babam biz Altı kardeşimi de o kadının paslı jiletine maruz bırakmıştı. Son kardeşimizi de o kadına götürüp çizdirmişti. Ancak bu defa çok derin kestiğinden kardeşimin atleti ve gömleği al kanlara boyanmıştı. Babama ulan zalim herif bu haltı işlemekten bıkmadın mı? Deyip en ağır hakaretlerde bulundum. Babam biz Altı çocuğunu çizdirdikten sonra işin vahametini anlayıp tamam oğlum artık anladım bundan sonra kimseyi götürüp Ermeni kadına çizdirmem deyip yemin içince bende “Ya hu baba! sen kendi çocuklarını Afrika’daki kabilelerin yaptığı gibi bu lüzumsuz kurallarını uygulayarak çizdirdin. Başka çizdirecek kimsen kalmadı. Ama eğer ilerde benim çocuklarımdan bahsediyorsan onlar üzerinde hakimiyet kurmana asla ve de kat’a sana ve senin gibi ecdadıma söz hakkı vermeyeceğim deyip ayrıldım. Küçük kardeşimin göğsündeki o derin yaranın izi hala bellidir. Takdir sizin.
Büyük ailemizle beraber yaşadığımız dönemlerde bölgenin en itibarlı ve en iyi imkanlarına sahipken eğitimimiz için birde en önemli ve gizli sebeplerden biri olan validemizin kendi memleketi olan şehre avdet etme projesi ağır basıyordu. Köyümüzün şehre ilk göç eden ailesi olmamız hasebiyle şehre işi düşen herkes evimize misafir olurdu. Biz çocuklar da evimizin şenlenmesi ve eski tanıdıklarımızın gelmesinden dolayı çok sevinirdik. Babamız da köylü olduğundan ötürü misafir ağırlamayı çok sever bundan büyük bir haz duyardı. Çünkü dedemizin evinde her gün yüzlerce insan yatılı olarak ağırlanırdı. Bu işlem artık onların vazgeçilmez bir hayat üslubu olmuştu. Dedemgilde özel misafir ağırlamalar dışında da misafirsiz taam, mekulat ve meşrubat eyleminde bulunmak çok ayıp kabul edilirdi. Gerçekten bu bir Türk geleneği olduğu için köylerimiz bu geleneği halen sürdürmeye çalışıyorlar. Şehirli kültüründe ise Alman usulü hakim olup herkes kendi hesabını öder, burada ikram faslı artık tamamen rafa kaldırılmıştır. İşte Annem de bunlardan biriydi. Misafirden nefret eder her türlü saygısızlığı reva görmekten kaçınmazdı. Bu anlayış ve hayat üsluplarındaki farklar sürekli çatışmalara vesile olmuş sürekli huzursuzluklar yaratmıştır. Ben şahsen ebeveynime karışmamayı prensip olarak benimsediğim halde içimden hep babamı desteklemişimdir. Annem de bunu hissettiği için bana buğuz beslemiştir. Ben de babamın mensubu olduğu kültürün bir mensubu olmaktan şeref duyup yıllarca bu misafir ağırlama ve herkesin derdiyle dertlenme geleneğini gurbetteki imkânsızlıklarıma rağmen sürdürdüğümü ifade etmek isterim. Pek tabidir ki ikram Allah için yapılır. Karşılığı da ondan beklenir. Ancak kendisine yıllarca hizmet verdiğiniz insanların fırsatını yakalar yakalamaz size buğuz beslemelerini annemin haklı olduğu şeklinde yorumlamaya beni zorlamaktadır dersem hoş görmenizi istirham ediyorum. Şehirde evini yapan Azo adında bir köylümüzün yıllarca bize misafir olduktan sonra kendi mekanına taşınıp bize mesafe koymasını hiç unutamıyorum.
Evet büyük ailemizden kopup Hısnı Mansur şehrine hicret etmiş eski imkanlarımızdan kopmuş çekirdek bir aileye dönmüştük. Bütün ihtiyaçlarımızı yazın köyden temin ediyorduk. Bende köyde mazı toplayıp şehirde tuzla trampa edip bir yıllık tuz ihtiyacımızı karşılardım. Fakat babamızın sürekli bir işi olmadığından sıkıntılarımız söz konusuydu. Neticeten Anadolu’nun aşırı mütevazi bir aile profilini çiziyorduk. Bizde Ağabeye paşam denirdi. Paşam H.M. Feyzullah Efendi edepli, terbiyeli, nehafetli, zeki, çalışkan, büyüklerine aşırı hürmetkar, küçüklerine başta bana aşırı hamiyetkar ve özetle bir mazlumiyet abidesiydi. Bir ömrü hep bu üslupla ihya etmiştir. Bütün okullarını iptidaiye, rüştiye ve idadiyi ve üniversiteyi hep birincilikle tamamlamış sürekli iftihar belgeleri alan herkesin, bütün şehrin dikkatlerini üzerine çeken Sabahattin Hocamızın ifadesiyle o bir güzel insandı.
Bütün akrabalar komşular tanıdıklar, eş dost ve onun sınıf okul arkadaşları hepsi onun hayranıydı. Hele hele cinsi latifler onu görebilmek için onunla konuşabilmek için yarışır onu hep rüyalarında görürlerdi. Vakit gelip gurbete çıkma faslı başlamış okulu birincilikle bitirdiği için yeni kurulan Hacettepe Üniversitesi ona telgrafla üniversitelerinde talebe olarak okuması için davetiye göndermişti. Malum imkanlar içerisinde Engürü’ye vasıl olmuş Sosyal ve İdari Bilimlere kaydolmuş ve ailemizin ülkü kişisi artık bizden ayrılmıştır. O zamanlar telefon imkanı olmadığından ötürü sürekli mektuplaşır haberleşirdik. Ancak paşamla yaz ve kış tatillerinde bir araya gelebilirdik. Beş yılda böyle geçtikten sonra paşam bahriye zabiti olmuş, Gölcüğe atanmıştı. Benim de canımdan çok sevdiğim paşama yakın olabilmem için tek çarem vardı. O da her ne şekilde olursa olsun mutlaka iyi bir eğitim alıp hayat üsluplarımızı ve bu vesileyle beraber yaşamamızı sağlamaktı. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaya karar vermiştim.
Fazla başarılı bir öğrenci olmamama rağmen gemileri yakıp ağabeyimin peşine düştüm, gurbet yollarında uzun bir mücadeleden sonra aynı ortamı tam yakalamışken o bir sıçrama daha gerçekleştirerek tebdili mekanı seyran eyleyince Allah telefonlarımızı kesmesin sağlık ve afiyet versin deyip her gün görüşmeye devam ediyoruz. Ağabeyimi tanıyanlar onun kesinlikle doğulu olduğuna inanmaz onun gerçekten bir İstanbul beyefendisi olduğuna kanaat getirir, onun bir bankayla münasebeti gereği telefonla konuştuğu bir cinsi latifin kendisine “ Ne olursun, seninle bir defacık olsun görüşelim. Ben ömrümde İstanbul Türkçesini bu kadar güzel konuşan kibar bir beyefendi görmedim” demesi çok meşhurdur. O gençliğinde beyaz üniformasıyla gezerken adeta cinsi latiflerin saldırısına maruz kalırdı. Ben çok başarılı biri olmamama rağmen onu örnek alıp onun dua, tavsiye teşvik ve himayelerinde bulunarak bu noktaya geldiğime inanıyorum. O bu konuda öyle etkili olmuştu ki benim çalışmalarım esnasında sabahlarken açık olan ışığımı uzaktan gözetler telefonla arar yeter artık uyu diyerek aşırılıklarımda da frenlemiştir. İleriki yıllarda beni ve ağabeyimi tanıyanlar hep bize affedersiniz siz üvey kardeşler misiniz? Niçin diye sorduğumuzda da o çok medeni ve kibar olduğu halde ben daha kaba ve onun yanında çok bedevi kaldığımı itiraf etmek isterim. Pek tabiidir ki şehirde sosyalleşmekle köyde büyümüş olmanın farkı hemen tezahür ediyordu. Kıymetli refikaları ve evladı Said’leri ile mutlu bir hayat sürmelerini dilediğimi arz ediyorum.
Hayrullah Şanzumi ise ailesinin ikinci çocuğuydu. Hayrullah küçük yaştan itibaren köyle şehir hayatını ve ortamını birlikte yaşayarak senenin bir kısmını köyde bir kısmını da şehirde geçirerek ön şartlı olmadan, kimseye teslim olmadan her insanın ve her varlığı denemeden hakkında kesin yargıya varılmamasını esas alarak ailem ve çevrem dahil her kese temkinli yaklaştığımı çocukluktan beri hayatımın her diliminde gözlem, muhakeme ve tedbir üçgeninde faaliyet göstermeye çalıştığımı ifade etmek istedim. Bu güne kadar bütün çevreme aynı formülü uygulamayı esas aldığımı ve bu süzgeçten geçirdiğim mahlukata gereken tavrı aldığımı ifade etmek isterim. En çok kızdığım yapının tavırsız insan yapısı olduğunu ve çağımızın felaketinin de bu olduğunu herkes bildiği halde aman ha bana ve yedi sülaleme torunuma hiçbir şey olmasın diye kimseye, hiçbir yanlışa tavır almadığı gibi bütün güç lobileriyle de gizlice flört edip ben sizdenim, sakın ha beni nimetlerinizden mahrum etmeyiniz deyip temennilerde bulunan mahlukatın emaneti teslim etmenin vaktinin yakın olduğunu hiç akıllarına getirmeyip cenaze törenlerinde bile kulis atan insan tipiyle elimden geldiği kadar konuşarak yazarak çizerek ama asla içimden buğzetmekle kalmayı kurtuluş çaresi olarak görmeyen bir insanı fakirim ben, işte hepsi o kadar.
Bugüne kadar hiç kimseye durup dururken sataşmadım. Vatanıma, milletime, bayrağıma, dini ve mübin-i İslam’a ve ulu önder M.K.Atatürk onun büyük emanetine ve özlük haklarıma tecavüz etmek isteyenlerle oldu kavgam. Ve böyle de devam edecektir.
3. kardeşim Letafet hanımın daha küçük yaşta vuku bulan izdivacı beni sarsmıştı. Çocukken hep sürtüşmelerimize rağmen onun gelin olarak evden alınmasını hazmedemediğim için evi terk etmiştim. Neyse ki damat bey dedemin sevgili bir talebesi olduğundan ve kendisine dedemden bir tokat yemesini sağlamış olmam ve köyde çocukken arkadaşlık yapmışlığımız ve üçüncü nesil yeğenlerinize sahip olmamız bizim ayrılığımızı hafifletici nedenlerdendi. Yeğenlerimiz
a) Tanrı Işık’ı korusun her istediği her mutluluğa kavuştursun
b) Bücüre tabip oldu. Kendisine başarılar diliyorum.
c) Emin de inşallah mühendis olarak hizmetlerini sürdürecek kendisine gayret bizlere de dua faslı. Emin Efendi biraz sabır ha gayret, ha gayret.
d) Dosta gelince birden Asitane’de karşıma çıkıverdi. Bir süre sonra Zeynep Kamil’e firar eyleyip tekrar kontrol merkezine Hacıosmanoğlu Apartmanında sakiniyet destur ha destur. Altı yıl ve icazeti tababet Hısn-ı Mansur’a sürgünüyet ve Engürü’de ihtisasat bilahare belki Dersaadet. İnşallah.
4. kardeşim Revake, Yüce Çalap yüzünü güldürsün sen gerçekten ehli hizmetsin biliyorum. Başında dişleri sökülmüş bir zom it ve yanında iki tane it oğlu it var kolay gelsin!
5. kardeşim Geylani sen gerçekten hayata çok büyük ülkülerle ve gayretlerle başladın; hiperaktiftin, ebeveynin seni değerlendiremedi göze geldin. Kardeşim ancak her şeyin hayırlısı bizim için neyin hayırlı olduğunu kestiremeyiz. Belki de şimdi önemli mevkilerde bulunup istemeyerek birçok yanlışa imza koymak mecburiyetinde kalacaktın sana nasihatim biraz da tevekkül! Ancak seninde suçun yok değil! Sana bir ömür hizmet etmekten başka hiçbir suçum olmadığı halde bu ne haset bu ne gadap bu ne azap. Hani seninle Altınoluğa tatile gittiğimizde bir çocuk başıma büyük bir taş atmıştı. Dünyamı karartmıştı. Zevkten dört köşe olmuştun. Neyse ben bunlara bir sünger çektim derken zaman zaman Asitane’ye geldiğin halde beni sormadın. Özetle şimdi sen tam bir kırık plak misali bir ömür ve her gün ve her saat başkalarına beddua edeceğine kendine dua edip çalışsaydın gelemeyeceğin hiçbir nokta olamazdı. Bir ömür hep yapsaydım etseydim yapacaktım yapardım ederdim olurdum diyeceğine otur da tevbe istiğfar et. Kendi işine bak. Hısn-ı Mansur’da ağırlaşıp hastaneye kaldırıldığıma şahit olduğunda bana olan adavetini unuttuğunu zannediyordum. Demek ki yanılmışım. Kardeşim eğer seni mutlu edecekse hemen bu gece Rus ruleti oynamaya başlıyorum. Haberin olsun Çalap insaf versin.
6. Bızdıkı şerife gelince o bir tekne kazıntısı olup her safhasında kaliteli bir tedrisattan geçmesi için üzerimize düşeni yaptıktan sonra kaliteli bir eğitim öğretim ve sürekli fır hattı çektin. Emek, gayret, gurbet meyvenizdir Beyza ya merhamet faslı ve uzun yıllar Dersaadette ikamet etmesine ve evinin yakınlığına rağmen sadece ve sadece eğitimiyle ilgili bir işi düşerse ya kısa bir telefon ya da refikası, o da olmazsa kayınbiraderleri ile sınırlı sorumlu soğuk ve sayılmış birkaç cümleyle meramını ifade ettikten yarım saat sonra geldiği yere avdet eder canın sağ olsun. Sağlıklı ve mutlu olmandan başka bir temennide bulunmuyorum. Tekne kazıntısına haydi hayırlısı!
Sırasıyla Hısnı Mansur iptidaiyesini, bilahare huteba rüştiyesini ve eimmei huteba idadisini yani meslek lisesini, ondan sonra da normal lise tahsilimi memleketimde ikmal ettim. Bu esnada dönemin eğitim öğretim faaliyetlerinin genel karakteri olması hasebiyle mekteplerde olağanüstü bir ceberut uygulama estiriliyor. Dayak ve hakaretin her türlüsü tabii bir eğitim faaliyeti olarak telakki ediliyordu. Bazen sevimli muallimlerle karşılaşmamızın şans eseri olması genelinin iyimser ve hoşgörülü olmaması hasebiyle isimlendirmekten imtina ediyorum. Bu süre içerisinde bize buğz ve zulüm yapanlara da hakkımı helal etmiyorum. Okul arkadaşlarımdan Salih Yücel dışında hepsinin dostluk çizgilerinde hep zik zaklar tespit ettiğimden dolayı onlardan da bahsetmek istemiyorum. Salih bey hakikaten zeki çalışkan dürüst vatanı ve milleti ve hatta insanlık için yapabileceği her şeyi yapan hatta bana da manevi desteklerini esirgemeyen kaliteli bir insanı kamil müftülük, Avustralya ve A.B.D.’de büyük elçiliklerimizde hizmetler ifa etmiş bizi en güzel bir şekilde hep temsil etmiştir. Kendilerine minnetlerimi arz ediyorum. Şevket Özdemir, Hasan Beşo, Abdülkadirler, Yağımlı, Müsürkanlı Abdurrahman ve sivil arkadaşlarımdan kebapçı Faik usta vs.
Liseyi bitirene kadar çevremden iyi iltifatlara mazhar olurken, Üniversite sınavını kazanamayınca birden çevremdeki insanların gerçek yüzleri görünmeye başlamış ve benimle istihza faslı başlamıştı. O zamanın şartlarına göre Üniversiteye hazırlanma kursları yoktu. Sadece büyük şehirlerde mümkündü. Ona da paramız yetmezdi. Onun için çareyi kendi köyümde vekil ilkokul öğretmenliği yapmakta bulmuştum. Ben üçüncü sınıfı, Şevket te Dördüncü sınıfı okutuyorduk.
Eskiden bana itibar eden ve benden önemli bir tahsil yapmamı bekleyen akrabayı taallukat maskesini düşürmüş her gün beni tahkir ediyorlardı. Tam Üç Yüz Elli T.L. maaş alıyordum. Dedemde kaldığımdan dolayı hiç masrafım olmuyordu. Elli T.L.’si ni harcayıp öbürünü bankaya yatırıp önümüzdeki yıl üniversiteye gidip orda harçlık yapmayı planlıyordum. O zaman kuzenim olan Ahmet adında bir zat bu parayı kendisine vermemi kendisinin bir buzdolabı alacağını bana tekrar taksitle ödeyeceğini söylemiş, bende kabul etmeyince beni evinden kovmuştu.
İşte tam otuz yıldır onunla muhabbetim söz konusu değildir. Çünkü ben biliyordum ki giden parayı tahsil etmek mümkün değildi. Kaldı ki o zat o zaman iyi bir memuriyette bulunuyordu. Tam benim üç katım maaş alıyordu. Ben bu zaman diliminde bir taraftan talebelerle ilgilenirken bir taraftan köylülere ilaç yardımı vs. yaparak zamanımı değerlendirip Dedemden de köyümden de ayrıldım. Bilahare dedem rahmetli olunca da ne köyüme nede akrabalarıma bir daha dönmeme kararlılığını sürdürdüm. Üniversiteye başlayıp bir yıl devam ettikten sonra tekrar çeşitli sebeplerden ötürü inkıtaya uğrayan tahsilimin fetret döneminde tekrar Hısnı Mansura dönüp şehir emaneti müessesinde hukuk işleri katipliğini deruhte edip burada da bürokrasiyi, çarkı, insanları ve bulunduğumuz yerin bir istikbal vaat etmemesi dolayısıyla artık ne şehrinizde ne köyünüzde ve nede kendi ebeveyninizin yanında değerinizin olmadığını bir fazlalık olduğunuzu fazlasıyla hissettikten ve insanoğlunun bu gizli ve girift çirkinliğini ve münafıklığını tekrar tekrar yaşayınca aynı insanların size değişik iniş ve yokuşlarda farklı davranışları herkesin kolay kolay edinemeyeceği bu hayat tecrübeleriyle donatıldıktan sonra aslında bütün sevgilerin yapay olduğunu anlayıp gemileri yakarak bir daha dönmemek üzere gurbet faslı keriminin kucağında bulduk kendimizi.
Bu esnada Eimme-i huteba idadisinin müdürü Kuşzade Mehmet Efendiyi telefonla arayıp İzmir Y.İ.E.nün yöneticisi olduğumu on tane talebe göndermelerini rica etmiştim. Mehmey Efendinin yakın dostu olan kuzenim Ahmet’le birkaç toplantı yapıp benden sır gibi sakladıkları bu hizmetlerine beni layık görmedikleri halde bir grup arkadaşımı İzmir’e gönderme kararı almışlardı. Ben de hergün garaja gidip bu adayları bulup kendilerine eğer İzmir’e sınava gidiyorsanız bu bir şakaydı bunları ben aradım boşuna gidip masraf etmeyin dediysem de onları ikna edememiştim. Öyleyse hiç olmazsa bu güzel şehrimizi görüp gelirsiniz diyerek sorumluluktan kurtulduğum gibi kuzenimin hainliğini de tespit etmiştim. Zaten müdürün de ondan farkı yoktu. Vakti zamanında zavallı bekçinin sicilini bozmuş olduğu gibi bilahare yakalandığı amansız bir derde düçar olunca da utanmadan gelip kendisinden dua dilenme gafletinde bulunmuştu. Yüce Çalap herkese böylece gönlüne göre versin demekte buluyoruz çareyi.
Artık kimsenin yalan dolu sevgi tezahüratları beni etkilemiyor. Köyde muallimliğim esnasında bana manevi desteği olan dedem ve Mehmet Alagöz’e teşekkürlerimi sunuyorum. Övülmüş amcamın da bazen ağır kelamlarına rağmen ona ve eşine de teşekkürlerimi sunuyorum. Bu meyanda isimlerini hatırlamadığım zevata da şükranlarımı arz ediyorum. Gerçekten belediye Faslında da sıkıntılara maruz kaldıktan sonra bir çaresini bulup Engürü’ye nakil gitmiş bir yılda orada memuriyette bulunduktan sonra tekrar Bolu’daki çilehanemize avdet etmiştik. Benden haber alamayan ebeveynim merak etmiş bir gün babamı karşımda bulduğumda şaşırmıştım. Kaldığım mekan çok kötü olduğundan mesela namaz kılarken bile dik duracak kadar yükseklik bulunmadığından ve kışın çok zalim olması dolayısıyla zavallı babam beni teskin edeceği yerde oğlum sen burada nasıl dayanıyorsun deyip sıkıntımın şiddetini artırıp memleketine dönmüştü vesselam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder